Süt gibi duru ve ak Ekmek gibi sıcak Bizim de Bizim de Günlerimiz olacak. Güle değecek Kuşların kanadı Ve kuşlar sırtlarında Gül taşıyacak .... Irmakların geçilecek, Fırtınaların dinecek Bir yanı var Ömrümüzün Belki bir gün gülecek...
Kadın hakkı-2 Bir süre cevap vermeden başı önünde düşündü. Sonra sakin ve yavaş hareketlerle elini kucağındaki el çantasına götürdü ve içinden bir defter çıkardı. Sayfaları çevirirken birbirinden güzel karakalem eskizlerin olduğu bir hazinesi olduğunu anladım. Aradığını bulmuş olmalıydı ki sayfaları çevirmeyi bıraktı. Bir süre gözleri o sayfadaki resimde asılı kaldı. Sonra yüzünde tebessümle acı arasında gidip gelen bir ifade hâkimken defteri bana uzattı.
- Söyle bakalım bu sayfada ne görüyorsun. Hemen cevap vermene gerek yok. Bir süre düşünmeni tavsiye ediyorum.
Bana uzatılan şeyin bir defterden fazlası olduğunu daha resme bakmadan hissetmiştim. O bana güvenmişti ve kendi kutsalını önüme sermişti. Sayfaya bakarken elimde tuttuğum şeyin pimi çekilmiş bir bomba olduğu hissine kapılmıştım. Önce bir başkasının mahremine dâhil olmanın gerginliği ile isteksizce göz gezdirdim resme. Bir kadın silueti ve kapkaranlık bir gökyüzü…
Odaklanmak ve kafamdaki önyargılardan kurtulmak için bir süre camdan bakındım. O sessizce hiç yüzüme bakmadan kitabını okuyordu. Gözlerimi tedirginlikle yeniden resme çevirdim. Bir göl ya da deniz kenarında bir taşın üzerinde sırtı bana dönük halde oturan uzun saçlı kadın silueti yeniden karşımdaydı. ‘’Bu deniz olamaz’’ dedim sessizce. ‘’Hiç dalga izi yok.’’ Karanlıkta göl kenarında tek başına bir taşın üzerinde oturan bir kadın. Ne bir çiçek, ne bir ağaç, ne bir dalga, ne bir rüzgâr, ne de yaşama dair başka bir iz yok. İri dikiş izleriyle teyellenmiş bir gökyüzü. Baklava dilimlerini andıran dikiş izleriyle sımsıkı bağlanmış gibi. Kapkara bir gök bu! İnsanın içini sıkan, boğan bir kasvet… ‘’Ne derdin var acaba senin kadın’’ dedim içimden. Alacakaranlıkta sıkışıp kalmış bir ruhla yolculuk yaptığımın farkına vardırmak ve beni de karanlığına çekmek için, kendini benimle paylaşıyordu sanki. Benim dipsiz kuyularım bana yetmezmiş gibi.
Tam defteri ona geri verecekken sol üst köşedeki beyazlık dikkatimi çekti. Daha özenli baktığımda oraya küçük bir sökük çizildiğini gördüm. O sökükten içeriye hücum etmek için bekleyen göz kamaştırıcı bir ışık var gibi resmedilmişti. İşte o anda baktığım resmin sorduğum sorunun cevabı olduğunu anladım. Ayrıca böyle bilge bir insanla yan yana oturuyor olmaktan büyük bir heyecan duydum.
- Şimdi sen diyorsun ki hayat mükemmel bir yer değil. Hatta bazıları için fazlasıyla acımasız. Ama bir umut her zaman vardır. Öyle mi?
- Resmimi ilk bakışta anlayan tek insansın. Ve hatta diyorum ki tüm dünyayı değiştirmek için kendi gökyüzümüzün teyellerini sökmeye başlamalıyız. Bizim ışığımızın hangi karanlığı aydınlatacağını başka türlü göremeyiz.
- Bilemiyorum… ben… Umut etmek için çok geçtir belki de..
- Asla geç değildir. Sen benim hikâyemi bilmiyorsun. Emin ol asla geç olmuyor.
Mola yerine vardığımızı otobüsün içindeki hareketlilikten anladık. Bir masaya geçip çaylarımızı ve sigaralarımızı içip sohbetimize devam ettik. Onun yıllarca eşinden şiddet gören bir kadın olduğunu birkaç cümlesinden çıkardım. Bu kadar güçlü görünen bir kadının bile erkek zulmünden nasibini almış olmasına nedense hiç şaşırmadım. Ne ben nede o kişisel tek bir soru bile sormuyorduk. Ama cümlelerimizin içine yerleştirdiğimiz mesajlarla kendi çığlıklarımızı duyurmak istiyor gibiydik. Tek bir soru ile tüm geçmişimi kusmaya hazır hale gelmiştim. Tıpkı onun gibi…
Bir ara defterinden yeni bir resim bulup masaya bıraktı. Resmi önüme çekip iyice inceledim. Bu sadece bir kadın yüzüydü. Dudakları patlamış, gözü morarmış, yanağında kesiklerle bakıyordu. Bakışları donuk ve cam gibiydi. Öyle etkileyici çizilmişti ki o gözler sanki dimdik gözlerimin içine bakıyordu. Ürperdim. Biraz daha dikkatle baktığımda ise bir gözünden akmış olan tek bir damla gözyaşını fark ettim. O damlanın bir fetüs şeklinde olduğunu anladığımda yaşaran gözlerimi saklamaya çalışarak başımı kaldırıp ona baktım. O ise sadece tebessüm etti. Öyle bir tebessümdü ki o eline bir silah alıp beni iki kaşımın ortasından vursa çok daha az acı çekerdim.
Artık bizi birbirimize ilk anda yakınlaştıran şeyin geçmişin gürültülü sessizliği olduğunu anlamıştım. ‘’Kırmızı pazartesi’’… Bu günün günlerden Pazartesi olması nasıl bir tesadüftü? Farklı bir boyutta ve zamanlarda farklı şekillerde aynı canavarın kurbanı olmuşluğun rengi ise kırmızıdan başka ne olabilirdi ki?
