Elektrik-Elektronik Mühendisliği, mühendislik fakültelerine bağlı en köklü ve geniş kapsamlı bölümlerden biridir. Bu disiplin, elektrik, elektronik, haberleşme ve kontrol sistemleri gibi alanları kapsayarak hem teorik hem de uygulamalı bilgi gerektirir. EEM mezunları, elektrik enerjisinin üretimi, iletimi, dağıtımı ve kullanımıyla ilgilenmenin yanı sıra elektronik devreler, mikrodenetleyiciler, haberleşme sistemleri, kontrol ve otomasyon teknolojileri gibi alanlarda da uzmanlaşırlar. EEM eğitimi kapsamında öğrenciler şu temel dersleri alırlar:
- Elektrik Devreleri: Mühendisliğin temel taşlarından biri
- Elektromanyetik Alan Teorisi: Fizik ve matematik altyapısının güçlendirilmesi
- Elektronik (Analog/Dijital): Modern teknolojinin temeli
- Sayısal Tasarım: Dijital sistemlerin tasarımı
- Mikrodenetleyiciler/Mikroişlemciler: Gömülü sistemlerin kalbi
Elektrik, modern dünyada her an karşılaştığımız bir olgudur. Elektrikli cihazlardan, elektrikle çalışan makinelerden her yerde elektrik akımlarını görmekteyiz. Ancak elektrik yalnızca dışarıda değil, vücudumuzda da hayati bir öneme sahiptir. Elektrik, atom seviyesinde başlar ve insan vücudunun işleyişine kadar uzanır. İnsan bedeni, her fonksiyonunu elektriksel sinyaller aracılığıyla yerine getirir. Bu yazıda, elektriksel sistemin insan vücudundaki rolünü, biyolojik sistemlerdeki avantajlarını ve elektrik ile insan sağlığı arasındaki ilişkiyi ele alacağız. Elektrik, atomların yapısında bulunan protonlar, nötronlar ve elektronlardan kaynaklanır. Protonlar pozitif, elektronlar ise negatif elektrik yüküne sahiptir. Normalde bir atom, eşit sayıda proton ve elektron içerir, bu da atomun nötr olmasını sağlar. Ancak atom fazla bir elektron kazandığında negatif, kaybettiğinde ise pozitif yüklü olur. Bu yük dengesizlikleri, bir elektron akımına yol açarak elektrik üretir. Elektrik, elektronların hareketinden doğan bir enerji biçimi olarak tanımlanır. İnsan vücudu, bu enerji olmadan çalışamaz; her an elektriksel aktivitelerle işler. İnsan vücudunun tüm işlevleri elektriksel sinyallerle kontrol edilir. Sinir sistemi, vücutta elektrikle çalışan temel bir yapıdır. Beyinden gelen elektriksel sinyaller, vücuda dağılır ve kas hareketlerini, organların işlevlerini, hatta düşünceleri ve duyguları yönlendirir. Kalp atışı, sindirim, hücresel faaliyetler gibi tüm yaşamsal işlemler elektrikle gerçekleşir. Örneğin, kalbi durmuş bir hastaya ilk olarak elektrik şoku uygulanması, elektriksel sistemin vücutta ne denli kritik bir işlevi olduğunu gösterir. Vücutta elektriksel dengenin sağlanması, yaşamın devamı için gereklidir. Elektriksel sinyallerin iletilmesi, tüm biyolojik fonksiyonların yerine getirilmesini sağlar. Sinir hücreleri arasındaki elektriksel bağlantılar, insan beynindeki bilgileri taşıyan kablolar gibidir. Bir sinir hücresinden diğerine iletilen elektriksel uyarılar, vücudun her noktasına bilgi taşır ve vücudun işlemesi için gerekli olan tüm bilgiyi sağlar. Aynı zamanda biyoelektrik sistem, vücudun kendi kendini tamir etmesini sağlar. Bir parmağınızda oluşan kesik, elektriksel bir düzen sayesinde hızla iyileşir. İnsan vücudu, mükemmel bir elektriksel düzene sahiptir. Her organ, her hücre, her fonksiyon, elektriksel sinyaller aracılığıyla bir arada işler. Bu karmaşık düzen, evrimsel bir sürecin ürünü olamaz. Vücudun bu kadar karmaşık ve düzenli bir şekilde çalışabilmesi için bir yaratıcının varlığı gereklidir. İslam’da, Allah’ın yarattığı her şeyin en güzel ve en mükemmel olduğu vurgulanır. Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın insanı bir damla sudan yarattığı ve ona ruhundan üflediği belirtilir: " O yarattığı her şeyi en iyi yapmış ve insanı yaratmaya çamurdan başlamıştır. Sonra onun neslini özden küçültülmüş bir sudan yapmıştır. Sonra ona biçim verdi. Ve ona ruhundan üfledi. Size duyma yetisi, ve gözler ve kalpler yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz?"(Secde Suresi, 7-9). Bu ayet, insan vücudunun sadece fiziksel değil, elektriksel ve biyolojik olarak da Allah tarafından yaratıldığını vurgular. Evrim hipotezi, canlıların rastlantılar sonucu ortaya çıktığını öne sürer. Ancak insan vücudundaki elektriksel sistemin karmaşıklığı, rastlantılarla açıklanamayacak kadar mükemmel bir düzene sahiptir. Bir sinir hücresinin işlevini yerine getirmesi, atomların doğru sırayla, doğru zamanda ve doğru şekilde birleşmesini gerektirir. Bu, bir tesadüf sonucu olamayacak kadar mükemmel bir düzendir. Evrimci biyolog Hoimar Von Ditfurth, canlı yapıların tesadüfen ortaya çıkmasının istatistiksel olarak imkansız olduğunu belirtir ve biyolojik işlevleri yerine getiren bir protein molekülünün doğru bir şekilde ortaya çıkmasıyla açıklanamayacağını tartışır. İnsan vücudundaki elektriksel sistemin en büyük avantajlarından biri, kendi kendini tamir edebilmesidir. Örneğin bir yaralanma durumunda vücut hızla iyileşir ve bu iyileşme elektriksel bir düzen ile gerçekleşir. Ayrıca vücudun kullandığı elektrik enerjisi son derece azdır ancak bu enerji çok çeşitli işlevleri gerçekleştirmek için kullanılır. Buna karşın insan yapımı elektrikli cihazlar genellikle tek bir fonksiyonla sınırlıdır ve yüksek miktarda enerji harcar. İnsan vücudundaki elektriksel sistem yaşamın temelini oluşturur. Elektrik, atom seviyesinden organ işlevlerine kadar her noktada etkili bir rol oynar. Vücudun elektriksel düzeni, evrimsel bir sürecin ürünü olamayacak kadar kusursuzdur ve bu durum Allah’ın yaratıcı gücünü gösterir. İnsan biyolojik ve elektriksel sistemlerinin mükemmel işleyişi sayesinde hayatta kalır. Her bir organ, her bir hücre, her bir elektriksel sinyal Yüce Allah’ın kudretiyle işler. Bu mükemmel düzenin varlığı tesadüflerle açıklanamayacak kadar karmaşıktır ve yaratılışın yüceliğini gözler önüne serer.
Kur'an-ı Kerim, Allah'a ortak koşmayı en büyük günah olarak tanımlamaktadır. Nisa Suresi 48. ayette şöyle buyrulmaktadır: "Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar ve Allah'a ortak koşan gerçekten büyük bir iftira etmiştir." Bu ayetten açıkça anlaşıldığı üzere, Allah'ın en büyük azabının şirk koşanlara yönelik olduğu belirtilmektedir. Şirk, insanın Allah'tan başka bir varlığı O'na eş koşması, yani uluhiyet ve Tanrı'lıkta ortak kabul etmesidir. Bu bağlamda, Allah'ın bağışlamayacağını açıkça ifade ettiği tek günah şirk iken, diğer günahların bağışlanmasının mümkün olduğu belirtilmektedir. Ancak bazı hadislerde, bu Kur'ani ilkeye aykırı ifadelerle karşılaşılmaktadır. Buhari'de yer alan bir hadiste şöyle denilmektedir: "Cehennemde en şiddetli azaba uğratılacak kişiler ressamlardır." Bu hadis, Kur'an'ın açık hükmü ile çelişmektedir. Eğer en büyük günah Allah'a ortak koşmaksa, en büyük azaba uğrayacak olanların da müşrikler (şirk koşanlar) olması gerekir. Ressamların en büyük azaba uğrayacak kişiler olarak gösterilmesi, doğrudan bu Kur'ani ilkeyi ihlal etmektedir. Ayrıca, bu hadis birçok mantıksal soruyu da beraberinde getirmektedir.
1. Eğer ressamlar en şiddetli azaba uğrayacaksa, fotoğrafçılar ve grafik tasarımcılar gibi sanatsal işler yapanlar ne olacak?
2. Fotoğraf makinelerini, yapay zeka araçlarını ve bu araçları geliştirenleri bu hükme dahil etmek gerekmez mi?
3. Telefonlarla fotoğraf çeken insanlar ve bu telefonları üreten mühendisler de bu kapsama girer mi?
4) Evleri boyayanları, duvarlar üzerine resim yapanları bu hükme dahil etmek gerekmez mi?
