Muhammed Rıdvan Kaya Şiirleri - Şair Muh ...

0

TAKİPÇİ

Muhammed Rıdvan Kaya

İslam inancında, korku, yalnızca Allah'a yöneltilmesi gereken bir duygudur. Ancak, bu duygunun yanlış yönlendirilmesi ve Allah'tan başka varlıklara duyulması, şirke, yani Allah’a eş koşmaya yol açar. Korku, insanın tavır ve davranışlarını etkileyebilecek kadar güçlü bir duygudur. Bu nedenle, korkunun doğru bir şekilde yönlendirilmesi, iman açısından son derece önemlidir. Korkunun yöneldiği varlık, eğer Allah dışında bir şeyse, bu durum kişinin inancını tehlikeye sokar. Kuran, Allah’tan başka bir varlığa duyulan korkunun şirke, yani bir varlığın Allah ile eşit görülmesine yol açacağını vurgular. Allah’a gerçekten layık olan tek korku, O'nun gücüne, kudretine ve yüceliğine duyulan korkudur. Allah, mutlak güç sahibidir. Her şey O’nun iradesiyle var olur ve O'nun dilemesi dışında hiçbir şey gerçekleşemez. Allah, bir kimseye zarar vermek istediğinde, bu zararı engelleyecek bir güç yoktur. İşte bu yüzden, yalnızca Allah’tan korkulması gerekir. Korkuyu, Allah’tan başka bir varlığa yöneltmek, o varlığın Allah'tan bağımsız bir güç ve kudret sahibi olarak kabul edilmesi anlamına gelir. Bu, bir anlamda, o varlığı ilahlaştırmaktır. Kuran, bu durumu açıkça ifade ederek, insanların yalnızca Allah’tan korkmaları gerektiğini belirtir. Nahl Suresi'nde, Allah, "İki ilah edinmeyin: O, ancak tek bir İlahtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun." (Nahl Suresi, 51-52) diyerek, insanların yalnızca Allah’a yönelmelerini ve O'ndan korkmalarını ister. Kuran, aynı zamanda Allah'ın kuluna yeterli olduğunu belirtir. Zümer Suresi'nde, Allah, "Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur." (Zümer Suresi, 36) diyerek, kulunun yalnızca Allah’a güvenmesi gerektiğini ve başkalarından korkmanın, Allah’a karşı olan güveni sarsacağını vurgular. Allah, mutlak güç sahibi olduğundan, O’ndan başka hiçbir varlık, insanın korktuğu bir güç olamaz. İslam, bu öğretiyi sürekli tekrar ederek insanlara yalnızca Allah’a güvenmelerini hatırlatır. Korkunun yanlış yönlendirilmesi, kişiyi sadece manevi anlamda tehlikeye atmakla kalmaz, aynı zamanda insanı yanlış yönlendiren gücün etkisi altına sokar. Allah’tan başkalarına duyulan korku, insanın aklını ve inancını zedeleyebilir. Bu da kişi için büyük bir tehlikedir. Kuran’da, insanların Allah’tan değil de başkalarından korkmalarının, derin bir kavrayış eksikliğinden kaynaklandığı ifade edilir. Haşr Suresi'nde, "Herhalde içlerinde 'dehşet ve yılgınlık uyandırma bakımından' siz, Allah'tan daha çetinsiniz. Bu, şüphesiz onların 'derin bir kavrayışa sahip olmamaları' dolayısıyla böyledir." (Haşr Suresi, 13) ayetiyle, Allah’tan başka varlıklara duyulan korkunun, mantık ve akıl dışı bir durum olduğunu açıkça gösterir. Allah’ın kudreti karşısında hiçbir varlık, korkuya yol açacak bir güç taşımaz. Bu nedenle, sadece Allah’a duyulan korku, kişinin akıl ve iman sağlığının bir göstergesidir. Korku, insanın hayatında önemli bir yer tutan bir duygudur, ancak bu duygunun doğru yer ve zamanda yönlendirilmesi gerekir. Allah’tan başka varlıklara duyulan korku, kişiyi şirke sürükleyebilir ve imanını tehlikeye atabilir. İslam, Allah’tan başkasına duyulan korkuyu akılsızlık olarak görür ve bunu reddeder. Kişi yalnızca Allah’tan korkmalı, O'nun gücünü ve kudretini bilmelidir. Korkunun yöneldiği yer, kişinin imanını şekillendirir ve doğru yönlendirilmediği takdirde kişinin inancı ciddi şekilde zarar görebilir.