Yolculuğun kalan kısmında ikimizde yüklerimizi yüreklerimize daha çok yüklediğimizden epeyce yorgun düşmüştük. Konuşmaya ara verip uykuya daldık, Uyandığımızda bir diğer mola yerine vardığımızı gördük. İçtiğimiz çayların mesanemize yaptığı baskı nedeniyle soluğu tuvalette aldık. Tuvaletlerin olduğu bölüm oldukça karanlık ve izbeydi. Nedense ikimizden başka kadın yolcu oraya rağbet etmedi. Böyle berbat bir dinlenme tesisinde durduğumuz için ikimizde sürekli söyleniyorduk.
İşimizi bitirip tam kapıdan çıkacakken sarhoş iki adam yolumuzu kesti. Tipleri oldukça ürkütücüydü. Saçı, sakalı birbirine karışmış, gözleri kan çanağına dönmüş iki vahşi hayvana benziyorlardı. Kıyafetleri kirli ve darmadağınıktı. Sadece alkol değil aynı anda madde kullandıklarını anlamak hiç de zor değildi. Ellerim buz gibi olmuştu. Korkudan ve panikten başım dönmeye başlamıştı. Üzerimize doğru hamle yapıp kapıyı kapattılar. Önce yanımdaki kadın davrandı ve bağırıp çağırmaya başladı. Hem yardım istiyordu hem de onlara küfürler ediyordu. Ben donup kalmıştım.
Adamlardan bir tanesi ona doğru hamle yapıp bir tokat patlattı. Kadın sendeledi ve ayağı kaydı. Dengesini bulmaya çalışırken başını lavabolardan birine çarpıp yere düştü. Yerdeki beyaz fayansların üzerine kırmızı kanı yayılmaya başladı. İsmini bile bilmediğim kadına seslenemeden diğeri beni saçımdan yakaladı. Kadın yerde hareketsiz yatıyordu. İki adam ağzımı kapatıp üzerimdekileri parçalayarak çıkarmaya başladılar. Ben debelendikçe tokat atıyorlardı. İki güçlü adama karşı koymam mümkün olamadı. Beni yere yatırıp üzerime oturdular. Bir tanesi cebinden bir bıçak çıkarıp boğazıma dayadı. ‘’Şimdi elimi ağzından çekeceğim. Eğer bağıracak olursan gırtlağını keserim’’ dedi. Yalvaran gözlerle bakıyordum. Ağzımdaki eline aldırmadan bana acımaları için yalvarıyordum. Ama onların ne gözyaşlarım nede yalvarışım umurlarında değildi. Kıyafetlerimi parçaladıkları yerlerden gördükleri etime büyük bir iştahla bakıyorlardı. Üzerimde neredeyse hiçbir parça kalmayana dek beni soydular. Bunu yaparken dudaklarımı, memelerimi, kasıklarımı ve en son cinsel organımı ısırıyor, emiyor, öpüyorlardı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum yüzüm kan içinde kalmıştı. Canımın acısını hiç duymuyordum. Arada sırada çırpınmaya çalışsam da kollarıma oturup boğazıma bıçak dayamış olan adam küçük bir kesik atıp küfürlü sözler ediyordu. ‘’Kapa çeneni orospu. Ne kıymetli malın varmış. Kim bilir kimlere verdiğin şeyi bir kez de bize versen gebermezsin. ‘’ Buna benzer ve hatta daha aşağılık cümleler kurarak hem bedenimi hem ruhumu eziyorlardı. Bunu yaparken ağızlarından salyalar akıtarak gülüyorlardı. Bir tanesi yerinden doğrulup pantolonunun kemerini çözerken diğeri göğüslerimi avuçluyordu. Ayaklarımla son bir kez kurtulmayı denesem de yediğim tekmeler ve yumruklarla iyice sersemlemiştim. Bu tecavüzden kurtulmanın bir yolu yoktu. Yolun sonuna gelmiştim.
Üzerime abanıp en sert şekilde, canımı yakarak istediğini aldıktan sonra yer değiştirdiler. Şimdi bıçağı istediğini almış olan boğazıma dayamış durumdaydı. Bense artık orada değilmişim gibi hareketsiz şekilde duruyordum. Gözlerimi tavana dikmiştim. Tavanda teyellenmiş kapkara bir gökyüzü görüyordum. Ama hiç sökük yoktu. Sonra gökyüzü abimin yüzüne dönüştü. On ikinci yaş günümü bu izbe tuvaletin tavanında bir film izler gibi seyrediyordum. İğrenç hareketler ve küfürlerle üzerimde gidip gelen adamın sesi çok uzaklardan geliyor gibiydi. Artık kendi bedenimi hissetmiyordum.
Adamlar benimle işlerini bitirdikten sonra toparlanmaya başladılar. Bu sırada zaten alkollü olan adamlardan elinde bıçak olanın ıslak zeminden dolayı dengesi bozuldu. Yere düştüğünü gördüğümde içgüdüsel hareketlerle yerimden kalkıp elinden düşürdüğü bıçağı aldım. O anda ben orada değildim. Adamın yüzü abime dönüştü. Yine annemin evde olmadığı o gün mutfak masasında bana sahip olan abime elime geçirdiğim bıçakla yaptıklarımı yaşadığım andaydım. Önce yerde olanın gözüne sapladım. Fışkıran kan tüm tuvaletin fayans duvarlarını boyadı. Sol kaşımı tuttum. O gün olduğu gibi bıçakla kendimi yaralayıp yaralamadığıma baktım.
Diğeri arkasını dönünce göz göze geldik. Ama gördüğüm diğer adam değil abimdi. Ne olduğunu tam anlayamadan bıçağı karnına sokup çıkardım. O karnını tutup şaşkınlaşmışken ikinci darbeyi indirdim. Bıçağı soktuğum karnında aşağıya doğru derin bir yarık açıp çıkardım. Sendeleyip yere düşen adamın peşinden gidip üçüncü darbeyi bacak arasına sapladım. Tuvaletin her yeri kana boyanmıştı. Her şey mutfaktaki gibi olmuştu.
