Osman Demircan Şiirleri - Şair Osman Dem ...

Osman Demircan

Kapıya benzer yalnızlığım
Git gellerle açılır yaralarım
Eşikte kalır hep sevmelerim
Ayak izi kadar olur yüreğim

Gitme sen de ey sevgilim

Devamını Oku
Osman Demircan

Ayak takımıysan ezilirsin.Bu yüzden ayak altında dolanmamalısın.Ayağa kalkmalı yüreğini ve bileğini güçlü tutmalısın.Yoksa kendini ilah sananların dünyaya yaydıkları ayak kokusunu duymak zorunda kalırsın.Bu yüzden kendini yüceltmelisin.El ayak öpmekten vazgeçmelisin.Kula kulluk etmemelisin.
Bir milletin içinde insan olma şuuruyla var olmalısın.Önce insan olmalısın.Yaşamın kapılarını kendi ellerinle açmalısın ve yücelmek ve yükselmek adına kendi ayaklarını kullanmalısın.
Yaşamayı ciddiye almalısın.Ayaklarına kara sular inse dahi doğru bildiğin yolda kararlı adımlarla yürümelisin.Ayak izini yeryüzüne bir mühür gibi yaymalısın.Koşmamalısın sağlam ve tekin bir şekilde iz bırakmalısın.Bastonları ve değnekleri bırakmalısın.Kimseden güç ve destek almamalısın.Gücü yollarda ve başkalarında değil bacaklarında hissetmelisin.Yoluna çıkan engelleri aşmalı bir nehir gibi taşmalısın.
Var olmalısın.Korkmamalısın.Önce kendi gölgenden sonra başkalarının gölgesinden kaçmamalısın.Olduğun yerde de saymamalısın.Gözündeki zeka pırıltısıyla bütün korkuları yenerek ve karanlıkları delerek yoluna devam etmelisin.Adımlarını yere sıkı ve güçlü vurmalısın.Dünyanın yüreğini titretmelisin.Ben de varım ben de varım demelisin.Kendini bayrak yapıp özgür rüzgarlara salmalısın.Kendi cumhuriyeti kurup, kendini kral sananlara karşı savaşmalısın.Duygu ve düşünce gücünle, aptallığın ve cahilin kör ettiği insanlarla savaşmalısın.Korkmamalısın, korkmamalısın.
Yaşamalısın.Seni örseleyen, tüketen, yok eden ayaklarına vurulan prangaları kırmalısın.İleri daha ileri gitmeni engelleyen demir tellerini yıkmalısın.Sınırlamaları ve sınırları aşmalısın.Yok olmaktan korkmamalısın.Var olma adına yok olmayı göze almalısın.Korkmamalısın, korkmamalısın.Seni sefalete ve yoksulluğa mahkum etmek isteyenlerin yüzene bütün zenginliğinle karşı koymalısın.Onları geçmelisin.Bilimi, aklı, sanatı köprü yapıp yürümeye devam etmelisin.
Bütün zihinsel yaralarını iyileştirmelisin.Güzel düşünceler içinde kendine cennet gibi bir dünya kurmalısın.Duygu ve düşünce dünyanı işgal etmek isteyen zihin yarasalarını zeka pırıltılarınla kendi karanlık dünyalarına, mağaralarına göndermelisin.Işığınla aydınlık yarınlara emin adımlarla yürümeye devam etmelisin.Korkmamalısın, korkmamalısın.

Devamını Oku
Osman Demircan

Ayçiçekleri güneşi gördüğünde nasıl olursa
Sana bakınca öyle mutlu oluyorum sevgilim
Sevginin neşesi var sıcaklığı var yüreğimde
Seni değişmem ey sevgilim mum ışıklarına