Devamını Oku
Muhammed Rıdvan Kaya

Kur’an-ı Kerim, insanlara yol göstermek ve onların dünya ile ahiret hayatlarında başarıya ulaşmalarını sağlamak amacıyla pek çok metafor ve benzetme içerir. Bu benzetmeler, hem dönemin insanlarına hem de çağlar boyunca yaşayan insanlığa evrensel dersler sunar. Ankebut Suresi 41. ayeti, bu metaforların en dikkat çekici örneklerinden biridir. Bu ayette, Allah’ın dışında dost edinenlerin durumu, bir dişi örümceğin evine sığınmaya benzetilmiştir. Ayetin derinliklerine indiğimizde hem bilimsel hem de manevi boyutta birçok mesajla karşılaşırız.
Arapçada kelimelerin dişil ve eril çekimleri farklıdır. Ayette geçen "ittehazet" fiilinin dişiliğe göre çekimlenmesi, burada özellikle dişi örümceğin kastedildiğini açıkça ortaya koyar. Ne var ki, bazı çevirilerde bu ayrıntıya dikkat edilmemiş ve ayet yalnızca “örümcek” olarak çevrilmiştir. Oysa dişi örümcek, ağ kurma, koruma ve diğer ilginç özellikleriyle ayetteki metaforun merkezinde yer alır.
Bilimsel araştırmalar, dişi örümceklerin erkeklerden daha iri olduğunu ve ağ yapımında baskın rol oynadığını göstermiştir. Ancak dişi örümceğin en dikkat çekici özelliği, çiftleşme sonrası erkek örümceği öldürmesi ve yemesidir. Bu durum, ayetteki "evlerin en çürüğü" ifadesine ışık tutar. Dişi örümceğin evi, kendi erkeği için bile güvenilmezdir. Kendi hemcinsine bile zarar verebilen bu canlı, insanlara bir uyarı niteliğinde örnek gösterilmiştir.
Kur’an’da dostlar için kullanılan “evliya” kelimesi, “veli”nin çoğuludur ve Allah’ın dışındaki dostlara güvenmenin mahviyete sebep olacağı ifade edilir. Ankebut Suresi 41. ayette, Allah’ı bırakıp başka dostlara güvenenlerin, dişi örümceğin evine sığınanlara benzetilmesi, insanlara ciddi bir uyarı niteliğindedir. Tıpkı dişi örümceğin evi gibi, bu dostluklar da insanı mahvedebilir. Dişi örümceğin evi, kendi erkeği için nasıl bir mezara dönüşüyorsa, Allah dışındaki dostlara sığınanlar da benzer bir sonla karşılaşabilir.
Örümcek ağı, kendi kalınlığındaki çelikten daha dayanıklı bir yapıdadır ve günümüzde kurşun geçirmez yeleklerde kullanılmak üzere taklit edilmeye çalışılmaktadır. Ancak, bu kadar sağlam bir materyalle inşa edilen ev, ufacık bir çarpmayla bozulacak kadar hassastır. Bu çelişki, Allah’ın insana verdiği mesajı pekiştirir. Dişi örümceğin ipliği harika bir yapı malzemesi olsa da, bu malzeme güvenilir bir ev inşa etmez. Tıpkı bunun gibi, Allah dışında güvenilen varlıklar da güçlü görünebilir, ama aslında en ufak bir sıkıntıda insanı yüz üstü bırakır.
Ankebut Suresi’ndeki bu ayet, insanın Allah’a olan güvenini sorgulamasına ve başka varlıklara olan bağlılıklarını gözden geçirmesine vesile olur. İnsan, dünya hayatındaki her türlü güce, makama veya bireye dayanarak kendisini güvende hissedebilir. Ancak bu güven, örümceğin evine benzer; zayıf ve çürüktür. Ayet, bu durumun bir akıl tutulması olduğunu vurgular. Allah’tan başka dostlar aramak, insanı hem bu dünyada hem de ahirette felakete sürükler.

Devamını Oku
Muhammed Rıdvan Kaya

"Azrail" kelimesi, İbranice kökenli olup "ayıran" veya "bir şeyi bir şeyden çekip alan" anlamında Arapça'ya geçmiştir. Ancak, ne Kur'an'da ne de hadislerde "Azrail" ismi geçmektedir. Kur'an'da ölüm meleği veya meleklerin bu görevle ilgili olduğu belirtilirken, "Azrail" adında bir melekten söz edilmez. Bu da, Azrail'in "ölüm meleği" olduğuna dair inancın İslam'a sonradan eklenmiş bir bidat olduğuna işaret eder.
Kur'an-ı Kerim'de, ölümle ilgili olarak meleklerin görevine işaret eden ayetler bulunmaktadır. Şu ayet bu durumu açıkça ifade eder:
> "O kulları üzerinde egemendir ve üzerinize koruyucu melekler gönderir. Sizden birine ölüm geldiği zaman elçilerimiz onun canını hiç vakit geçirmeden alırlar."(En'âm, 6:61)
Bu ayette, "melekler" çoğul olarak zikredilmiş ve can almanın birden fazla meleğin görevi olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca Muhammed Sûresi 27. ayetinde de benzer bir vurgu yapılır:
> "Melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alacakları zaman, bakalım nasıl olacak?"(Muhammed, 47:27)
Bu ifadeler, tek bir can alıcı melek yerine birden fazla meleğin bu işle görevlendirildiğini açıkça ortaya koymaktadır.