İki adamında artık hareketsiz kaldığından emin olunca kadına yöneldim. Elinden hiç düşürmediği çantasındakiler yere saçılmıştı. Cüzdanı açılmış kimliği yere düşmüştü. Yine bilinçsiz hareketlerle önce kimliğini elime alıp sonra yüzüne baktım. Gözleri açık tavana bakıyordu. Gökyüzünde hiç ışık olmadığını oda biliyordu. Onun öldüğünü anlayınca tuvaletin kapısını açıp yarı çıplak bir şekilde önündeki merdivenlere oturdum Kan damlayan bıçağı hiç bırakmadan diğer elimdeki kimliğe baktım. ‘’Adı Hakkı imiş’’ dedim ağlayarak.
Karşımda dehşete kapılmış halde duran muavinle göz göze geldiğimizde buz gibi bir ses tonuyla son sözlerimi söyledim. Bir daha kendi sesimi unutacak kadar uzun süreden beridir hiç konuşmadım.
- Bugün günlerden Kırmızı Pazartesi ve KADIN HAKKI bu günde katledildi.
Uzun zamandır bir yerden başka bir yere gitmek için otobüsü tercih etmediğimden içimde garip bir sıkıntı vardı. Şehirler arası yolculuklarda otobüse binmek benim açımdan hiç ama hiç keyifli olmamıştır. Bir yerde uzun süre oturamadığım dan otobüste geçen sürenin işkence olduğunu bile söyleyebilirim.
Dolabımdaki en rahat kotu ve en salaş bluzu üzerime geçirdim. Saçlarımı şöyle bir düzeltip tepede topladım. Hafif bir makyaj yapıp aynada bir süre kendimi izledim. Sol kaşımın üzerindeki dikiş izi yine canımı yaktı. Bir izin bir yaradan daha çok acıttığını sadece yaşayanlar bilir. Siyah gözlerimi biraz daha ortaya çıkarırsam koyu renk saçlarımla uyumu nedeniyle bu yara izini ilk bakışta görünmez kılabilirim diye düşündüm. Sürme ve rimel bu işi halledince kendi aksime bir göz kırptım. Bu sır benim kendimle aramda sonsuza dek kalacak bir yara izi kardeşliğidir.
Birkaç eşya, iç çamaşırı, diş fırçam falan işte… Hayatım kadar sıradan şeylerimi sırt çantama, kalan yükümü yüreğime tıkıştırıp… Bir şey… Hah! Kitaplarım tabi ki. Az kalsın unutacaktım. Gerçi artık e-kitap diye bir şey var ama sayfalara dokunmanın büyüsünün yerini bir türlü alamıyor. Sırt çantama dört tanesini sığdırmaya çalıştım. Yok. Olmuyor. Sadece üç gün için dört kitabı ne yapacaktım acaba? ‘’Kırmızı Pazartesi’’ kesinlikle iyi bir seçim ve bir de ‘’Sabahattin Ali’nin Tüm Şiirleri’’ olursa bu iş tamamdır. Keşke geçmişin yüklerinden de bu kadar kolay kurtulabilseydim. Neyse ki yanıma iki sağlam yol arkadaşı aldım da kafamdaki öcülerin beynimi kemirmesine kısa aralar verebileceğim.
- Sen benim güzeller güzeli kardeşimsin. Şu kömür karası gözlerine baktıkça kendimi hiç suçlu hissetmiyorum. Hem biz Âdem’in çocukları değil miyiz? Biz en baştan beri böyle çoğalmadık mı? Bak, seni Allah benim olasın diye gönderdi. Eğer öyle olmasaydı bana bu duyguları verir miydi? Şu dokunduğum gül yanakları, şu sırma saçları, şu öptüğüm kiraz dudakları başkasına vermek nimete hakarettir. Bu insanın başını döndüren kokunun başka bir adamın başını döndürmesine izin vereceğime seni ellerimle boğarım. Beni anlıyor musun küçüğüm. Sen benimsin ve hep öyle kalacaksın. Bunu da ikimizden başka kimse bilmeyecek. Eğer bir kişi bile öğrenecek olursa Allah bizi cezalandırır ve cehenneme gideriz. Cehennem çok korkunç bir yer. Oraya gitmek istemezsin değil mi prenses?
Sağ elimle sol bileğimi öyle sıkmıştım ki tırnaklarımın etime geçmesiyle kendime gelebildim. Oturduğum koltukta yerde duran sırt çantama boş boş bakıyordum. ’’Sadece dokuz yaşındaydım. Bana yaptığı kötülüğün kötülük olduğunu bilmediğim halde bana yaptıklarından tiksiniyordum’’ dedim çantamın üstünde duran kitaba bakarak. Derimin her yerinde gezinen o elleri düşündükçe her gün daha fazla nefret ediyorum kendi etimden. Ellerimi göğüslerime götürünce hıçkırıklarımı duymaya başladım. ‘’Bunlar’’ demişti. ‘’İşte bu gül goncası memelerinin tadı sen büyüdükçe daha da güzelleşiyor prenses’’. On ikinci yaş günümde ben bebekken ölmüş babam da dâhil tüm erkeklerden nefret etmemi sağlayan hediyemi vermişti abim. Önceleri sadece dokunduğu ve öptüğü vücuduma artık sahip olmuştu. Annemse fakirliğin çamurunda boğazına kadar batmış bir halde bulduğu her işi yapmakla meşguldü. Ev temizliğinden tut, bulaşıkçılık, başkalarının eşyalarını yıkamak, ev yemekleri yapmak… Tek yapmadığı şey çocuklarının unuttuğu gözlerine bakmaktı. Sadece bir kez baksa çektiğim acıyı bağıra çağıra ona anlatacaklardı gözlerim. O, beni yirmi beş yaşındaki işsiz ve işe yaramaz abime emanet ettiğinden gözü arkada kalmadan diğer ihtiyaçlarımız için koşuşturup duruyordu sadece. Benim acı içinde öldüğümü hiçbir zaman görmedi. Görmek istediğinde ise artık çok geçti. On üç yaşımda abimi öldürdüğümde ancak gözlerime bakmasını sağlayabilmiştim. ‘’Sen benim yıllar sonra gelen mucizemdin. Neden?’’ diye sorduğunda yüzüne donuk gözlerle baktım. Kulağına eğilip ‘’Abim ise beni Allah’ın onun olayım diye gönderdiğini söylemişti. Hanginize inanmalıyım?’’ dedim. ‘’Gözlerime bakmak için çok geç kaldın anne ‘’ dedikten sonra ellerimde kelepçelerle ayrıldığım o eve bir daha hiç dönmedim. İşte bu gün annemin cenaze törenine katılmak için (ki bu sadece sıradan bir görevden fazlası değil) kâbuslarımın hala nefes aldığı o dört duvara gidiyorum.