İçimi ısıtan öyle sıcaklığın dokunur ki bana

Devamını Oku
Osman Demircan

Ayak altımdaki köpüklü suyun ve burnumdaki iyot kokusunun artmasından, dünyaya yaklaştığımı anladım. Peki dünya bana göre neydi? Bu soruyu sorarken, cevabını yine kendim verdim. Dünya incik boncuk dükkanıydı fikrimce. Bazen inci bir kolye olurdu sevgilinin beyaz gerdanında, bazen ise ipi kopmuş incileri sağa sola dağılmış bir gerdanlık olurdu; ama deniz ve sedef olmazdı asla. Dünyanın da derinliği vardı; fakat o derinlikte kimse yaşamazdı. İnsanlar sığ bır hayat sürerdi yeryüzünde. Aklımdan böyle düşünceler bir tren gibi geçerken ve nerede durduracağımı bilmezken, uzakta bir aydınlık gözümü kamaştırdı. Yolun sonu gözüktü dedim sevinçle.
Aydınlık iyice büyüdüğünde, ayak altımdaki suların etkisiyle tabanlarım kaydı. Yeni doğmuş bir çocuk gibi fırladım yeryüzüne. Kendimi bir kumsalda buldum. Yeniden başlayacaktım her şeye. Dünya bir istiridye, ben ise bir inci tanesi olabilecek miydim, sabırla ve özveriyle?
Kumsala vuran kocaman dalgaların ve denizin sesiyle çabuk toparlandım. Gökte yıldızlar ihtiras ateşiyle yanıp sönüyordu. Deniz rüzgarı yüzümü okşadıkça, tenimdeki sertlik ve ağrıyan yanlar gevşiyordu. Sabah olmak üzereydi. Günün ağaran bu saatlerinde, dünya renklerin cümbüşüyle gökyüzünün duvarlarına, kızıl renkte tablolar asıyordu. Beni dünya hiç böyle büyülememişti? Hayat yaşamaya değerdi?
Dünyaya yeniden gelen bir insan ne yapardı? Hiç kuşkusuz önce neredeyim diye sorardı. Cevap arayan bakışlarla etrafıma bakınıp dururken, sahilin az ilerisinde bir deniz kasabası karanlığı yaran bıçak gibi keskin ışıklarıyla gözümü aldı. Dünyayı ben yaratmadığıma göre asla özgür olamayacaktım. Sadece yumurtanın içindeki civciv gibi kabuğu kırabilecektim. Acaba bu yeni yaşantım bana bu imkanı verebilecek miydi?
Üzerimdeki kumların dökülmesiyle ve her yanıma sinen iyot kokusunun kaybolmasıyla tertemiz bir sayfaya dönüşürken, hayat rüzgarının beni savurduğu bu el toprağı nasıl bir hikaye yazacaktı bana acaba.
Üstümü başımı kontrol ederken cebimdeki kabarıklık parmak uçlarımı rahatsız etti. Merak edip cebimi yokladığımda varlığım için gerekli bir miktar altın buldum. O an kendi kendime: ' Önemli olan varlıklı olmak değil, varlık olabilmekti. Nice kömür tüccarları vardı, nice ağalar, beyler, paşalar vardı. Hiçbiri varlık gösteremeden silinip gitti. Oysa Diogenes elindeki bardağı atarak buna ihtiyacım yok avucumla da içebilirim diyerek kendi varlığını ortaya koydu.' dedim. Şimdi ise varlık gösterme sırası bendeydi. Alaca karanlığın içinde gölge gibi sahil kasabasına doğru yol alırken, ayak altımı gıdıklayan kumların etkisiyle hafiften gülümsüyordum.

Devamını Oku
Osman Demircan