Devamını Oku
Muhammed Rıdvan Kaya

Bağnaz zihniyet, insanlık tarihinin birçok döneminde farklı şekillerde kendini göstermiştir. Bu zihniyetin en çarpıcı örneklerinden biri ise kadına bakış açısıdır. Kadın, tarih boyunca bazen toplumun dışına itilmiş, bazen de horlanmış ve değersizleştirilmiştir. Bağnaz zihniyetin, kadınları sadece sosyal hayattan değil, düşünsel ve manevi haklardan da mahrum bırakma çabası, hem toplumları hem de bireyleri derinden etkilemiştir. Ancak, İslam dini kadının değerini ve toplumsal rolünü vurgularken, bağnazların ortaya koyduğu yanlış anlayışları reddeder ve kadını yücelten bir perspektif sunar. Bağnaz zihniyet, kadınları genellikle aşağılık varlıklar olarak görür ve onlara biçilen rol, evin içinde ve toplumsal hayattan izole olmuştur. Bu anlayışa sahip olanlar, kadını akılsız, yönlendirilmeye muhtaç bir varlık olarak kabul ederler. Kadınların sokakta görünmesini, araba kullanmasını, hatta kendi kararlarını vermesini engelleyen bir düşünce tarzı, onların toplumdaki yerini belirlemekteki dar bir anlayışın ürünüdür. Bu zihniyetin en tehlikeli yönlerinden biri de kadının tecavüze uğraması durumunda suçlu olarak görülmesi ve kadına şiddetin normalleştirilmesidir. Bağnazlar, kadınları sadece ev içinde ve erkeklerin gözetimi altında görmek ister, kadınların toplumsal hayatta yer almasını engellemeye çalışır. Kadının akıl ve iman açısından eksik olduğuna inanarak, onun özgürlüğünü ve haklarını kısıtlamaya yönelik pek çok hurafe üretirler. İslam, kadına karşı olan bu dar ve yanlış anlayışa karşı çıkar. Allah, Kur'an'da kadını ve erkeği takva noktasında eşit tutmuş, her iki cinsin de Allah yolunda salih ameller işlemesi, güzel ahlakı yayması ve fikren mücadele etmesi gerektiğini belirtmiştir. İslam'a göre, kadın ve erkek sorumluluklar açısından eşittir, ancak kadın Kuran’da erkeğe kıyasla daha fazla özen ve değerle takdir edilmiştir. Bağnaz zihniyetin aksine, İslam kadının akıl ve iman noktasındaki değerini vurgular. Kur'an, kadınları sadece evdeki bir nesne olarak görmemekte, aksine onların toplumsal hayatta da önemli bir yer edineceğine işaret etmektedir. İslam'da kadının yeri, onun ruhsal ve bedensel zarafetiyle eşdeğer bir konumda tasvir edilmiştir. Örneğin, kadın, Kur'an’da narin bir bitkiye benzetilmiştir. Meryem için yapılan benzetme, kadının değerini ve İslam'daki yerini anlamak açısından son derece önemlidir. Kur'an’daki “Kadın, narin bir bitki gibidir” benzetmesi, kadının zarafeti, hassasiyeti ve güzelliğiyle olan ilişkisinin altını çizer. Kadın, tıpkı güzel bir bitki gibi, özenle ve dikkatle bakım gerektiren, değerli ve nadir bir varlıktır. Allah, yeryüzündeki tüm çiçekleri ve bitkileri estetik, temizlik ve güzellik sembolü olarak yaratmıştır. Kadınla bu yaratılışın benzerliği, kadına verilen önemin bir yansımasıdır. Güzel bir bitki nasıl titizlikle korunur, özenle yetiştirilirse, kadın da İslam'da tıpkı o şekilde korunur ve değerli kabul edilir. Bu benzetme, kadının sadece fiziksel bir varlık olarak değil, aynı zamanda manevi ve entelektüel bir varlık olarak da yüksek bir değer taşıdığını gösterir. İslam, kadının içsel güzelliğine, akıl ve düşünce gücüne de büyük değer atfeder. Kadınların yalnızca fiziksel varlıkları üzerinden değerlendirilmesi, İslam’ın öğretilerine tamamen ters bir yaklaşımdır. Bu nedenle, kadının toplumda aktif bir rol üstlenmesi, kararlar alması ve kendini ifade etmesi İslam'ın özüne uygundur. Bağnaz zihniyetin değiştirilmesi, öncelikle İslam’ın doğru anlaşılması ile mümkündür. Kadınların İslam’daki yerinin doğru bir şekilde öğrenilmesi ve toplumda bu anlayışın yaygınlaştırılması gerekir. Kadınlar, ne sadece evde oturan, ne de toplumdan dışlanan varlıklar olarak kabul edilmelidir. Onlar, tıpkı erkekler gibi, Allah’ın yeryüzündeki halifeleridir ve toplumda önemli bir rol üstlenmeleri beklenmektedir. Bağnaz zihniyetin etkisinde olanların, bu yanlış anlayışları terk etmeleri ve kadının haklarını savunmaları gerektiği unutulmamalıdır. Kadın, İslam’da çok önemli bir yer tutar ve ona verilen değer, çağlar boyunca bağnaz zihniyetin sunduğu dar perspektiflerin ötesindedir. Kadının toplumsal hayattaki yeri, akıl ve imanla ilgili sorumlulukları, ona verilen zarafet ve değerle birleşerek, toplumların gelişimine büyük katkılar sağlamaktadır. Bağnaz zihniyetin, kadının bu eşsiz ve değerli konumunu göz ardı etmesi, hem kadınları hem de toplumu derinden etkiler. İslam, kadının tüm haklarını, özgürlüğünü ve değerini kutsar, onu toplumun aktif bir parçası olarak görmek gerektiğini bildirir. Bu anlayışla, bağnaz zihniyetin zararlarından arınmış bir toplum inşa edilebilir.