‘’Taşıdığım bunca gönül yüküyle belki de bu otobüsün en ağır yolcusu benim’’ diye düşündüm seyahat edeceğim otobüse binerken. Şoförün hemen arkasındaki koltuğun cam kenarına yerleşirken bir gürültü koptu kapı önünde. Bir kadınla şoför sert bir tartışma halinde otobüse bindiler. Konuşmalardan anladığım kadarıyla kadın bayan yanı bileti olmasına rağmen bir erkek yolcu ile yan yana yolculuk yapacağını öğrenip olay çıkarmıştı. Seyahat şirketi görevlileri topu şoföre atıp kadın yolcu ile ikisini baş başa bırakmışlardı. Tüm biletler satıldığından çözümü otobüs içinde halledin deyip aradan çekilmişler. Ne mi oldu? Gürültücü hanım efendiyi benim yanıma oturtarak yine bir marazdan nasibi almamı sağladı kader. Kadın yanıma oturduktan sonra bir süre daha söylenip sustu. Derin bir nefes alıp bana dönerek baştan aşağı süzdükten sonra konuşmaya başladı.
- Merhaba, bunca şamata ile sizi de rahatsız ettim. Kusura bakmayın. Aslında bu kadar tahammülsüz biri değilimdir. Ama hem hata yapıp hem de bu kadar pişkin olmaları canımı çok sıktı. Sadece bayan yanı istedim. Bunu başarmak çok mu zor?
Böyle bir sohbetin başlamasına hiç hazırlıklı olmadığım için ilk önce afalladım. Yutkunarak zaman kazanırken kadını yan gözle şöyle bir inceledim. Oldukça güzel ela gözleri ve beline kadar uzun, ipek gibi kumral saçları vardı. Oda benim gibi rahat kıyafetler tercih etmişti. Orta boylu ve çok alımlı bir kadındı. Üstelik yüz hatları az önceki hırçın kadınla hiç uyumlu olmayacak derecede yumuşaktı. Nedensiz bir yakınlık hissettiğim bu kadınla sanki ortak bir geçmişimiz, ortak paylaşımlarımız olmuş gibiydi. Benim böyle hissetmeme neden olan durumu yolculuk bitmeden öğreneceğimi henüz bilmiyordum. - A! Evet oluyor bazen böyle tatsızlıklar. Geçmiş olsun size de. Takmayın artık geçti gitti. Yolculuğunuzun tadını kaçırmaya değmez.
Ağzımdan lakayt bir samimiyetle çıkan bu sözlere kendim bile şaşırmıştım. Aramızda bir anda gelişen samimiyetin etkisi ile sohbet aralıksız yarım saat kadar sürdü. Konuşmaktan çok anlaşılmaya susamış iki insanın bir otobüsün yan yana koltuklarında buluşması oldukça güzel bir tesadüftü. Öyle miydi?
Sıradan sohbetimizin içindeki sıra dışı ayrıntılar bizi ortak noktalarımıza birer birer ulaştırıyordu. Tanıştığımız andan itibaren ikimizin de isimlerimizden ve de işlerimizden soru sormayışımız ilk ortak noktamız olmuştu. İlk ortak noktamızın bu olduğunun benim kadar onun da farkında oluşu ise ikinci ortak noktamızdı artık.
Şoför ve muavinin fısır fısır kendisinin dedikodusunu yaptığını fark ettiğinde ‘’kadınlar hakkında sadece erkeklerle konuşulur. Böyle buyurdu Zerdüşt’’ deyip kahkahayı patlattıktan sonra bu kadının benim tarzım biri olduğunu tam olarak anlamıştım.
Devam eden sohbetin yerini muavinin ‘’çay mı, kahvemi’’ şeklinde limon sıkmasıyla sessizlik aldı. Oturduğum koltuğun yanına sıkıştırdığım kitabımı çıkarıp biraz okumaya karar verdim. Tam ayıracı parmaklarımın arasına alıp kaldığım sayfayı açıyordum ki;
- Demek ‘’Kırmızı Pazartesi’’. Şerefe o zaman.
Onun ne demek istediğini başımı kaldırdığımda elinde aynı kitabı kadeh gibi havada tuttuğunu görünce anladım. Aynı anda gülüştük. Her zaman bir kitabı okur gibi değil de yer gibi içer gibi hissederim. Onun da böyle bir benzetme yapması şaşırtıcıydı.
- Bu benzerliklerin arasında sanırım biz bu kitapları okuyamayacağız. - O zaman ön yargılardan bahsedelim
Kurduğu bu cümleden anladım ki oda benim gibi kitabı ilk kez okumuyordu. ’’Biz iki kadın dünyayı değiştirebilir miyiz sence? ‘’ dedim.
Hayat uzun. Filler uçuyor...
Rastgele yaptığınız saçın, 2 saat uğraştığınız saçtan daha güzel olması, hayatın bize ''fazla çabalama oluruna bırak'' deme şeklidir. :)))
Ben..
Ben :)))
Hamlet:
(...) I loved you not...
Süt gibi duru ve ak
Ekmek gibi sıcak
Bizim de
Bizim de
Günlerimiz olacak.
Güle değecek
Kuşların kanadı
Ve kuşlar sırtlarında
Gül taşıyacak
....
Irmakların geçilecek,
Fırtınaların dinecek
Bir yanı var
Ömrümüzün
Belki bir gün gülecek...
Behçet Aysan
İnsanlardaki her duygu renktir sevgili ''A''. Şimdi seni sevmenin rengindeyim.