Altın Yol ile tanışmam böyle başlamıştı. Aklımın ucundan yolun bir yerinde teyzeyle karşılaşacağım geçmemişti. Her şeyi akılla izah edenlere bundan dolayı şaşıyordum. Çünkü hayatta akla hayale gelmeyen o kadar çok şey yaşıyorduk ki.
Yarın teyzenin yanına gidecek miydim? Beni ona çeken güç neydi? Derisi yüzülmüş, boğazı kesilmiş bir koyunun yarası kalmazdı gerçi. Koyun baştan aşağı kocaman yara olurdu da bıçak altına yatmak onu asla iyileştirmezdi. Şu an her yanımdan kan damlıyordu sanki. Bir koyundan farkım yoktu. Acaba o teyze benim için çayır, çimen olacabilecek miydi? Beni iyileştirebilecek miydi? Artık karar veremiyordum. Sadece sonumu merak ediyordum. Son bir bitiş değildi yeniden dirilişti. Bunu öğrenmiştim yaşadıklarımdan.
Ertesi güne huzurlu başlamak için erkenden yattım. Yorgan bereketli topraktı sanki. Onu üzerime örttüm. Gül kokarak, kederlerin, yasların, mezarsız ölülerin üstüne örter gibi yorganı üzerime çektim. Gül, gül diyerek gözlerim ağırlaştı. Göz kapaklarımı tutamıyordum artık. Bakışlarımdan beyaz güvercinler kaçarak sabit bir noktaya ulaştı. Uyuyakalmışım.
Sabah aydınlığı panceremden içeri bir peri kızı gibi girerken, masal tadında bir gün yaşamak için yatağımdan kalktım. Tekrar teyzenin yanına gidecektim. Kaderim onun elinde bir anahtar olmuştu. Anca onun sayesinde bu eşikten kurtulup ya cehenneme ya cennete girecektim. Yeni kıyafetlerimden birini seçerek giyindim. Altın Yol üzerinde bir sağa bir sola bakarak gözlerimi hayatın olası dikenlerine, tozlarına hazırladım. Bugün ilk tanıştığımız günden daha çok heyecanlıydım. Konuşsam Türkçe mi, Farsça mı, Arapça mı konuşacağım belli değildi. Dudaklarım hiç açılmamış gibi kapalıydı. Sanki terör korkusuyla bütün kepenkleri kapatılmış kasaba gibiydi dudaklarım. Tanrı'm bana sözlerin en güzelini bağışla dedim, kendi kendime. Yoksa suskunluğum bir cehennem olacaktı. İçimi yakan bu bilmeceden kurtulamayacaktım. Çiftlik evi göründüğünde dizlerimin bütün lifleri kopacaktı sanki. O liflerle hayata bağlanmak istiyordum aslında. İnsanın dizlerinin bağı çözülmedikçe, nasıl heyecanla yürüyebilirdi ki hayat yolunda. Hayatta heyecanını yitiren insan nasıl mutlu olabilirdi ki? Yaklaştıkça daha bir çiftlik büyüdü gözümde. Yine orada burada kazlar, tavuklar, ördekler cirit atıyordu. Avluya yaklaşır yaklaşmaz hep bir ağızdan kora halinde bağrıştılar. Sesi duyan teyze elindeki mutfak peçetesiyle dışarı çıktı. Beni görünce ellerini kurulamaktan vazgeçip yanıma geldi. Sanki uzun zamandır oğlunu askere göndermiş bir annenin iç burkan bakışlarıyla bana baktı.
_Hoş geldin oğlum.
_Hoş bulduk teyze. Umarım rahatsız etmemişimdir. Beni buraya çeken bir şey var. Sanki şiddetli yağmurdan sonra yola düşen kayalar gibi içimdeki fırtınanın etkiseyle yollara düşüp ta buralara kadar yuvarlanıp geliyorum. Kendimi kontrol edemediğim için çok üzülüyorum. Beni hoş görün.