Bu mantık silsilesi, ilgili hadisin uygulanabilirliğini ve doğruluğunu sorgulatmaktadır. Ayrıca, Hafız Zehebi'nin Büyük Günahlar kitabında yer alan bir başka hadise göre, en şiddetli azaba uğrayacaklar satranç oynayanlardır. Bir hadisin ressamları, diğerinin ise satranç oynayanları hedef alması, hadisler arasında birbiriyle çelişen ifadelerin bulunduğunu göstermektedir. Kur'an'da hiçbir ayette ressamların ya da satranç oynayanların cehennemde en şiddetli azaba uğrayacakları belirtilmemiştir. Bu tür rivayetlerin Kur'an'ın temel öğretilerine aykırı olduğu açıkça görülmektedir. Kur'an, Allah'ın sözüdür ve değişmezdir. En'am Suresi 34. ayette belirtildiği üzere "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur." Bu nedenle, Buhari'deki ve diğer kaynaklardaki bu tür hadislerin, Kur'an ile uyumlu olmayan uydurma rivayetler olduğu açıktır. Kur'an, insanların düşünce ve sanat faaliyetlerini yasaklayan veya kınayan hiçbir ifadeye yer vermemektedir. Tarih boyunca, dini inançları ve uygulamaları kontrol altına almak isteyen münafıklar ve çeşitli çıkar grupları, hadis uydurarak toplumları manipüle etmeye çalışmıştır. Buhari gibi kaynaklarda yer alan bazı hadislerin Kur'an ile çeliştiği açıktır. Bu durum, hadislerin güvenilirliğini sorgulamamıza yol açar. Kur'an, Allah'ın kelamıdır ve İslam için yeterli kaynaktır. Allah'ın affetmeyeceği tek günah şirktir. Bunun dışında, insanların sanat ve bilim gibi faaliyetlerini kınayan bir ayet bulunmamaktadır. Aksine, Kur'an insanları düşünmeye, öğrenmeye teşvik eder. "De ki: Bilenlerle bilmeyenler eşit midir? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alır." (Zümer Suresi 9) Hadisleri reddetmek her Müslümanın görevidir. Din, Kur'an'ın rehberliğinde yaşanmalı, mantık ve hikmetle desteklenmelidir. Bu bağlamda, ressamları, fotoğrafçıları ya da diğer sanatsal işleri yapan insanları cehennemin en ağır azabıyla ilişkilendiren hadislerin Kur'an ile bağdaşmadığını açıkça söylemek gerekir.
Günümüzde bilimsel bulgular ışığında vardığımız en ilginç gerçeklerden biri, dünyamızın aslında tamamen karanlık olduğudur. İnsanlık, uzun bir süre boyunca ışığın dış dünyada var olan mutlak bir gerçeklik olduğuna inanmıştır. Ancak modern bilim, ışığın yalnızca insan beyninde bir algı olarak oluştuğunu ve aslında dış dünyada ışığın var olmadığını kanıtlamıştır. Bilimsel olarak, ışık bir elektromanyetik dalgalar bütünü veya foton adı verilen enerji paketçiklerinden oluşur. Ancak bu dalgalar ya da fotonlar, bildiğimiz anlamda "parlaklık" ya da "aydınlık" değildir. Örneğin, Güneş veya bir lamba ışık saçıyormuş gibi görünse de, bu sadece beynimizin bir yorumudur. Güneş ve diğer ışık kaynakları, aslında farklı dalga boylarında elektromanyetik parçacıklar yayar. Bu parçacıklar çevremize yayılarak çeşitli etkiler oluşturur, ancak bu etkiler sadece enerjidir; bizim ışık olarak algıladığımız şey beynimizin bir üretimidir. Fotonlar, ışık dediğimiz algıya temel oluşturur. Bu parçacıklar genellikle çarptıkları atomlardan sekerek yollarına devam eder. Fotonların frekansı, yani titreşim hızı, onların enerjisini belirler. Örneğin:
Morötesi (Ultraviyole) Işınlar: Cildimize nüfuz ederek genetik materyalimizde bozulmalara yol açabilir. Uzun süre güneşe maruz kalmanın kansere neden olabilmesinin temel sebebi budur.
Kızılötesi (Enfraruj) Işınlar: Enerjilerinin bir kısmını çarptıkları yüzeylere bırakır ve ısı olarak algılanır. Örneğin, akkor haline gelmiş bir sobadan yayılan kızılötesi ışınlar, cildimiz tarafından sıcaklık olarak hissedilir.