:))))))
Maira Maria ..derin denizlerdeki ''D''..kaç rengin var?sanmam bilinsin..
beni etkiliyorsun bu açık..:)
...............
....
Maria Maria....derin denizlerdeki''D''..
kaç rengin var,sanmam bilinsin..
dinlediğin müzikler...beni etkiliyorsun bu açık..:)
...........
.......
İrem duymamak mümkün mü :)))
Kadın hakkı-2
Bir süre cevap vermeden başı önünde düşündü. Sonra sakin ve yavaş hareketlerle elini kucağındaki el çantasına götürdü ve içinden bir defter çıkardı. Sayfaları çevirirken birbirinden güzel karakalem eskizlerin olduğu bir hazinesi olduğunu anladım. Aradığını bulmuş olmalıydı ki sayfaları çevirmeyi bıraktı. Bir süre gözleri o sayfadaki resimde asılı kaldı. Sonra yüzünde tebessümle acı arasında gidip gelen bir ifade hâkimken defteri bana uzattı.
- Söyle bakalım bu sayfada ne görüyorsun. Hemen cevap vermene gerek yok. Bir süre düşünmeni tavsiye ediyorum.
Bana uzatılan şeyin bir defterden fazlası olduğunu daha resme bakmadan hissetmiştim. O bana güvenmişti ve kendi kutsalını önüme sermişti. Sayfaya bakarken elimde tuttuğum şeyin pimi çekilmiş bir bomba olduğu hissine kapılmıştım. Önce bir başkasının mahremine dâhil olmanın gerginliği ile isteksizce göz gezdirdim resme. Bir kadın silueti ve kapkaranlık bir gökyüzü…
Odaklanmak ve kafamdaki önyargılardan kurtulmak için bir süre camdan bakındım. O sessizce hiç yüzüme bakmadan kitabını okuyordu. Gözlerimi tedirginlikle yeniden resme çevirdim. Bir göl ya da deniz kenarında bir taşın üzerinde sırtı bana dönük halde oturan uzun saçlı kadın silueti yeniden karşımdaydı. ‘’Bu deniz olamaz’’ dedim sessizce. ‘’Hiç dalga izi yok.’’ Karanlıkta göl kenarında tek başına bir taşın üzerinde oturan bir kadın. Ne bir çiçek, ne bir ağaç, ne bir dalga, ne bir rüzgâr, ne de yaşama dair başka bir iz yok. İri dikiş izleriyle teyellenmiş bir gökyüzü. Baklava dilimlerini andıran dikiş izleriyle sımsıkı bağlanmış gibi. Kapkara bir gök bu! İnsanın içini sıkan, boğan bir kasvet… ‘’Ne derdin var acaba senin kadın’’ dedim içimden. Alacakaranlıkta sıkışıp kalmış bir ruhla yolculuk yaptığımın farkına vardırmak ve beni de karanlığına çekmek için, kendini benimle paylaşıyordu sanki. Benim dipsiz kuyularım bana yetmezmiş gibi.
Tam defteri ona geri verecekken sol üst köşedeki beyazlık dikkatimi çekti. Daha özenli baktığımda oraya küçük bir sökük çizildiğini gördüm. O sökükten içeriye hücum etmek için bekleyen göz kamaştırıcı bir ışık var gibi resmedilmişti. İşte o anda baktığım resmin sorduğum sorunun cevabı olduğunu anladım. Ayrıca böyle bilge bir insanla yan yana oturuyor olmaktan büyük bir heyecan duydum.
- Şimdi sen diyorsun ki hayat mükemmel bir yer değil. Hatta bazıları için fazlasıyla acımasız. Ama bir umut her zaman vardır. Öyle mi?
- Resmimi ilk bakışta anlayan tek insansın. Ve hatta diyorum ki tüm dünyayı değiştirmek için kendi gökyüzümüzün teyellerini sökmeye başlamalıyız. Bizim ışığımızın hangi karanlığı aydınlatacağını başka türlü göremeyiz.
- Bilemiyorum… ben… Umut etmek için çok geçtir belki de..
- Asla geç değildir. Sen benim hikâyemi bilmiyorsun. Emin ol asla geç olmuyor.
Mola yerine vardığımızı otobüsün içindeki hareketlilikten anladık. Bir masaya geçip çaylarımızı ve sigaralarımızı içip sohbetimize devam ettik. Onun yıllarca eşinden şiddet gören bir kadın olduğunu birkaç cümlesinden çıkardım. Bu kadar güçlü görünen bir kadının bile erkek zulmünden nasibini almış olmasına nedense hiç şaşırmadım. Ne ben nede o kişisel tek bir soru bile sormuyorduk. Ama cümlelerimizin içine yerleştirdiğimiz mesajlarla kendi çığlıklarımızı duyurmak istiyor gibiydik. Tek bir soru ile tüm geçmişimi kusmaya hazır hale gelmiştim. Tıpkı onun gibi…
Bir ara defterinden yeni bir resim bulup masaya bıraktı. Resmi önüme çekip iyice inceledim. Bu sadece bir kadın yüzüydü. Dudakları patlamış, gözü morarmış, yanağında kesiklerle bakıyordu. Bakışları donuk ve cam gibiydi. Öyle etkileyici çizilmişti ki o gözler sanki dimdik gözlerimin içine bakıyordu. Ürperdim. Biraz daha dikkatle baktığımda ise bir gözünden akmış olan tek bir damla gözyaşını fark ettim. O damlanın bir fetüs şeklinde olduğunu anladığımda yaşaran gözlerimi saklamaya çalışarak başımı kaldırıp ona baktım. O ise sadece tebessüm etti. Öyle bir tebessümdü ki o eline bir silah alıp beni iki kaşımın ortasından vursa çok daha az acı çekerdim.
Artık bizi birbirimize ilk anda yakınlaştıran şeyin geçmişin gürültülü sessizliği olduğunu anlamıştım. ‘’Kırmızı pazartesi’’… Bu günün günlerden Pazartesi olması nasıl bir tesadüftü? Farklı bir boyutta ve zamanlarda farklı şekillerde aynı canavarın kurbanı olmuşluğun rengi ise kırmızıdan başka ne olabilirdi ki?