Devamını Oku
Muhammed Rıdvan Kaya

İslam'da kadınların örtünmesi, toplumsal ve dini bir konu olarak sıkça tartışılmaktadır. Bazı kimseler, başörtüsünü dinin en temel simgelerinden biri olarak görse de, başörtüsüne dair Kuran'daki açıklamalar bazen yanlış anlaşılmakta ve tefsirlerde farklı yorumlara yol açmaktadır.
Başörtüsü, bazı Müslüman topluluklarda kadınların dini kimliğini simgeleyen bir giyim biçimi olarak kabul edilmekte ve bu konu sıkça gündeme gelmektedir. Başörtüsünün İslam'da zorunlu olup olmadığı, kadınların örtünme biçimi ve örtünmenin anlamı, farklı düşünce sistemleri ve yaklaşımlar arasında farklılıklar göstermektedir. Ancak, başörtüsüne dair iddiaların çoğu, Kuran'da açık bir şekilde belirtilmiş olan hükümlere dayanmaz. Bu bağlamda, Kuran'ın ilgili ayetleri doğru bir şekilde yorumlamak oldukça önemlidir.
Başörtüsüne dair en sık referans verilen ayetlerden biri Nur Suresi 31. ayettir. Bu ayet, İslam toplumunda kadınların örtünme biçimi hakkında bazı hükümler sunmaktadır. Ayet şu şekilde başlar:
>"İnanan kadınlara söyle: Bakışlarını sakınsınlar ve ırzlarını korusunlar. Süslerini ancak görünenler hariç göstermesinler. Örtülerini göğüslerinin üstüne koysunlar ve süslerini kocaları, babaları, kocalarının babaları, kocalarının oğulları, kardeşleri, kardeşlerinin oğulları, kızkardeşlerinin oğulları, kadınları, malik oldukları, kadına ihtiyacı olmayan erkekler ve mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklar dışında kimseye göstermesinler. Ayaklarını vurmasınlar ki gizledikleri süsleri bilinmesin. Ey mü’minler, topluca Allah’a tevbe edin, umulur ki felaha erersiniz.’” (Nur Suresi, 31)
Bu ayet, kadınların başörtüsü takmalarını zorunlu kılmak yerine, onları süslerini ve mahrem bölgelerini yabancılara göstermemekle yükümlü tutar. Ayette geçen “başörtüsü” kelimesi, aslında “örtü” anlamına gelir ve bu örtü, kadının göğsünü kapatacak şekilde sarkıtılmalıdır. Ayette “başörtüsü” ifadesi doğrudan geçmemektedir. Buradaki “humur” kelimesi, genel anlamda örtü anlamına gelir. Kelime, herhangi bir şeyi örtmek, sarmak veya kapamak anlamına gelir.
Ayetteki “humurihinne” kelimesi, “hımar” kökünden türetilmiştir ve bu kelime, örtü anlamına gelir. Arapçadaki anlamı itibariyle “hımar”, başörtüsü anlamına gelmediği gibi, herhangi bir örtü anlamına gelir. Ayetin tamamında “başörtüsü” yerine, “örtü” kelimesi kullanılmıştır.