Fotonların frekansı morötesi ile kızılötesi arasında olduğunda ise bu enerjiyi gözlerimiz algılar. Gözün retina tabakasına ulaşan bu fotonlar, elektrik sinyallerine dönüştürülerek beynimize iletilir. Biz de bu sinyalleri "ışık" ve "renk" olarak yorumlarız. Renk dediğimiz olgu da aynı şekilde tamamen beynimizin bir üretimidir. Çevremizde gördüğümüz renkli dünya, gerçekte yalnızca farklı dalga boylarındaki elektromanyetik enerjilerin bir sonucudur. Gözümüzün retina tabakasında bulunan koni hücreleri, ışığın belirli dalga boylarına tepki verir. Üç ana koni hücresi şunlardır:
1. Kırmızı
2. Yeşil
Evrim düşüncesi, yaratılış gerçeğini reddeden, materyalist bir felsefi anlayışın ürünüdür ve kökenleri antik çağlara kadar uzanır. Eski Yunan'daki ateist filozofların birçoğu evrim fikrini savunmuş, bu anlayış modern bilimle birlikte yeniden gündeme gelmiştir. Ancak modern bilimin doğuşu ve gelişmesinde ateist felsefelerden ziyade Allah inancının teşvik edici rolü daha belirgin olmuştur. Leonardo da Vinci, Kopernik, Kepler, Galileo gibi bilim insanları; paleontolojinin babası Georges Cuvier; botanik ve zoolojinin öncüsü Linnaeus; ve Isaac Newton gibi isimler, bilimsel çalışmalarını Allah'ın yarattığı evreni keşfetme ve bu yaratılıştaki detayları görme amacıyla gerçekleştirmiştir. Albert Einstein da Allah inancına sahip bir bilim insanı olarak, "Dinsiz bir bilime inanmak imkansızdır" diyerek iman ve bilimin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu ifade etmiştir. Modern fiziğin kurucularından Max Planck da bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkesin, bilimin temelinde iman bulunduğunu kabul edeceğini belirtmiştir. Evrim hipotezi, antik materyalist felsefelerin 19. yüzyılda yeniden canlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Materyalizm, doğayı yalnızca maddi etkenlerle açıklamaya çalışır ve yaratılışı reddeder. Bu anlayış, canlı ve cansız varlıkların rastlantılar sonucu ortaya çıktığını ve düzen kazandığını savunur. Ancak bu bakış açısı, insan aklının düzen gördüğünde bir düzenleyici iradenin varlığını kabul etme eğilimine ters düşmektedir. Charles Darwin, evrim hipotezinin günümüzdeki şeklini ortaya atan isim olarak bilinir. Ancak Darwin, biyoloji eğitimi almamış, amatör bir doğa bilimciydi. H.M.S. Beagle gemisindeki gezisi sırasında farklı canlı türlerini gözlemlemiş, özellikle Galapagos Adaları'ndaki ispinoz kuşlarının gagalarındaki farklılıklardan etkilenmiştir. Bu gözlemlerinden hareketle, canlılardaki çeşitliliğin çevreye uyum sağlama çabasından kaynaklandığını varsaymıştır. Darwin, tüm canlıların ortak bir atadan türediğini ve doğal seçilim yoluyla farklılaştığını öne sürmüştür. Darwin'in hipotezi, bilimsel bulgularla desteklenmemiş bir varsayım olarak kalmıştır. Kendi kitabında "Teorinin Zorlukları" başlığı altında hipotezinin sorunlarını itiraf etmiştir. Bunlar arasında fosil kayıtlarının yetersizliği, canlılardaki karmaşık organların (örneğin göz) tesadüflerle açıklanamaması ve içgüdülerin mekanizması gibi konular yer almıştır. Amerikalı fizikçi Lipson, Darwin'in hipotezinin güven eksikliğini vurgulamış ve göz gibi kompleks yapıların evrimle açıklanabilirliğine şaşırdığını ifade etmiştir. Ayrıca, genetik biliminin gelişimi Darwin'in hipotezine ciddi darbeler vurmuştur. Avusturyalı botanikçi Gregor Mendel'in 1865'te keşfettiği kalıtım yasaları, genetik bilginin tesadüflerle açıklanamayacak kadar detaylı ve planlı olduğunu ortaya koymuştur. DNA’nın yapısının keşfi ve genetik biliminin ilerlemesi, Darwin'in iddialarını daha da geçersiz kılmıştır. Darwin’in hipotezinin temelinde yer alan Lamarck’ın “kazanılmış özelliklerin aktarılması” tezi, genetik bilimindeki ilerlemelerle çürütülmüştür. Günümüzde, evrim hipotezi hâlâ bazı çevrelerde savunulsa da, bilimsel olarak ciddi açmazlarla karşı karşıyadır. Canlılardaki biyolojik komplekslik, bilinç, içgüdüler ve yaşamın kökeni gibi temel sorular, evrim hipotezi ile tatmin edici şekilde açıklanamamaktadır. Evrim düşüncesi, materyalist felsefenin bir ürünü olarak ortaya çıkmış ve bilimsel bulgular yerine varsayımlara dayalı bir hipotez olarak kalmıştır. Modern bilim, evrenin bir yaratıcı tarafından düzenlendiğini kabul eden bir imanla şekillenmiştir. Bilim tarihine yön veren birçok bilim insanı, çalışmalarında Allah'ın yaratışındaki hikmeti görmeye çalışmış ve bu inançlarıyla büyük keşiflere imza atmıştır. Evrim hipotezi ise, bilimsel dayanaklardan çok, materyalist felsefenin bir yansıması olarak değerlendirilmektedir.