Yolculuğun kalan kısmında ikimizde yüklerimizi yüreklerimize daha çok yüklediğimizden epeyce yorgun düşmüştük. Konuşmaya ara verip uykuya daldık, Uyandığımızda bir diğer mola yerine vardığımızı gördük. İçtiğimiz çayların mesanemize yaptığı baskı nedeniyle soluğu tuvalette aldık. Tuvaletlerin olduğu bölüm oldukça karanlık ve izbeydi. Nedense ikimizden başka kadın yolcu oraya rağbet etmedi. Böyle berbat bir dinlenme tesisinde durduğumuz için ikimizde sürekli söyleniyorduk.
İşimizi bitirip tam kapıdan çıkacakken sarhoş iki adam yolumuzu kesti. Tipleri oldukça ürkütücüydü. Saçı, sakalı birbirine karışmış, gözleri kan çanağına dönmüş iki vahşi hayvana benziyorlardı. Kıyafetleri kirli ve darmadağınıktı. Sadece alkol değil aynı anda madde kullandıklarını anlamak hiç de zor değildi. Ellerim buz gibi olmuştu. Korkudan ve panikten başım dönmeye başlamıştı. Üzerimize doğru hamle yapıp kapıyı kapattılar. Önce yanımdaki kadın davrandı ve bağırıp çağırmaya başladı. Hem yardım istiyordu hem de onlara küfürler ediyordu. Ben donup kalmıştım.
Adamlardan bir tanesi ona doğru hamle yapıp bir tokat patlattı. Kadın sendeledi ve ayağı kaydı. Dengesini bulmaya çalışırken başını lavabolardan birine çarpıp yere düştü. Yerdeki beyaz fayansların üzerine kırmızı kanı yayılmaya başladı. İsmini bile bilmediğim kadına seslenemeden diğeri beni saçımdan yakaladı. Kadın yerde hareketsiz yatıyordu. İki adam ağzımı kapatıp üzerimdekileri parçalayarak çıkarmaya başladılar. Ben debelendikçe tokat atıyorlardı. İki güçlü adama karşı koymam mümkün olamadı. Beni yere yatırıp üzerime oturdular. Bir tanesi cebinden bir bıçak çıkarıp boğazıma dayadı. ‘’Şimdi elimi ağzından çekeceğim. Eğer bağıracak olursan gırtlağını keserim’’ dedi. Yalvaran gözlerle bakıyordum. Ağzımdaki eline aldırmadan bana acımaları için yalvarıyordum. Ama onların ne gözyaşlarım nede yalvarışım umurlarında değildi. Kıyafetlerimi parçaladıkları yerlerden gördükleri etime büyük bir iştahla bakıyorlardı. Üzerimde neredeyse hiçbir parça kalmayana dek beni soydular. Bunu yaparken dudaklarımı, memelerimi, kasıklarımı ve en son cinsel organımı ısırıyor, emiyor, öpüyorlardı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum yüzüm kan içinde kalmıştı. Canımın acısını hiç duymuyordum. Arada sırada çırpınmaya çalışsam da kollarıma oturup boğazıma bıçak dayamış olan adam küçük bir kesik atıp küfürlü sözler ediyordu. ‘’Kapa çeneni orospu. Ne kıymetli malın varmış. Kim bilir kimlere verdiğin şeyi bir kez de bize versen gebermezsin. ‘’ Buna benzer ve hatta daha aşağılık cümleler kurarak hem bedenimi hem ruhumu eziyorlardı. Bunu yaparken ağızlarından salyalar akıtarak gülüyorlardı. Bir tanesi yerinden doğrulup pantolonunun kemerini çözerken diğeri göğüslerimi avuçluyordu. Ayaklarımla son bir kez kurtulmayı denesem de yediğim tekmeler ve yumruklarla iyice sersemlemiştim. Bu tecavüzden kurtulmanın bir yolu yoktu. Yolun sonuna gelmiştim.
Üzerime abanıp en sert şekilde, canımı yakarak istediğini aldıktan sonra yer değiştirdiler. Şimdi bıçağı istediğini almış olan boğazıma dayamış durumdaydı. Bense artık orada değilmişim gibi hareketsiz şekilde duruyordum. Gözlerimi tavana dikmiştim. Tavanda teyellenmiş kapkara bir gökyüzü görüyordum. Ama hiç sökük yoktu. Sonra gökyüzü abimin yüzüne dönüştü. On ikinci yaş günümü bu izbe tuvaletin tavanında bir film izler gibi seyrediyordum. İğrenç hareketler ve küfürlerle üzerimde gidip gelen adamın sesi çok uzaklardan geliyor gibiydi. Artık kendi bedenimi hissetmiyordum.
Adamlar benimle işlerini bitirdikten sonra toparlanmaya başladılar. Bu sırada zaten alkollü olan adamlardan elinde bıçak olanın ıslak zeminden dolayı dengesi bozuldu. Yere düştüğünü gördüğümde içgüdüsel hareketlerle yerimden kalkıp elinden düşürdüğü bıçağı aldım. O anda ben orada değildim. Adamın yüzü abime dönüştü. Yine annemin evde olmadığı o gün mutfak masasında bana sahip olan abime elime geçirdiğim bıçakla yaptıklarımı yaşadığım andaydım. Önce yerde olanın gözüne sapladım. Fışkıran kan tüm tuvaletin fayans duvarlarını boyadı. Sol kaşımı tuttum. O gün olduğu gibi bıçakla kendimi yaralayıp yaralamadığıma baktım.
Diğeri arkasını dönünce göz göze geldik. Ama gördüğüm diğer adam değil abimdi. Ne olduğunu tam anlayamadan bıçağı karnına sokup çıkardım. O karnını tutup şaşkınlaşmışken ikinci darbeyi indirdim. Bıçağı soktuğum karnında aşağıya doğru derin bir yarık açıp çıkardım. Sendeleyip yere düşen adamın peşinden gidip üçüncü darbeyi bacak arasına sapladım. Tuvaletin her yeri kana boyanmıştı. Her şey mutfaktaki gibi olmuştu.