Devamını Oku
Osman Demircan

_Karıncalar şişman, çopur suratlı yeryüzünün umarsız gözlerinden çıkarak ben asla seni sokmam; çünkü sen Nazım Hikmet kadar kanıyla, canıyla hayatıma şeref katamazsın der gibi bana kayıtsız bakıyorlardı. O an hem yeryüzünden hem de ölüler dünyasından kovuldum mu acaba sorusu aklıma takıldı. Karınca yuvasının yanına oturup onları seyretmeye başladım. Bir karıncanın sağdan soldan topladığı öte berileri yuvasına taşırken gösterdiği emeği biz insanlar olarak sevgi bazında birbirimize taşıyabiliyor muyduk? Karıncalar hayatta kalmak için bunu gösterirken, insanlar için sevgi bu kadar hayati olmaktan uzakta mıydı? Öyleyse uzakları yakın etmenin tek çözümü sevgiden geçmekteydi. Sevgiyi düşünürken, tekrar aklıma teyze geldi. Teyze beni evinden kovarken niyeti beni uzaklaştırmak mı, yoksa yakından tanımak mıydı? Bu sorunun cevabını tabi ki yine o verecekti. Oturduğum yerden doğrulduğumda vakit akşam üzeriydi. Güneş kızıl ışıklarını tepelere ve ovalara indirirken sanki dönülmez akşamın ufkundaydım. Tepeköy'e doğru adımlarımı hızlandırırken, teyze arkamda kalıyordu. Teyze tıpkı sırtımdan soğuk terler döken duygular gibi tenimden boşalıyordu. Bir titreme bir sinir nöbeti geçirerek dizlerim titreye titreye yürüyordum. Tepeköy'e yüzüm ve gözlerim birbirine karışmış bir psikolojiyle gidiyordum. Pansiyona yaklaştığımda, üzerimde kalan kötü enerjiden hala kurtulamamıştım. Patlamaya hazır bir bomba halinde yatağa düştüm. Rüyalarımda savaşların kanlı dövüşlerine bir kol, bir bacak, bir göz halinde şahit oldum. Acının rüzgarlarla mücadele eden mum ışıklarında aydınlığı aradım. Tanrı'm ben mutluluğu ve huzuru rüyalarımda bile yaşayamadım diyerek baktım en ışıltılı yıldıza. Sonra soğuk terler dökerek uyandım ve iç hesaplaşmayla birlikte kendi kendimle konuşmaya başladım:
Teyze nereden çıktı karşısıma bu insan diye düşünmüştür. Ona göre başka bir seçenek bırakmayan insanlardan ne farkım vardı ki. Duygularını bir tıpa gibi şampanya şişesine kapatan ve yine duygusal bir patlamaya sebep olan bu ben nereden karşısına çıkmıştım diye düşünmüştür yine. Acaba dediklerim doğru mudur; öldükten sonra dirilebilir miydim diye sormuştur kendi kendine. Bu soru beynini meşgul etmiştir ve onu bunun için beni kovduğunu düşünmüştür. Eşi beni öldürdüğü için mi, yoksa eşinin öldürdüğü bir insanı sevdiği için mi kovmuştu beni? Sorular, sorular, sorular... Kafam bir fabrikaydı sanki ve sürekli maraz üretiyordu. Ne yapacağımı şaşırmış bir durumdaydım. Tekrar yatağıma uzanıp uyuya kalmışım. Rüyalarımın tesiriyle yatağımda dönüp dururken, yastığım simsiyah oldu. Saçlarım yastığımın ve yorganım üzerine dökülürken, ortalıkta o kadar kıl yığınağı oluştu ki gören mutlaka derdi ki burada bir ayı oynadı. Ortalıkta gerçi bir ayı yoktu ama pançesi ve tırnakları sanki yüreğimi sıkıyordu. O an ki daralmayla tekrar uyandım. Dışarı çıkıp avluda oturmaya karar verdim.
Teyzeyi ben tırnak uçlarımda üşüyen bir yalnızlıkla sevmiştim. Beni kovunca sanki tüm parmaklarım kırılmıştı. Şimdi hayata nasıl tutunacağımı düşünüyordum. Avluda bir yukarı bir aşağı fink atarken, bağıra bağıra ağlamak istiyordum. Gecenin devasa karanlığını yaran gümüş aydınlığındaki ay pırıl pırıl ışıklarıyla her yerimi yakıyordu. Yana yakıla teyzeyi düşünerek ruhumu ve bedenimi alabildiğine yoruyordum. Yüreğimde öyle ağırlık hissettim ki, sanki damarlarımda kan değil de civa dolaşıyordu. Ben böyle ruh denizimde gelgitler yaşarken, avluyu aniden altın sarısı bir ışık kapladı. Ardından kar aydınlığı çöktü her yere. Üzerimi bir üşüme nöbeti sardı. Deliliğin keskin sınırlarında geziyordum. Kollarım, bacaklarım bedenime monte edilmişler gibi emanet duruyorlardı. Ha dağıldım ha dağılacaktım ve kimse bir daha beni bir araya getiremeyecek gibiydim. Bedenim ve ruhum inci taneleri gibi sağa sola dağılmak üzereyken, avlunun sokağa açılan kapısı aniden açıldı. Teyze nefes nefese karşıma dikildi. Bir hayalet görmüş gibi ürktüm. Kendimi toparlamam birlikte kelepçelenen dudaklarımı serbest bıraktım.
_Hoş geldin.
_Hoş bulduk.
_Seni görmek çölde deniz görmek gibi. Seni görmek hiçbir şeyimin kalmadığını düşünürken, tüm dünyanın benim eksenimde döndüğünü hissetmek gibi. Seni görmek hayata yeniden gözleri açmak gibi bir şey. Beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam.