Evrim hipotezinin temeli, fosil kayıtlarında türler arasında görülen geçiş formlarına dayanmaktadır. Ancak, fosil kayıtları oldukça eksiktir ve bu geçiş formlarına dair yeterli kanıt sunulmamaktadır. Evrimci bilim insanları, fosil bulgularını türlerin evrimsel geçişlerini kanıtlamak için kullanmaya çalışırken, çoğu zaman bu fosillerin herhangi bir tür değişimini net bir şekilde gösteremediği anlaşılmaktadır. Örneğin, Australopithecus'un insanın atası olduğu öne sürülse de, son yıllarda yapılan araştırmalar bu görüşün geçerliliğini yitirdiğini ortaya koymuştur. Fosil kayıtlarında yer alan "ara formlar", evrimci anlayışın aksine genellikle türler arası belirgin farklar gösterir ve geçiş sürecinin daha karmaşık olduğu gösterilmektedir. Evrim hipotezi, farklı türler arasındaki genetik benzerliklerin, bu türlerin ortak bir atadan türediğini gösterdiğini iddia eder. Ancak genetik bilimdeki yeni bulgular, türler arasında görülen benzerliklerin, tek bir atadan türemekle açıklanamayacak kadar karmaşık olabileceğini gösteriyor. Evrim hipotezi, biyolojik çeşitliliğin doğal seleksiyon ve rastlantısal mutasyonlarla ortaya çıktığını öne sürer. Ancak, doğada gözlemlenen karmaşık biyolojik yapılar ve sistemler, tesadüfi süreçlerin bir sonucu olarak açıklanabilir mi? Örneğin, göz, kalp, beyin gibi organlar, son derece düzenli ve uyumlu çalışır. Bu tür yapıların evrimsel bir süreçle tesadüfen meydana gelmesi pek olası değildir. Tasarımcı bir zekâya ihtiyaç duyduğu düşünülen bu organlar, tesadüfi süreçlerin ve doğal seleksiyonun ötesinde bir amaca hizmet eder. Evrim hipotezinin karmaşık biyolojik yapıları açıklamada yetersiz kaldığı açıktır. Evrim, biyolojik çeşitliliğin evrimsel süreçlerle arttığını savunur. Ancak bu süreçlerin çoğu zaman yeni ve işlevsel türler yaratmadığı, aksine zararlı mutasyonlarla türlerin varlıklarını sürdüremedikleri görülmektedir. Genetik mutasyonlar, çoğu zaman canlıların hayatta kalmasını zorlaştırır. Bu durumda, evrimsel süreçlerin biyolojik çeşitliliği yaratmak yerine, çoğu zaman zararlı etkiler yarattığı söylenebilir. Doğal seleksiyon, her zaman daha güçlü türleri ayırmakta başarılı olamayabilir. Bu, evrimci bir bakış açısının biyolojik çeşitliliği açıklamada eksik kaldığına dair bir kanıt olarak değerlendirilebilir. İnsanların maymunlardan türediği iddiası, evrim hipotezinin merkezinde yer alır. Ancak, insanın kökeni üzerine yapılan araştırmalar, insanın kökeninin çok daha karmaşık ve benzersiz bir süreç olduğunu gösteriyor. İnsan, yalnızca biyolojik değil, kültürel, sosyal ve zihinsel anlamda da eşsizdir. Evrimci bakış açısı, insanın bu karmaşıklığını tam olarak açıklayamaz. Homo sapiens’in ortaya çıkışı, biyolojik ve genetik açıdan oldukça özgündür ve bu, evrimsel bir geçişin ötesinde bir tasarımın işareti olabilir. İnsanlığın gelişimi, yalnızca biyolojik değil, entelektüel ve ruhsal bir yükselişi de içerir. Evrim hipotezi, bilimsel bir temele dayandığını iddia etse de, birçok açıdan eleştirilebilir. Fosil kayıtlarındaki eksiklikler, genetik benzerliklerin yanıltıcı olması, karmaşık biyolojik yapıların tesadüflerle açıklanması, evrim hipotezinin güvenilirliğini sorgulayan önemli faktörlerdir. Evrim, biyolojik çeşitliliği ve insanın kökenini tam anlamıyla açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Bunun yerine, karmaşık yapılar ve türlerin varlığı, bilinçli bir tasarımı işaret ediyor. Evrim karşıtı bir bakış açısı, bu eksiklikleri ve hataları vurgulayarak, insan ve doğa hakkında daha derin ve anlamlı bir anlayışa ulaşmayı amaçlar.