İki adamında artık hareketsiz kaldığından emin olunca kadına yöneldim. Elinden hiç düşürmediği çantasındakiler yere saçılmıştı. Cüzdanı açılmış kimliği yere düşmüştü. Yine bilinçsiz hareketlerle önce kimliğini elime alıp sonra yüzüne baktım. Gözleri açık tavana bakıyordu. Gökyüzünde hiç ışık olmadığını oda biliyordu. Onun öldüğünü anlayınca tuvaletin kapısını açıp yarı çıplak bir şekilde önündeki merdivenlere oturdum Kan damlayan bıçağı hiç bırakmadan diğer elimdeki kimliğe baktım. ‘’Adı Hakkı imiş’’ dedim ağlayarak.
Karşımda dehşete kapılmış halde duran muavinle göz göze geldiğimizde buz gibi bir ses tonuyla son sözlerimi söyledim. Bir daha kendi sesimi unutacak kadar uzun süreden beridir hiç konuşmadım.
- Bugün günlerden Kırmızı Pazartesi ve KADIN HAKKI bu günde katledildi.
D...
Sallayınnnnnnnnnnnnnn kafalarııııııııııııııı wuhuwwwwwwwwwwwwwwwwwwwww
Metallica bir ilah :))))))))))))))))))))))))))
Teşekkür ederim iyi geldi..:)
sana..
İrem'cim estağfurullah :)))
Bu şarkı sana ;
Yeni bir ittifakımız daha oldu; Maria - İrem ittifakı.
Hayırlı olsun :)
Sultanım/ız :))
İrem :)))
Eywallah Maria ..müzikten anlıyorsun :)
İrem paylaşım çok iyi. Teşekkürler :))
KADIN HAKKI
Uzun zamandır bir yerden başka bir yere gitmek için otobüsü tercih etmediğimden içimde garip bir sıkıntı vardı. Şehirler arası yolculuklarda otobüse binmek benim açımdan hiç ama hiç keyifli olmamıştır. Bir yerde uzun süre oturamadığım dan otobüste geçen sürenin işkence olduğunu bile söyleyebilirim.
Dolabımdaki en rahat kotu ve en salaş bluzu üzerime geçirdim. Saçlarımı şöyle bir düzeltip tepede topladım. Hafif bir makyaj yapıp aynada bir süre kendimi izledim. Sol kaşımın üzerindeki dikiş izi yine canımı yaktı. Bir izin bir yaradan daha çok acıttığını sadece yaşayanlar bilir. Siyah gözlerimi biraz daha ortaya çıkarırsam koyu renk saçlarımla uyumu nedeniyle bu yara izini ilk bakışta görünmez kılabilirim diye düşündüm. Sürme ve rimel bu işi halledince kendi aksime bir göz kırptım. Bu sır benim kendimle aramda sonsuza dek kalacak bir yara izi kardeşliğidir.
Birkaç eşya, iç çamaşırı, diş fırçam falan işte… Hayatım kadar sıradan şeylerimi sırt çantama, kalan yükümü yüreğime tıkıştırıp… Bir şey… Hah! Kitaplarım tabi ki. Az kalsın unutacaktım. Gerçi artık e-kitap diye bir şey var ama sayfalara dokunmanın büyüsünün yerini bir türlü alamıyor. Sırt çantama dört tanesini sığdırmaya çalıştım. Yok. Olmuyor. Sadece üç gün için dört kitabı ne yapacaktım acaba? ‘’Kırmızı Pazartesi’’ kesinlikle iyi bir seçim ve bir de ‘’Sabahattin Ali’nin Tüm Şiirleri’’ olursa bu iş tamamdır. Keşke geçmişin yüklerinden de bu kadar kolay kurtulabilseydim. Neyse ki yanıma iki sağlam yol arkadaşı aldım da kafamdaki öcülerin beynimi kemirmesine kısa aralar verebileceğim.
- Sen benim güzeller güzeli kardeşimsin. Şu kömür karası gözlerine baktıkça kendimi hiç suçlu hissetmiyorum. Hem biz Âdem’in çocukları değil miyiz? Biz en baştan beri böyle çoğalmadık mı? Bak, seni Allah benim olasın diye gönderdi. Eğer öyle olmasaydı bana bu duyguları verir miydi? Şu dokunduğum gül yanakları, şu sırma saçları, şu öptüğüm kiraz dudakları başkasına vermek nimete hakarettir. Bu insanın başını döndüren kokunun başka bir adamın başını döndürmesine izin vereceğime seni ellerimle boğarım. Beni anlıyor musun küçüğüm. Sen benimsin ve hep öyle kalacaksın. Bunu da ikimizden başka kimse bilmeyecek. Eğer bir kişi bile öğrenecek olursa Allah bizi cezalandırır ve cehenneme gideriz. Cehennem çok korkunç bir yer. Oraya gitmek istemezsin değil mi prenses?
Sağ elimle sol bileğimi öyle sıkmıştım ki tırnaklarımın etime geçmesiyle kendime gelebildim. Oturduğum koltukta yerde duran sırt çantama boş boş bakıyordum. ’’Sadece dokuz yaşındaydım. Bana yaptığı kötülüğün kötülük olduğunu bilmediğim halde bana yaptıklarından tiksiniyordum’’ dedim çantamın üstünde duran kitaba bakarak. Derimin her yerinde gezinen o elleri düşündükçe her gün daha fazla nefret ediyorum kendi etimden. Ellerimi göğüslerime götürünce hıçkırıklarımı duymaya başladım. ‘’Bunlar’’ demişti. ‘’İşte bu gül goncası memelerinin tadı sen büyüdükçe daha da güzelleşiyor prenses’’. On ikinci yaş günümde ben bebekken ölmüş babam da dâhil tüm erkeklerden nefret etmemi sağlayan hediyemi vermişti abim. Önceleri sadece dokunduğu ve öptüğü vücuduma artık sahip olmuştu. Annemse fakirliğin çamurunda boğazına kadar batmış bir halde bulduğu her işi yapmakla meşguldü. Ev temizliğinden tut, bulaşıkçılık, başkalarının eşyalarını yıkamak, ev yemekleri yapmak… Tek yapmadığı şey çocuklarının unuttuğu gözlerine bakmaktı. Sadece bir kez baksa çektiğim acıyı bağıra çağıra ona anlatacaklardı gözlerim. O, beni yirmi beş yaşındaki işsiz ve işe yaramaz abime emanet ettiğinden gözü arkada kalmadan diğer ihtiyaçlarımız için koşuşturup duruyordu sadece. Benim acı içinde öldüğümü hiçbir zaman görmedi. Görmek istediğinde ise artık çok geçti. On üç yaşımda abimi öldürdüğümde ancak gözlerime bakmasını sağlayabilmiştim. ‘’Sen benim yıllar sonra gelen mucizemdin. Neden?’’ diye sorduğunda yüzüne donuk gözlerle baktım. Kulağına eğilip ‘’Abim ise beni Allah’ın onun olayım diye gönderdiğini söylemişti. Hanginize inanmalıyım?’’ dedim. ‘’Gözlerime bakmak için çok geç kaldın anne ‘’ dedikten sonra ellerimde kelepçelerle ayrıldığım o eve bir daha hiç dönmedim. İşte bu gün annemin cenaze törenine katılmak için (ki bu sadece sıradan bir görevden fazlası değil) kâbuslarımın hala nefes aldığı o dört duvara gidiyorum.