Devamını Oku
Osman Demircan

' Erhan Bey'in resimlerinde Batılı ressamlarca gerçekleştirilmiş - Doğu'yu ve İslam dünyasını konu alan - tablolarda görüldüğü gibi hamam, harem, vahşet sahneleri ya da ibadet eden mütevekkil tipler değil ama okuyan, tartışan Osmanlı aydınları betimlenmiştir. Pek çok resminde fotoğraftan yararlanmış olan sanatçı, yapıtlarında kullandığı figürler arasında kendine de yer vermiştir. Resimlerde yer alan kitap imgesi bu tür mekanlarda genellikle alışıldığı gibi yalnızca din kitaplarını değil bilimsel kitapları da içermekte, dolayısıyla bir aydınlanma simgesi olarak kullanılmaktadır. Erhan Bey'in resimlerinde bir hareket vardır. Bu onun eylem adamı olduğunu göstermektedir.' gibi konuşmalar kulağıma geldikçe ruhumun bir su gibi aktığını, içimin ferahladığını hissettim. Bu yorumları işiten Nahit Bey'in de bana garip gözlerle baktığını gördüm. Nahit Bey'in bana bakarken, beynin nasıl çalıştığını merak ettim. Acaba, sanatımı mı düşünüyordu, yoksa kazanacağı parayı mı düşünüyordu? diye sordum kendi kendime. Aslında ona hiç güvenmiyordum. Güven zaten beraberinde zayıflığı getiriyordu. Kendine güvenen bir insanın bir başkasına güvenmeye ihtiyacı yoktu aslında. Nahit'in karşısında düşkün ve zayıf değildim. Bu yüzden ona güvenme mecburiyetim de yoktu. Akşama kadar gelen misafirleri ağırladım. Gelenler memnun bir şekilde ayrılırken, bize de hoşnut bir ruh hali bırakıyorlardı.
Akşam eve çok yorgun geldim. Salona çekilip kanapaye uzandım. Knepede yarı uykulu bir durumda en sevdiğim romanı bitirmeye çalıştım. Canım pek kitap okumak istemedeğinden, Cartel grubunun ' Kan bile kırmızı değil karakan...' şarkısını hem dinlemeye hem söylemeye başladım. Ayağa kalkarak mini dans figürleri icra etmeye başladım. Kendimi iyice yorunca tekrar kanepeye uzandım. Boyku boyunca rüyalar gördüm sonra. Sabah erkenden galeriye gittim. Sergi salonunu tekrar ziyaretçilere açtım. Ertesi günden daha yoğun bir ziyaretçi topluluğu resimlerimi görmeye geldi. Nahit Bey saat on civarında gelip yoğun kalabalıkla karşılaşınca doğruca yanıma gelerek memnuniyetini bildirdi. İkimiz de yoğun ilgiden hoşnuttuk. Sergimizden üklenin ileri gelen gazate ve dergileri de söz ediyordu artık. Mutluluğumuz çoğaldıkça çoğalıyordu. Akşamüstü galeriyi kapatmak için Nahit'ten izin istedim. Bana buz gibi yüzüyle onay verdi. Sokağa çıkıp alaca karanlıkta yürürken düşünmeye başladım. Nahit Bey'in sergi çıkışında bana soğuk davranışına bir türlü akıl erdiremedim. Boş düşüncelerle evime ağır ağır yürüdüm. Daireme gelince kapının önünde bir demet çiçek buldum. Çiçeğin üzerindeki kartı elime aldım. Kartın üzerinde ' Seni tebrik ederim; fakat bu başarını bana borçlusun unutma! ' diye not düşmüştü, Nahit Bey. O zaman anladım güllerin tehdit koktuğunu. Sonra içeri girip çiçekleri vazoyo koydum. Üzerimi değiştirerek kendime bir fincan kahve aldım. Ardından çalışma odama geçip boş tuvallere bakmaya başladım. İçimden bir resim çizmek geçiyordu; ama ne çizeceğime karar veremiyordum. Bir anda aklıma Nahit Bey'in buz gibi bakışları ve ardından gönderdiği sımsıcak geller geldi. Salona geçerek vazoyu aldım ve atölyeme getirdim. Fırçayı elime alıp kırmızı güllerin arkasından bana buz gibi bakan Nahit Bey'in resmini çizmeye başladım. Bitirmeye ramak kala ayakta uyumaya başladım. Rüyamda Nahit Bey'in buz gibi bakışlarını çizerken, bir anda o dönük ve soğuk gözlerinin hareketlendiğini hissettim. Paletime boya koymak için arkamı döndüm. Kırmızı boyayı alıp resme geri döndüğümde Nahit Bey'in anlamsız yüzüyle karşılaştım. Şaşkınlığımı atamadan uzun parmaklarının boğazımı sıkmasıyla uyandım. Kan ter içinde saate baktım. Sergiye geç kalmıştım. Aceleyle kalkıp hazırlandım. Sokakta hızlı adımlarla ilerlerken, akşamki rüyanın ne kadar anlamsız olduğun u düşündüm. Bu düşüncelerle sergiye vardım. Galeri girişinde Nahit Bey'in sımsıcak gülüşüyle karşılaştım. Dünkü davranışından sonra bu gülüşü bana şaşırtıcı gelmişti.
_Hoş geldin Erkan Bey...
_Hoş bulduk efendim. Gönderdiğin için teşekkür ederim. Çok güzel bir jestti.
_Rice ederim. Siz daha iyilerine layıksınız.
Birlikte ofise doğru yürüdük. Beni misafir koltuğuna oturtup kendi koltuğuna geçti. Telefono eline alarak iki fincan kahve siparişi verdi.