Evrim hipotezi, biyolojideki canlıların kökenini ve çeşitliliğini açıklama çabası olarak uzun yıllardır tartışmaların merkezinde yer almıştır. Ancak hipotezin öne sürdüğü iddialar hem akıl hem de bilimle çelişmektedir. Hayatın kökenine dair sunduğu açıklamaların bilimsel dayanaktan yoksun olduğu, fosil kayıtlarının ara türlerin varlığını desteklemediği, öne sürülen evrim mekanizmalarının ise hiçbir evrimleştirici etkisinin olmadığı, bilimsel verilerle ortaya konmaktadır. Buna rağmen, evrim hipotezi materyalist felsefenin ideolojik bir dayanağı olarak ısrarla savunulmakta ve bilimin gündeminde tutulmaktadır. Evrim hipotezini savunan çevrelerin çoğu, materyalist felsefeye bağlıdır. Materyalizm, maddenin ve fiziksel süreçlerin her şeyin kaynağı olduğunu savunan bir anlayıştır. Harvard Üniversitesi’nden ünlü genetikçi Richard Lewontin'in şu sözleri, bu ideolojik bağlılığı açıkça ortaya koymaktadır: > “Bizim materyalizme bir inancımız var, ‘a priori’ (önceden kabul edilmiş) bir inanç bu... Materyalizme olan bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.”(The Demon-Haunted World, The New York Review of Books, 9 Ocak 1997) Bu itiraf, evrim hipotezinin bilimsel bir hipotezden ziyade, materyalizmi desteklemek için oluşturulmuş bir dogma olduğunu göstermektedir. Gerçekten de evrim hipotezi, yaşamın cansız, bilinçsiz maddeden, zamanla oluştuğunu iddia eder. Ancak bu iddia, bilimsel gözlem ve mantık kurallarıyla çelişmektedir. Bilimsel veriler, evrim hipotezinin gerektirdiği ara türlerin varlığını desteklememektedir. Fosil kayıtları, canlıların ani bir şekilde, eksiksiz ve kompleks yapılarla ortaya çıktığını göstermektedir. Bu durum, evrim hipotezinin öne sürdüğü kademeli değişim fikrini çürütmektedir. Örneğin, fosil kayıtlarında hiçbir ara form bulunamayan türler arasında kuşlar, balıklar ve memeliler yer alır. Kur'an'da da bu gerçek şu şekilde ifade edilir: > "Ve göğü yükseltti. Ve mizanı koydu." (Rahman Suresi, 7-8) Fosil kayıtlarının eksikliği, yaratılış gerçeğini işaret etmektedir. Allah, tüm canlıları üstün bir akıl ve bilgiyle yaratmıştır. Evrim hipotezinin bu gerçeği reddetmesi, bilimsel bir temele değil, ideolojik bir inada dayanmaktadır. Evrim hipotezinin bu kadar yaygın kabul görmesinin ardındaki sebep, onun bilimsel bir hipotez değil, materyalist bir inanç sistemi olarak benimsenmesidir. Bu durum, Kur’an-ı Kerim’de bildirilen sihir kavramını hatırlatmaktadır: > “Siz atın dedi. Attıkları zaman büyük bir sihirle insanların gözlerini büyülediler ve onları dehşete düşürdüler.” (Araf Suresi, 116) Materyalist ideolojiyi benimseyen çevreler, bilimsel kılıf altında, insanların akıl ve mantıkla düşünme yetilerini perdelemektedir. İnsanlar, bu büyünün etkisiyle, cansız atomların kendi kendine organize olarak Einstein gibi bilim insanlarını veya bir ceylanı oluşturduğuna inanabilmektedir. Ancak bu inanç, hem akıl hem de bilimle çelişir. Evrim hipotezini savunanların aksine, ön yargısız bir şekilde olaylara bakan bir kişi, hayatın üstün bir güç tarafından yaratıldığını açıkça görebilir. Çünkü evrendeki düzen, kusursuzluk ve akıl, bilinçsiz maddenin ürünü olamaz. Kur’an’da bu gerçek şöyle vurgulanır: > “Gökleri ve yeri hak ile yarattı. Gündüzün üzerine geceyi örter ve gecenin üzerine gündüzü örter. Ve Güneş'i ve Ay'ı emrine amade kıldı. Her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. Dikkat edin! O mutlak güç ve izzet sahibidir, çokça bağışlayandır.” (Zümer Suresi, 5) Canlıların kökenine dair bilimsel ve mantıklı bir açıklama arayan herkes, evrenin ve hayatın üstün bir yaratıcı tarafından yaratıldığını kabul edecektir. Tarih boyunca pek çok kişi ve toplum, hurafelere inanmış ve gerçeği görememiştir. Ancak büyünün etkisi geçince, hakikat tüm açıklığıyla ortaya çıkar. Kur’an, insanların bu durumunu şu şekilde ifade eder: > “Ve gerçekten cehennem için birçok cin ve insan yarattık. Kalpleri vardır onlarla anlamazlar, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir hatta daha sapkındır. Gaflet içinde olanlar işte onlardır. ” (Araf Suresi, 179) Bugün de evrim hipotezine körü körüne bağlı olanlar, hakikati görme yetilerinden mahrum bırakılmış gibidir. Ancak bu büyünün etkisi hızla azalmaktadır. Malcolm Muggeridge’in şu sözü, bu gerçeği özetler: > “Gelecek kuşaklar, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır.” Evrim hipotezi, bilimsel bir gerçek olmaktan çok, materyalist ideolojinin bir dayanağıdır. Bilim dünyasının büyük kısmı tarafından da teori olarak değil hipotez olarak kabul edilmiştir. Ateistler teori diye sunarlar hem bilimsel veriler hem de mantık, hayatın üstün bir yaratıcı tarafından yaratıldığını işaret etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de bildirilen ayetler, bu gerçeği açıkça vurgulamaktadır: > “Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. Şüphesiz ki bunda müminler için bir ayet vardır.” (Ankebut Suresi, 44) Evrim hipotezinin savunduğu iddialar, tarihin en büyük aldatmacalarından biridir ve bu büyü bozulduğunda, hakikat tüm insanlık tarafından anlaşılacaktır.