Devamını Oku
Muhammed Rıdvan Kaya

Boşanma, tarih boyunca hem dini hem de sosyal boyutlarıyla tartışılmış bir konudur. İslam dini, boşanmayı belirli kurallara ve sürelere bağlayarak hem kadın hem de erkeğin haklarını koruma amacı güder. Ancak, geleneksel anlayış ve mezheplerin yorumları, zamanla bu kuralları çarpıtarak farklı bir pratik oluşturmuştur. Bu yazıda, Kur’an’ın boşanma konusundaki hükümleri ve mezheplerin uygulamaları arasındaki farkları inceleyeceğiz. Kur’an’a göre boşanma, belirli şartlar altında ve sürelerle gerçekleşen bir süreçtir. Boşanma, aceleyle veya öfkeyle ağızdan çıkan birkaç sözle değil, düşünerek, karşılıklı hakları gözeterek uygulanması gereken bir olaydır. Bakara Sûresi 226 ve 227. ayetler, boşanmayı tasarlayan eşlerin dört ay boyunca beklemeleri gerektiğini, bu süre sonunda uzlaşma mümkünse evliliklerine devam edebileceklerini belirtir. Boşanma kesinleşirse, bu kararın da dikkatle alınması gerektiği ifade edilir. Kur’an, Bakara Sûresi 228. ayet ile boşanma sürecindeki kadın ve erkek haklarını dengeli bir şekilde açıklar:
> “Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde eşit hakları vardır.”
Bu ifade, boşanmanın yalnızca erkeğin inisiyatifinde olmadığını, kadının da eşit bir şekilde boşanma hakkına sahip olduğunu ortaya koyar. Ancak geleneksel anlayış, bu eşitliği göz ardı ederek, kadını pasif bir konuma itmiştir. Bakara Sûresi 229 ve 230. ayetler, boşanmanın toplamda iki kez gerçekleşebileceğini, üçüncü kez boşanmanın ise ancak araya başka bir evliliğin girmesiyle yeniden evlenme hakkı doğuracağını ifade eder. Buradan çıkan sonuç, üçüncü boşanmanın, aileyi geri dönülemez bir noktaya taşıdığı ve çiftin birbirlerine zarar vermesini engellemek için bir tedbir niteliği taşıdığıdır. Ancak, “üç talak” uygulamasıyla, bir defada söylenen “seni üç kez boşadım” ifadesinin bir anda evliliği sona erdirdiği şeklinde bir anlayış geliştirilmiştir. Bu yanlış yorum, boşanmayı basite indirgemiş ve ailevi kaoslara yol açmıştır. Kur’an, boşanmayı zamana yayarak düşünme ve uzlaşma fırsatı tanırken, bu tür aceleci uygulamalar Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Bakara Sûresi 230. ayet, üçüncü boşanmadan sonra çiftin tekrar evlenebilmesi için kadının başka biriyle evlenip boşanması gerektiğini belirtir. Bu hüküm, kadının bir mal gibi görülmesini veya küçük düşürülmesini değil, evliliğin ciddiyetini vurgulamak için getirilmiştir. Ancak bu ayet, mezhepler tarafından yanlış yorumlanarak “hülle” adı verilen ve kadının bir gece bir başkasıyla evlendirilip hemen boşanmasıyla sonuçlanan bir uygulamaya dönüştürülmüştür. Hülle, ahlaki ve dini açıdan ciddi bir sorundur. Kur’an, evlilikleri sevgi ve merhamet üzerine kurmayı hedeflerken, hülle uygulaması kadını bir araç gibi gören bir anlayışın ürünü olmuştur. Bu durum, Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlaki sınırları ihlal etmekte ve dini bir kavramı, çıkar amaçlı kullanıma dönüştürmektedir. Geleneksel mezhep anlayışları, boşanmayı Kur’an’ın hükümleri yerine hadis ve sünnet adı altında ortaya atılan rivayetlere dayandırmıştır. Örneğin: Hanefi mezhebi, tehdit altında veya öfkeyle söylenen boşanma sözlerinin geçerli olduğunu ve bu durumda çiftin yeniden evlenemeyeceğini savunur. “Hülle” uygulaması, mezhep liderlerinin fetva sistemiyle kurumsallaştırılmış ve boşanmak isteyen eşlerin maddi kazanç sağlama amacıyla mollalara başvurmasına neden olmuştur. Bu tür uygulamalar, dini öğretilerin özünden sapıldığını ve insanları mağdur eden bir sistemin ortaya çıktığını göstermektedir. Kur’an, boşanmayı düzenlerken hem kadın hem de erkeğin haklarını eşit şekilde gözetmiş, uzlaşma ve barışma yollarını teşvik etmiştir. Ancak mezhep anlayışlarının getirdiği yanlış uygulamalar, bu dengeyi bozarak birçok aileyi parçalamış ve dini değerleri zedelemiştir.
Boşanma konusunda sağlıklı bir yaklaşım geliştirmek için:
1. Kur’an hükümleri esas alınmalı, mezheplerin rivayet ve yorumlarına eleştirel bakılmalıdır.
2. Hülle gibi uygulamalar terk edilmeli ve evlilik kurumu daha saygın bir temele oturtulmalıdır.