‘’Taşıdığım bunca gönül yüküyle belki de bu otobüsün en ağır yolcusu benim’’ diye düşündüm seyahat edeceğim otobüse binerken. Şoförün hemen arkasındaki koltuğun cam kenarına yerleşirken bir gürültü koptu kapı önünde. Bir kadınla şoför sert bir tartışma halinde otobüse bindiler. Konuşmalardan anladığım kadarıyla kadın bayan yanı bileti olmasına rağmen bir erkek yolcu ile yan yana yolculuk yapacağını öğrenip olay çıkarmıştı. Seyahat şirketi görevlileri topu şoföre atıp kadın yolcu ile ikisini baş başa bırakmışlardı. Tüm biletler satıldığından çözümü otobüs içinde halledin deyip aradan çekilmişler. Ne mi oldu? Gürültücü hanım efendiyi benim yanıma oturtarak yine bir marazdan nasibi almamı sağladı kader. Kadın yanıma oturduktan sonra bir süre daha söylenip sustu. Derin bir nefes alıp bana dönerek baştan aşağı süzdükten sonra konuşmaya başladı.
- Merhaba, bunca şamata ile sizi de rahatsız ettim. Kusura bakmayın. Aslında bu kadar tahammülsüz biri değilimdir. Ama hem hata yapıp hem de bu kadar pişkin olmaları canımı çok sıktı. Sadece bayan yanı istedim. Bunu başarmak çok mu zor?
Böyle bir sohbetin başlamasına hiç hazırlıklı olmadığım için ilk önce afalladım. Yutkunarak zaman kazanırken kadını yan gözle şöyle bir inceledim. Oldukça güzel ela gözleri ve beline kadar uzun, ipek gibi kumral saçları vardı. Oda benim gibi rahat kıyafetler tercih etmişti. Orta boylu ve çok alımlı bir kadındı. Üstelik yüz hatları az önceki hırçın kadınla hiç uyumlu olmayacak derecede yumuşaktı. Nedensiz bir yakınlık hissettiğim bu kadınla sanki ortak bir geçmişimiz, ortak paylaşımlarımız olmuş gibiydi. Benim böyle hissetmeme neden olan durumu yolculuk bitmeden öğreneceğimi henüz bilmiyordum.
- A! Evet oluyor bazen böyle tatsızlıklar. Geçmiş olsun size de. Takmayın artık geçti gitti. Yolculuğunuzun tadını kaçırmaya değmez.
Ağzımdan lakayt bir samimiyetle çıkan bu sözlere kendim bile şaşırmıştım. Aramızda bir anda gelişen samimiyetin etkisi ile sohbet aralıksız yarım saat kadar sürdü. Konuşmaktan çok anlaşılmaya susamış iki insanın bir otobüsün yan yana koltuklarında buluşması oldukça güzel bir tesadüftü. Öyle miydi?
Sıradan sohbetimizin içindeki sıra dışı ayrıntılar bizi ortak noktalarımıza birer birer ulaştırıyordu. Tanıştığımız andan itibaren ikimizin de isimlerimizden ve de işlerimizden soru sormayışımız ilk ortak noktamız olmuştu. İlk ortak noktamızın bu olduğunun benim kadar onun da farkında oluşu ise ikinci ortak noktamızdı artık.
Şoför ve muavinin fısır fısır kendisinin dedikodusunu yaptığını fark ettiğinde ‘’kadınlar hakkında sadece erkeklerle konuşulur. Böyle buyurdu Zerdüşt’’ deyip kahkahayı patlattıktan sonra bu kadının benim tarzım biri olduğunu tam olarak anlamıştım.
Devam eden sohbetin yerini muavinin ‘’çay mı, kahvemi’’ şeklinde limon sıkmasıyla sessizlik aldı. Oturduğum koltuğun yanına sıkıştırdığım kitabımı çıkarıp biraz okumaya karar verdim. Tam ayıracı parmaklarımın arasına alıp kaldığım sayfayı açıyordum ki;
- Demek ‘’Kırmızı Pazartesi’’. Şerefe o zaman.
Onun ne demek istediğini başımı kaldırdığımda elinde aynı kitabı kadeh gibi havada tuttuğunu görünce anladım. Aynı anda gülüştük. Her zaman bir kitabı okur gibi değil de yer gibi içer gibi hissederim. Onun da böyle bir benzetme yapması şaşırtıcıydı.
- Bu benzerliklerin arasında sanırım biz bu kitapları okuyamayacağız.
- O zaman ön yargılardan bahsedelim
Kurduğu bu cümleden anladım ki oda benim gibi kitabı ilk kez okumuyordu. ’’Biz iki kadın dünyayı değiştirebilir miyiz sence? ‘’ dedim.
Devam edecek...
D...
- Tımarhane duvarı size neyi çağrıştırıyor?
+ İçinde sevgi olmayan her yeri....
sen beni bide onun yanında gör ;))))))