Evrim hipotezi, biyolojik çeşitliliği ve organizmaların zaman içinde nasıl değiştiğini açıklamak amacıyla öne sürülen bir hipotez olup teori olamamış ancak insanlara teori diye sunulmuştur. Ancak, evrim hipotezinin dayandığı temel prensipler ve bu hipotezin bilimsellik iddiaları üzerine ciddi eleştiriler bulunmaktadır. Evrim hipotezinin dayandığı en temel varsayım, doğadaki organizmaların zaman içinde genetik değişikliklere uğradığı ve bu değişikliklerin nesiller boyunca birikerek yeni türlerin ortaya çıkmasına yol açtığıdır. Bu süreçte, evrimci bilim insanları organizmaların bir türden diğerine dönüşmesini savunur. Ancak, bu değişimlerin büyük bir kısmı gözlemlerle desteklenmemektedir. Evrim hipotezi, özellikle mutasyonlar ve doğal seleksiyon yoluyla değişimlerin sürekli olduğunu varsayar, ancak bu süreçlerin gözlemlerle doğrulanması oldukça zordur. Evrim hipotezinin savunucuları, doğada sürekli bir evrimsel değişim olduğunu öne sürerler. Bununla birlikte, bu değişimlerin gözlemlerle doğrudan desteklenmediği ileri sürülmektedir. Modern biyolojide, evrimsel değişimlerin genellikle küçük, yavaş ve yalıtılmış süreçler olarak gerçekleştiği kabul edilmektedir. Ancak, bu tür küçük değişimlerin, evrimsel hipoteze dayanan daha büyük dönüşümleri açıklamak için yeterli olup olmadığı şüphelidir. Örneğin, bazı biyologlar evrimsel süreçlerin, doğada gözlemlenen türler arası geçiş formlarını ve "eksik bağlantıları" açıklamakta yetersiz kaldığını iddia etmektedir. Fosil kayıtlarında ve genetik incelemelerde, geçiş formunun eksikliği sıkça vurgulanan bir sorundur. Geçiş formu beklenen türler arasındaki kaybolan halkaların bulunamaması, evrim hipotezinin eksikliklerinden birini ortaya koymaktadır. Evrim hipotezinin temel mekanizmalarından biri mutasyonlardır. Ancak, mutasyonların genellikle zararlı veya nötr olduğu, nadiren faydalı değişiklikler oluşturduğu gözlemlerle belirlenmiştir. Evrimsel süreçlerde, mutasyonların yalnızca küçük değişikliklere neden olduğu, bu değişikliklerin de büyük evrimsel dönüşümlere yol açmakta yetersiz olduğu bir gerçektir. Ayrıca, evrim hipotezinin doğal seleksiyon mekanizmasına dayanan kısmı, doğal seleksiyonun yalnızca mevcut varyasyonlar üzerinden çalıştığı ve bu varyasyonların daha geniş bir evrimsel değişime yol açmadığı argümanını gündeme getirmektedir. Bu durum, doğal seleksiyonun evrimsel süreçlerde tek başına etkili olup olmadığını sorgulatmaktadır. Evrim hipotezi, bazı bilim insanları tarafından "apriori doğru" olarak kabul edilmekte ve alternatif teorilere karşı dogmatik bir yaklaşım sergilenmektedir. Evrim hipotezi, geçmişte doğa bilimi alanındaki bir ideoloji haline gelmiş, birçok bilim insanı tarafından sorgulanmadan kabul edilmiştir. Örneğin, evrim hipotezini sorgulayan bilim insanları sıklıkla "gerici" veya "bilim dışı" olarak etiketlenmiş, çalışmalarının yayınlanması engellenmiştir. Bu tür dogmatik bir yaklaşım, bilimsel özgürlüğü kısıtlamakta ve alternatif teorilerin gelişmesini engellemektedir. Evrim hipotezinin savunucuları, organizmaların tamamen doğal süreçlerle, yaratıcı bir müdahale olmaksızın evrimleştiğini iddia ederler. Ancak, bu bakış açısı, organizmaların kompleks yapılarının ve evrensel düzene karşı koyan tasarımın varlığını göz ardı etmektedir. Evrimci materyalizm, organizmaların mükemmel uyumunu ve karmaşık yapılarını açıklamakta zorlanır. Evrimsel süreçlerin yalnızca rastlantısal mutasyonlar ve doğal seleksiyonla açıklanması, biyolojik sistemlerin karmaşıklığını yeterince açıklayamamaktadır. Bu noktada, tasarımcı bir zekâ veya başka bir yaratıcı gücün varlığına yönelik daha güçlü bir argüman öne sürülebilir. Evrim hipotezi, uzun yıllardır bilim dünyasında kabul gören bir açıklama modeli olmasına rağmen, bu hipoteze dair önemli eleştiriler mevcuttur. Evrimin mekanizmaları, gözlemlerle yeterince desteklenmediği gibi, hipoteze yönelik dogmatik yaklaşım, bilimsel özgürlüğü kısıtlamaktadır. Evrimin doğada gözlemlenen her tür değişimi açıklamak için yeterli olmadığı ve doğadaki karmaşık yapıları açıklayamadığı yönündeki eleştiriler, evrim hipotezinin geçerliliğini sorgulayan önemli bir argümandır. Evrimci bakış açısının, materyalist bir dünya görüşü üzerinden savunulması, alternatif açıklamaların engellenmesine yol açmakta ve bilimsel tartışmaların önünü tıkamaktadır. Bu nedenle, evrim hipotezinin doğruluğu üzerine yapılan eleştiriler, daha kapsamlı bir bilimsel yaklaşım ve açık fikirli tartışmalar için bir fırsat sunmaktadır.