Devamını Oku
Muhammed Rıdvan Kaya

Günümüz toplumunda, "cahiliye" terimi genellikle bilgiden yoksunluğu, kültürel ve manevi boşluğu ifade etmek için kullanılır. Bu terim, bazen geçmişteki cahiliye dönemine atıfta bulunsa da, günümüzde de modern toplumun bazı kesimlerinde benzer bir "cahiliye yaşamı" ve anlayışı gözlemlenebilmektedir. Bu yazıda, "Cahiliye Kadını" ve "Cahiliye Erkeği" üzerinden, toplumsal eleştirilerin ve bireysel yetersizliklerin nasıl şekillendiğine dair bir analiz yapılacaktır. Cahiliye kadını, toplumda var olma amacını çoğunlukla günlük, sıradan işlerde bulmuş bir figürdür. Sabahları televizyon izleyerek başlayan bir yaşam tarzı, onun düşünsel ve ruhsal anlamda ne denli boş bir dünyaya hapsolduğunun göstergesidir. Sabah kahvaltısını yaparken, magazin programlarını izlemekle vakit geçiren bu kadın, kendini uyuşturarak hayata başlar. Günlük rutini, ev işleri, yemek yapma ve temizlikle şekillenir. Bir ideali, bir davası yoktur. Kitap okumaz, düşünsel derinlikten uzak bir yaşam sürer. Sosyal hayatında ise dedikodu ve kahve falı gibi yüzeysel aktivitelerle zaman geçirmeyi tercih eder. Cahiliye kadınının hayatındaki temel eksiklik, kendi benliğini ve potansiyelini keşfetmek yerine, dış dünyadan gelen her türlü etkiye kendini teslim etmesidir. Televizyon dizileri gibi kitle iletişim araçları, ona düşünmeden izlenecek bir dünya sunar. Bu şekilde, düşünsel ve manevi bir boşluk içinde hayatta yalnızca günlük yaşamın ihtiyaçları etrafında dönerek varlık gösterir. Bununla birlikte, toplumun birçok farklı kesiminden gelen "ideal" kadın imgeleriyle şekillenen bu yaşam tarzı, kadının entelektüel ve manevi dünyasını ne yazık ki daraltır. Cahiliye erkeği de benzer şekilde, toplumun kendisine dayattığı normlar ve değerlerle şekillenen bir yaşam sürer. Gününü kahvede maç izleyerek geçirirken, tuttuğu takımın oyuncularının her birinin adını ezbere bilmesine rağmen, dini ve manevi sorumluluklarına kayıtsızdır. Kuran’ın anlamını anlamaktan çok, sosyal çevresinin belirlediği normlara uymayı daha önemli görür. Namaz kılmaz, ama cuma namazını kaçırmaz; farzları yerine getirmez, ama teravih namazı ve bayram namazlarını aksatmaz. Hâl böyleyken, evlenene kadar yaşadığı cinsel hayatı, kadınlardan beklentileriyle çelişir. Zina yapar ama evlendiğinde bakire ve namuslu bir kadın ister. Cahiliye erkeği, toplumun dayattığı rollerin etkisi altında, bir "Polat Alemdar" figürüne bürünür. Toplumun ona biçtiği erkeklik ideali, onu yalnızca fiziksel ve yüzeysel başarılarla tanımlar. Birçok erkek, emekli olduktan sonra dini görevlerini yerine getirmeye başlar, ancak bu, bir tür "yapılacak işler" listesinin tamamlanması gibi görülür. Modern dünyada, onun bu davranışları bazen laik, bazen de dini olabiliyor; ama her halükarda, özgür düşünce ve sorgulama eksikliğiyle şekillenir. Erkeklerin günlük yaşamlarındaki bu çelişkili tavırları, toplumsal baskılardan bağımsız olarak kendi kimliklerini bulmalarına engel olur. Cahiliye kadını ve erkeği arasında belirgin bir fark olsa da, her ikisi de toplumsal yapının ve kültürel normların etkisi altında, anlamlı bir yaşamdan uzaklaşmaktadır. Her ikisi de, günlerini yaşamak için fiziksel ve maddi sorumlulukları yerine getirirken, entelektüel ve manevi anlamda derinleşmeyi reddederler. Bu durum, bireysel özgürlüğün ve toplumsal sorumlulukların gerisinde kalmış bir toplumun yansımasıdır. Günümüz toplumunda, bireylerin daha özgür, bilinçli ve sorgulayan bireyler olarak yetiştirilmesi önemlidir. Her iki figürün hayatı da, kültürel bir eleştirinin ve toplumsal yapının nasıl insanları şekillendirdiğini gösterir. "Cahiliye" terimi, yalnızca geçmişe ait bir kavram olmanın ötesinde, günümüz toplumunun içindeki bir boşluk ve eksiklik olarak da okunabilir. Bu eksiklik, insanın kendi kimliğini ve değerini keşfetmeye yönelmesiyle aşılabilir. Sonuç olarak, cahiliye kadını ve erkeği üzerinden yapılan bu eleştiri, toplumsal yapıların bireyleri nasıl biçimlendirdiğini ve bireysel gelişimin nasıl engellendiğini ortaya koymaktadır. Kişisel gelişim, toplumsal sorumluluk ve manevi değerlerin ön plana çıkması, bu yaşam biçimlerinden sıyrılmanın temel yollarıdır.