Devamını Oku
Osman Demircan

Evime vardığımda resim yapma isteği içimde renkli bir duygu dünyası olarak devam ediyordu. Evimin içinde bir hayalet gibi dolaşıp doğruca atölyeme gittim. Tuvale hayallerimi fırça darbeleriyle bir deprem hissi yaşatırcasına çizmeye başladım. Her renk Umay'dı sanki. Siyah Umay'ın mahzenlerindeki karanlık, kırmızı o mahzenlerdeki şarap renginde kendini belli eden duygulardı. Sarı şarabın içindeki güneş ışıkları iken bense sarhoşluğu ifade ediyordum. Resmim baş döndürücü bir güzelliğe sahip oluyordu. Çünkü güzellikten, incelikten ilham alınarak yapılıyordu. Her ince duygu, fırçanın ince kıllarından nezaketten geçer gibi geçerek tuvale sirayet ediyordu. Tabloyu Umay'a göstermek için şimdidien can atıyordum. Duygularımı resme yansıtmanın bana verdiği sonsuz bir dinginlikle salona geçtim. Kanepede biraz soluklandıktan sonra başımı geriye yaslayarak uykunun dalga dalga yayılan ferahlığına kendimi teslim ettim. Sabaha kadar uyumuşum. Kalktığımda perşembe gününün ışıkları gözlerimi alacak gibiydi. Önümde çok güzel bir gün beni bekliyordu. Umay'la görüşmeme ise daha bir gün vardı ve o günün hayalini kuracak bir sürü vaktim de vardı. İlk randevu olacaktı. İlerde bunun sık sık tekrarlanmasını istiyordum. Bir an ne kadar kolay etkilenip hayallerimi bu kadının siluetine bıraktığımı düşündüm. Saçlarını gözlerini ve de kendinden emin yürüyüşlerini.... Nereden alıyordu bu güveni. Özgür bir bayandı herhalde. Sıradan ve doğal mı görünmeliydim ona acaba yoksa bu kadın gücü seven bir tip miydi? O yüzden onun soru sormasını mı beklemeliydim konuşmamızda. Bu düşünceler bile varlığının anlamını daha da güçlü bir öge olarak çıkarıyordu karşıma. Onu bu kadar mükemmel yapan neydi? Sordum kendime en son ne zaman olmuştu bir kadından böyle etkilenip hayallere kapıldığım. İçimde tutamadığım sığdıramadığım bir canlılık vardı bende. Resimlerim sergilenmişti. Meyvesi olarak da resimlerden güzel bir bayan çıkagelmişti. Kafam karmakarışıkken böyle, bugün galeriye gitmek istemiyordum. Zaten epeyce de oyalanmıştım. Saat ona gelmek üzereydi. Dışarı çıkıp hayatın curcunasına katılmak bir panayır bir karnaval gibi hissettiğim şu anki hayat telakkisine kendimi koyuvermek istiyordum. Dairemden çıkıp merdivenlerden indikten sonra kapıdan sızan gün aydınlığına bir hücre cezalısı gibi bir an önce kavuşmak heyecanıyla koştum. Kendimi kapıdan dışarı attığımda ise hem gün bembeyazdı hem de ben bembeyaz güvercin gibiydim. Sadece uçmak düşüyordu bana. Kendimi güvercin, İstanbul sokaklarını dal, İstanbul'u ise ağaç yaptım. Daldan dala konuyordum artık. Mutluydum. Hayata daha çok bağlıydım. Umay bana bir heyecan yaşatıyordu. Heyecan yaşamı canlı kılıyordu. Kendimi bu yüzden daha dinç hissediyordum. Sokaklarda zımba gibi dolaştıktan sonra akşamı ettim. Akşam İstanbul'a bir peçe gibi çökerken, her yerde Umay'ın gözlerini görüyordum. Kendimi oldukça yorduğumu anladım bacaklarıma kara sular inmişti. Bir vapura binerek Üsküdar'a geldim. O an aklıma Avrupa yakasına ne zaman geçtiğim geldi. Hatırlayamadım. Artık hafızam İstanbul denizinde balık hafızası gibi olmuştu ve ben Umay'ın oltasına takılmıştım. İstanbul pagan kültürünün derin izlerini taşıyordu beynime. Her bina bir tapınak gibi içine giren ve dışına çıkan insanlarına yalana, dolana tapınmayı sağlıyordu. Caddeler, sokaklar, alışveriş merkezleri pagan kültüründe olduğu gibi insan icadı materyallere tapınmayı aşılıyordu. Balık hafızalı insanlar da kendine Tanrılar ve Tanrıçalar buluyordu. Sonra da sudan çıkmış balıklar gibi yeryüzünün sunaklarında can veriyordu. Umay da benim için bir Tanrıça olmuştu. İstanbul ise benim için bir sunaktı artık. Kendimi Umay'a kurban etmek için çırpınıp duruyordum. Ne kadarda aptaldım. En kötüsü ise hayatı aptallardan öğreniyordum. Beyninin anca yüzde onunu kullanan insanlardan aşk adına, sevgi adına bir şey öğrenmeye çalışıyordum. Yüzde onu çalışan bir beyinden mükemmel aşk bekliyordum. Ne kadar da şapşaldım. Üsküdar kazan ben kepçe geç saate kadar dolandım içinde. Hiçbir şey tat vermedi. Gökyüzünün kararmışlığı da bir kapak gibi Üsküdar'ın üzerine çökünce kendimi evimde buldum. İstanbul hiçbir açlığımı doyurmamıştı. Üsküdar ise ekmek kırıntısı gibi gelmişti bana. Evime ulaşır ulaşmaz üzerimdekileri sağa sola atarak çıkardım. Eşofmanlarımı giyerek mutfağa geçtim. Kendime kıyma, salça karışımından oluşan harçla ve birazda peynirle tost hazırladım. Yanına da hazır aldığım ayranı alarak yemeğimi yedim. Ardından