Evrim hipotezinin öne sürdüğü, türlerin zaman içinde değiştiği ve birbirlerinden türediği fikri, bilimsel alanda geniş kabul görmüş olsa da, bazı biyolojik ve genetik farklılıklar evrimsel süreçlerin doğruluğunu sorgulayan önemli veriler sunmaktadır. İnsan dışkısı ve maymun dışkısı arasındaki farklar, kromozom sayılarındaki farklılıklar ve kan grubu sistemleri gibi unsurlar, evrim hipotezinin öngördüğü ortak atadan türeme fikrini sorgulayan biyolojik veriler sunmaktadır.
1. Dışkı Farklılıkları ve Evrimsel Süreç:
İnsanlar ve maymunlar arasındaki dışkı yapısı farklılıkları, türlerin evrimsel açıdan ne kadar birbirinden farklılaştığını ortaya koymaktadır. İnsan dışkısı, daha fazla lif içerirken, maymun dışkısı daha fazla mikroorganizma ve parazit barındırır. İnsanların diyeti bitkisel gıdalardan daha zenginken, maymunlar meyve ve yaprak ağırlıklı bir beslenme düzenine sahiptir. Bu beslenme farklılıkları, iki tür arasındaki bağıntıyı ve ortak atadan türeme fikrini sorgulayan bir unsur oluşturur.
2. Kromozom Sayısındaki Farklılıklar:
İnsanlar ve maymunlar arasındaki kromozom sayısı farklılıkları, evrimsel sürecin karmaşıklığını gözler önüne serer. İnsanlar 46 kromozoma sahipken, maymunların kromozom sayısı türlerine göre değişiklik göstermektedir. Şempanzeler, goriller ve orangutanlar 48 kromozoma sahipken, bazı maymun türlerinde bu sayı farklılıklar gösterir. Bu kromozom farklılıkları, evrimsel süreçle açıklanması zor bir konu oluşturur. Eğer insanlar ve maymunlar ortak bir atadan türemiş olsalardı, bu kadar belirgin kromozomal farklılıkların bulunması beklenmezdi. Evrimsel süreç, her iki türün de aynı atadan türediği yönündeki iddiaları sorgulamaktadır, çünkü böyle bir durum bu kadar ciddi genetik farkların varlığını açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
3. Kan Grubu Sistemi ve Genetik Farklılıklar:
Evrim hipotezi, canlılığın kökenini açıklamaya yönelik iddialarıyla bilimsel çevrelerde uzun süredir tartışma konusu olmuştur. Bu hipotezin dayandığı temel hipotezlerden biri, ilkel dünya koşullarında amino asitlerin ve bu amino asitlerden proteinlerin tesadüfen oluşabileceğidir. Ancak bu iddia, hem matematiksel hem de kimyasal açıdan ciddi eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır. Evrim hipotezcileri amino asitlerin ilkel dünya ortamında nasıl oluştuğunu açıklamak için Miller deneyi gibi çalışmalara atıfta bulunurlar. Miller'ın 1953'te gerçekleştirdiği deneyde, bir şişe içinde amonyak, metan, hidrojen ve su buharı gibi gazlar karıştırılarak elektrik kıvılcımlarıyla tetiklenen bir süreçte amino asit oluşumu sağlanmıştır. Ancak bu deney, pek çok bilim insanı tarafından eleştirilmiştir.
Deneyin Geçersizliği: Atmosferin Miller'ın kullandığı gaz karışımına uygun olmadığı daha sonra yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur. Atmosferin o dönemde oksijen içerdiği varsayımı, deney sonuçlarını çürütmektedir.
Ortaya Çıkan Amino Asitlerin Kullanışsızlığı: Miller deneyinde üretilen amino asitlerin çoğu, canlı organizmalarda bulunanlarla uyumsuzdur. Bu amino asitler düzensiz ve kullanışsız yapılara sahiptir.
Evrim hipotezinin ikinci aşamasında, amino asitlerden proteinlerin oluşumu gibi daha büyük bir problem bulunmaktadır. Proteinler, belirli bir dizilimle bağlanan yüzlerce amino asitten oluşan karmaşık moleküllerdir. Matematiksel ve kimyasal açıdan bu sürecin tesadüfen gerçekleşmesi neredeyse imkansızdır:
Matematiksel Olanaksızlık: Proteinlerin doğru amino asit dizilimiyle tesadüfen oluşma ihtimali, evrenin yaşı boyunca gerçekleşemeyecek kadar düşüktür.
Kimyasal Engeller: Protein sentezi sırasında amino asitler arasında peptid bağları oluşur ve bu süreçte su molekülleri açığa çıkar. Le Chatêlier prensibine göre, suyun açığa çıktığı bu tür reaksiyonlar, su ortamında gerçekleşemez. Bu durum, yaşamın kökeninin okyanuslarda başladığı iddiasını çürütmektedir.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!