Devamını Oku
Muhammed Rıdvan Kaya

Cahiliye toplumunun terk edilmesi, İslâm’ın özünü anlamak ve bu özle yaşamak adına bir zorunluluktur. Bu terk ediş, yalnızca dış dünyaya değil, aynı zamanda kişinin içsel dünyasına da bir dönüşümdür. İslâm, insana yalnızca maddi değil, aynı zamanda manevi bir değişimde önerir. Kuran'da, müminlere cahliliye hayatından uzak durmalarını tavsiye eden pek çok ayet bulunmaktadır. Bu terk ediş, hem bireysel hem de toplumsal anlamda bir devrim niteliğindedir. Cahiliye toplumu, esasen nefsin ve toplumun şekillendirdiği değerlerle hareket eden bir toplumdur. İnsanlar, toplumsal ve geleneksel bağlarla bağlı kalıp, Allah’ın emirlerinden uzak bir şekilde yaşamaya devam ederler. Bu bağlamda, İslâm, insanları bu bağlardan koparıp Allah’ın yoluna yönlendirir. Kehf Suresi'nde bu terk edişin gerekliliği şöyle anlatılmaktadır:
“Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın.” (Kehf, 16)
Bu ayet, müminlere sadece dışsal bir terk edişi değil, aynı zamanda bir içsel dönüşümü ifade eder. Allah’a inanmak ve O'nun yolunda olmak, kişinin tüm ilişkilerini Allah’ın rızasına göre yeniden şekillendirmesi gerektiğini gösterir. Kişi, ailesinden, akrabalarından, toplumun diğer bireylerinden gelen baskılara karşı koyarak yalnızca Allah’a ve O’nun vahyine tabi olmalıdır. Kur’an, müminlere bir sevgi ölçüsü sunar ve bu ölçü yalnızca İslâm’ın özüne dayalıdır. Müminlerin birbirini sevmeleri, yalnızca kan bağına veya soy sop ilişkisinin bir sonucu değildir. Müslümanlar, yalnızca Allah’a ve Resûlü’ne iman edenlerle dostluk kurarlar. Bu, insanların sevgisini ve bağlılığını sadece Allah ve O’nun Resûlü doğrultusunda inşa etmeleri gerektiği anlamına gelir. Müslümanın kalbinde sevgi, sadece dini ve ahlaki esaslarla şekillenir.
Mücâdele Suresi’nde bu bağ açıklanmıştır:
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim bulamazsın ki, Allah’a ve elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister babaları ister çocukları ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele, 22)
Buradaki vurgu, sevginin Allah’ın rızası ve ahiret bilinci doğrultusunda şekillenmesi gerektiğidir. Ailevi bağlar, maddi ilişkiler veya toplumun baskıları, kişinin İslâm’la olan sevgisini gölgeleyecek unsurlar olmamalıdır. İslâm, kan bağına dayalı kardeşlik değil, iman temelli bir kardeşlik anlayışını getirmiştir. Cahiliye toplumunun değer yargıları, İslâm’ın değerleriyle çelişir. İslâm, insanı yalnızca Allah’a kulluk etmek üzere yaratan bir dindir. Bu sebeple, bir müminin vakti, boş yere tartışmalarla veya geleneksel düşüncelerin peşinden sürüklenmekle harcanmamalıdır. İslâm’a göre, müminin zamanının kıymeti büyüktür. Gereksiz sohbetler ve ruhsuz insanlarla geçirilen zaman, kişinin inancını zayıflatabilir. Bu noktada, bireylerin İslâm’ın gerekliliklerini hayatlarına geçirmeleri ve sadece din kardeşleriyle vakit geçirmeleri gerektiği anlaşılmaktadır. Cahiliye toplumundan uzaklaşmak, yalnızca sosyal bir değişim değil, aynı zamanda bireyin içsel bir dönüşüm geçirmesidir. İslâm’a göre, kişinin sevgi ölçüsü yalnızca Allah’a ve O’nun elçisine olan bağlılıkla şekillenir. Aile, soy, ve akrabalık ilişkileri, İslâm’a olan bağlılıkla sınırlandırılmalıdır. Mümin, vakit kaybetmeden, kendini Allah’a ve O’nun vahyine adamalıdır. Kişi, zamanını, inançlarına ve ahlaki değerlerine uygun bir şekilde kullanmalıdır. Cahiliye toplumundan uzaklaşmak, sadece dışsal bir hareket değil, aynı zamanda ruhsal bir yüceltmedir. Allah’ın rahmetine nail olabilmek için, tüm bu değerler ışığında, mümin, yalnızca Allah’ın rızasını gözetmeli ve bu yolda ilerlemelidir.