balkona çıkarak doya doya denizi seyrettim. Doya doya iyot kokusunu ciğerlerime çektim. Yine de kendimi bir sırtlan sürüsü gibi aç hissettim. Umay'ın beni kurban ederek kanımı aç kalmışlığıma dökmesini istedim o an. Kendi katilimi an an sunağıma kendim çağırıyordum sanki. Umay'ın beni öldüresiye sevmesini istiyordum. Sonra düşündüm. İyiliğin de kötülüğün de bir mantığı vardı. Kendi ölümüm için kurguladığım cinayette önemli bir eksik vardı. Tanrıçalar kimseyi öldürmezdi. Umay'ın bu senaryoda beni öldürmesi mantıksal hata olurdu. Hemen bir rahip bulmalıydım. Aklıma o an Nahit geldi. Kendisi güzelliğe tapan iğrenç herifin tekiydi. Peki her şey kafamda hazırdı; fakat bu düşünceleri hayata nasıl geçirecektim. Bütün bunları bir trenin tünelden hızla geçmesi gibi aklımdam geçirirken, ilk aklıma gelen düşünce Umay'ı aramalıyım oldu. Telefonu elime alarak tuşlara titreyen parmaklarımın ucuyla hızlıca dokundum. Hem hızlı düşünüyordum hem hızlı el ve kol hareketleri yapıyordum. Bedenim ise ıslak ve soğuk bir leke gibi ortada kaskatı duruyordu. Numarayı çevirmemin bir iki saniye sonrasında Umay'ın alo sesini duydum. Kendisiyle anca kısa bir dipnot tutacak şekilde konuştum. Bana yarın saat on ikide Beşiktaş Kültür Merkezi'nin solundaki çörekçide buluşmamızı söyledi. O gece kanapeye yatmadan önce çırılçıplak soyundum. Karanlığın gemilere binmiş şeytanlarını bir deniz feneri gibi günahkar limanıma çağırdım. Sabaha kadar rüyalarımda ecinlerle, şeytanlarla seviştim. Çılgın Bir dalgaydım bu gece tuvalimde. Sabah uyandığımda sırılsıklandım. Berbat ve yorgundum. Yattığım yerden kalkarak ve gerimi darmadağınık bırakarak doğruca duş almaya gittim. Vücudumu suyun altında epeyce bir süre yıkayarak, hayatın ölüm çukurlarına gömmek için bedenimi hazırladım. Ardından balkonumda güzel bir kahvaltı yaptım. Günün ilk saatlerinde bir kadının silüetinin kafamda çizdiği hareket planıyla Umay'la buluştuktan sonra neler yapabileceğimizi düşündüm. Hiçbir şeyin plandığım cinayet haricinde ölümüme bir kan lekesi gibi iz bırakmasını istemiyordum. Suç, katil, maktül kavramlarının alınyazımda daha belirgin olması için, saçlarımı kaşıyarak bu kavramların ne olduğunu kafamda belirlemeye çalıştım. Suç neydi bana göre? Hiç kimse göründüğü kadar masum olmadığına göre, insan hayatında karanlıkta kalan noktalar neydi önce bunu bilmem gerekirdi. İnsan hayatındaki karanlık noktaları bilmeden cinayetim hakkında son cümleyi yazmak istemiyordum. Bunun için suç nedir diye düşündüm kendi kendime. Kafamdan: 'Tanrı insanın yüreğine hem iyilik duygusunu hem de kötülük duygusunu orantılı bir şekilde koymuştur. Bir insanın yüreğinde sadece iyilik olursa, kendini kötülüğe karşı savunamaz. Çünkü, kötülüğü bilmeyen ve o duyguya sahip olmayan insan, saf olur ve kolay kandırılır. Aynı zamanda kendini kötülüğe karşı da savunamaz. Tanrı'nın insan yüreğine kötülük duygusunu koymasının sebebi, o insanın kendisini kötü insanlara karşı savunması içindir. Yoksa başka canlılara zulm etsin, onlara eziyet etsin diye değildir. Hayat bir denge üzerine kurulu olduğuna göre, yüreğimizin dünyaya salınımında da bir dengenin olması şarttır. Yüreğin dengesi ise iyilik ve kötülük duygusunu içinde aynı oranda barındırmasıyla mümkündür. Ama gel gör ki insanlar yüreğimize bazen öyle yüklenir, öyle yüklenir ki yüreğimizin duygu terazisi kötülüğe doğru meyleder. Duygusal dengemizi yitirdiğimiz o durumlarda insanlara verdiğimiz değer ile elimizdeki tabancaya verdiğimiz anlam bizim için önem kazanır. İşte o zaman kazanma ile kaybetme arasında gidip gelmeye başlarız. Eğer insan gözümüzde değerini yitirmişse veya elimizdeki bir çok şey değerini yitirirse, parmaklarımızla sıktığımız tabancanın anlamı sadece kendini savunmak için gerekli bir gereç olmaktan çıkar, tam bir ölüm makinesi haline dönüşür. Ayrıca elimizdeki bıçak, oturduğumuz koltuk, barındığımız ev, makamımız ve mevkimiz bizden daha değerli olmaya başladığında, sahip olduğumuz bütün şeyler hem kendimiz için hem de başkaları için tehlikeli bir silaha dönüşmeye başlamış demektir. İnsan o zaman bir saate monte edilmiş akrep gibi ölüme veya öldürmeye doğru yol alacaktır. Alarm zilleri çalmaya başladığında ise iş işten çoktan geçmiş olacaktır. Kısacası, hayat bir denge ise, yüreğimizde var olan iyilik ve kötülük duygularını dengede tutmak zorundayız. Bunun için de duygularımızı alabora edecek her türlü dalgalanmalardan ve fırtınalardan elimizden geldiğince uzak durmalıyız. ' gibi cümleler geçti.

Devamını Oku
Osman Demircan

İyilik yapan iyilik bulur, sözü şimdi hiçbir iyilik cezasız kalmaz olmuş. Aslan yaşadığı yerden belli olur, demişler. İşte biz de boğulma tehlikesi geçiren bir genci kurtarmak için denize atlayan kızın, üzerine yapışan elbiselerinden dolayı hatları ortaya çıktığı için günah işleyip işlemediğini tartışan bir yerde yaşıyoruz. Bunu tartışırken de aslanlar gibi kükrüyoruz. Birbirimizi yiyoruz. Hatta daha da kanlı tartışmalara giriyoruz. Türbanlı bir kız imdat çığlıklarına kulaklarını kapatmalı mı, yoksa saçım açılırsa açılsın deyip suya atlamalı mı? sorusuna cevaplar bulmaya çalışıyoruz. Bütün ulemayı çağırıp inancım her şeyden önemlidir diyenlere onay vermemesini bekliyoruz. Sürekli boyun eğmiş ve tam bir itaat kültürü içinde yetişmiş bir insan, acaba başını sağa sola sallayarak onaylamayıcı bir hareket gösterebilir mi diye birbirimize bakıyoruz. Bu ülkede niçin denize kızlar atlasın ki diyenler çıkabiliyor. Ortalık onca erkek kaynıyorken, erkeklerimiz de yiğit ve aslan parçası iken, kızlar oturdukları yerde otursunlar diyenlere: Aslan yattığı yerden belli olur, işte böyle bir yerde yaşıyoruz. Kızlar denize girip kimseyi kurtarmasınlar, çünkü elbiseleri ıslandığında çıplak gibi gözüküyorlar deyip sahilde bekliyorlarken kızların paralarını, telefonlarını çalmaktan ve kızları soyup soğana çevirmekten geri durmuyorlar. Bu ülke aslanlar ülkesi olmaya devam ediyor. Aslanlar gibi hırsızlık yapıp, krallar gibi bu ülkede yaşayanlar, her yerde kükremeye devam ediyor. Ceylan gözlüler ise, bu ülkede kan ağlamaya devam ediyor. Aslanların yattığı bir yer ise ülkem, krallıkların ve saltanatların ve acımasızlıkların can almaya devam ettiği bir yerdir aynı zamanda demek geliyor içimden. Aslanlar yattığı yerden belli oluyorsa, ülkem pislik kokuyor, bunu kimse görmüyor. Aslanlar ülkemi temizlemiyor, tam tersine pisliklere, kötülüğe hamilik yapıyorlar. Kükreyenler adalet ve insanlık adına kükremiyorlar. Bir yıldırma, bir sindirme adına geziyorlar ülkemde. Ülkem çiçekler gibi kokuyorken, kadınlar ise kelebeğe benziyorken mulutluluk tohumları topraklarda umutları yeşertiyor olacaktır, bunu hepimiz biliyoruz. Çünkü, ülkem kadını kelebektir. Kader ağlarını ördüğünde genelde örümceğin eline düşüyorlar. Onu örümcek ağından kurtaranlar, sevgili ve eş olarak karşılarına çıkıyorlar. Ellerinde örümcek ısırığı olmayanlar, asla sevgili ve eş olamıyorlar. Bu yüzden bu ülkede el el vermek isteyenler, avuç içlerine baksınlar, orada ne görüyorlarsa ona göre denize kimin atlayacağına da karar versinler.

Devamını Oku
Osman Demircan

Doğruyu anlatmaya ne gerek var.Onlar doğrudan anlamaz çünkü.Eğilmiş bir tel gibi atarlar seni.Yollara düşsen de bulamazsın senin için öleni ve seni mutlu edeni.İsterler kıymetsiz bir kula itaat etmeni.İsterler kediyi fareye ezdirmeni.Anlamazlar bir türlü seni.
Bir gülümsemeni çok görürler, gözleriyle ateşlere atarlar seni.Bulamazsın senin için öleni ve mutlu edeni.Cehennemde ateşten bir güle çevirerler seni.Su su diye haykırırken üzerine yağdırırlar akreplerini.Bulamazsın senin için gözyaşı dökeni.
Bir günaha dönüşürsün.Dudaklarını yayarlar bütün dünyana da bir öpücük bulamazsın.Bir tatlı söz duymak istesen de kulaklarından çekerek uçurumlara atarlar seni.
Oysa saçlarından, gözlerinden, ellerinden sadece ben tanırım seni.Çünkü yağmurun iri taneler halinde toprağa düştüğü saatlerde, bir tek ben utanmadan üşümeyesin diye bütün elbiselerimi çıkarıp sana veririm.Hatta daha da sıcak olasın diye kanımla canımla ısıtırım seni.Sararım sıcak kumlar gibi tenini.Ben donarak ölsem de, sana sımsıcak dakikalar yaşatırım.Bir de saçlarına karlar yağınca öpe öpe bir su perisine çeviririm seni.
Sen uzak iklimlerde açan bir çiçeksin.Senin olduğun yerde güneş açarken, benim yaşadığım yerde güneş batar.Ama yine de tunç renginde ay hatırlatır bana seni.
Ve ben yıldızların altında öperim o güzel gözlerini.İsterim şu dünyada bari sen anla beni. Görmeni isterim seni çok sevdiğimi.

Devamını Oku