Devamını Oku
Muhammed Rıdvan Kaya

İnsanlık tarihi boyunca, insanları şirke sürükleyen en temel nedenlerin başında cehalet ve samimiyetsizlik gelmektedir. İnsanın doğru imana sahip olabilmesi ve şirke sapmaması için, öncelikle doğru bilgiyle donanması, ardından bu bilgiyi samimi bir şekilde içselleştirmesi gerekmektedir. Cehalet, Kuran'da sıkça vurgulanan bir kavramdır. İnsanın doğru imanı ve doğru davranışları benimsemesi için öncelikle doğru bilgiye sahip olması gerektiği, Kuran'da açıkça belirtilmiştir. Bu bilgilerin en önemlilerinden biri, tevhid inancıdır. Tevhidin ne anlama geldiği, Allah’ın birliğinin kabulü, putların ne olduğu, şirkten kaçınmanın yolları, doğru bir imanın nasıl olması gerektiği Kuran’da detaylıca açıklanmıştır. Kuran, insanları bu bilgilere yönlendirmek ve onlara doğru yolu göstermek için gönderilmiştir. Kuran'da insanları şirkten kurtaracak bilgi, sadece yüzeysel bilgi değil, insanın kalbini etkileyen, aklını ve vicdanını harekete geçiren bir bilgidir. Eğer bir insan Kuran'ı sadece bilgi edinmek için okur ve içindeki mesajı derinlemesine anlamazsa, bu bilgi ona bir fayda sağlamayabilir. Kuran'da sürekli olarak vurgulanan şirk konusu, aslında insanların bu konuda derin bir anlayışa sahip olmaları gerektiğini gösterir. Aksi takdirde, bilgiye sahip olsalar bile, cehaletten kurtulamazlar. Örneğin, Tevbe Suresi'nde yer alan bir ayette, müşriklerin bilgisiz bir toplum oldukları ifade edilir: "Eğer müşriklerden biri, senden 'aman isterse', ona aman ver; öyle ki Allah'ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu güvenlik içinde olacağı yere ulaştır." (Tevbe Suresi, 6). Bu ayet, cehaletin şirkin temel nedenlerinden biri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Şirke düşenler, doğru bilgiye sahip olmadıkları için bu sapkınlığa düşerler. Cehaletin yanı sıra, samimiyetsizlik de şirke düşüşün önemli sebeplerindendir. Bir insan, Kuran’ı okumuş ve imanı hakkında bilgi edinmiş olsa dahi, bu bilgiyi samimi bir şekilde kabul etmez veya içselleştirmezse, doğru yoldan sapabilir. Kuran, bu tür davranışları net bir şekilde eleştirmiştir. "Kitap yüklü eşekler" ifadesi, bilginin sadece bilmekten ibaret olmadığını, bu bilginin kalpte yer etmesi ve Allah korkusu ile değerlendirilmesi gerektiğini gösterir. Cuma Suresi’nde, "Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu yüklenmemiş olanların durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin durumu gibidir" denir. Bu, bilgiye sahip olmanın yeterli olmadığını, bilgiyi doğru şekilde değerlendirmenin ve Allah’a olan samimi bağlılığın gerektiğini vurgular. Kuran’da, şirk koşan bazı kavimlerin durumu da bu samimiyetsizlik üzerine kuruludur. Ad kavmi ve İsrailoğulları, elçilerinin uyarılarına kulak asmamış, ellerinde büyük bilgi olmalarına rağmen doğru yolu bulamamışlardır. Araf Suresi’nde Musa’ya, "Ey Musa, onların ilahları gibi, sende bize bir ilah yap" diyen İsrailoğulları'na, "Siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" demektedir (Araf Suresi, 138). Bu durum, bilgiye sahip olmakla birlikte samimi bir şekilde bu bilgiyi hayatlarına yansıtmayan bir topluluğun nasıl sapmış olabileceğini gösterir. İslam’da samimiyet, imanın temel şartlarından biridir. Bir insan, doğru bilgiye sahip olsa da, eğer bu bilgiyi samimi bir şekilde hayatına yansıtmazsa, o bilgi ona fayda sağlamaz. Kuran’da bu samimiyet eksikliği "cahillik" olarak tanımlanır. Yalnızca bilgiye sahip olmak değil, bu bilgiyi doğru bir şekilde içselleştirmek ve yaşamak önemlidir. Samimiyet, insanın kalbiyle Allah’a yönelmesi, sadece dildeki sözcüklerle değil, bütün davranışlarıyla doğruyu ve hakkı kabul etmesidir. Kuran’da, bilgi ve samimiyetin birleşmesi gerektiği vurgulanarak, insanlara doğru yolu bulmaları için gerekli olan imani bilginin yanı sıra, bu bilgiyi samimiyetle içselleştirmeleri gerektiği ifade edilmiştir. Maide Suresi’nde, "Onlara: 'Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin' denildiğinde, 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?" (Maide Suresi, 104) ayetinde, eski bilgilerin doğru olmadığını ve samimiyetle yenilen bilgilere uymak gerektiği anlatılmaktadır. Cehalet ve samimiyetsizlik, insanları şirke sürükleyen en önemli iki faktördür. Kuran, insanlara doğru imanı, Allah’ın birliğini ve şirkin tehlikelerini öğretir, ancak bu bilginin sadece zihinde kalması yeterli değildir. Bilginin kalpte yer etmesi, davranışlarda ve düşüncelerde Allah korkusuyla değerlendirilmesi gerekmektedir. İslam, insanlara doğru yolu gösterirken, sadece bilgiyi değil, bu bilgiyi samimiyetle içselleştirmeyi de öğütler. İman, sadece bilgiye dayalı değil, kalpten ve samimiyetle bağlı olmayı gerektiren bir anlayışla şekillenir.

Devamını Oku
Muhammed Rıdvan Kaya

İslam düşüncesinde cehennem, kötü amellerin karşılığı olarak, Allah’ın azabını simgeleyen bir yer olarak tasvir edilir. Ancak, bazı anlayışlar ve rivayetler, cehennemin işlevini yanlış yorumlayarak, bir tür arınma yeri olarak sundukları görüşleri savunurlar. Bu tür anlayışlar, Kuran ve sahih hadislerle çelişir ve cehennemin gerçek anlamını saptırır. Özellikle, bazı gelenekçi kesimlerin, cehennem azabının geçici ve arındırıcı bir süreç olduğunu iddia etmeleri, İslam’ın temel inançlarına ve Kuran’a aykırıdır. Bu makalede, cehennemin cezalandırıcı doğasını ve bu yanlış inançların nedenini ele alacağız. Cehennem, İslam inancına göre, Allah’a isyan etmiş ve kötü ameller işlemiş olanların, ebedi olarak cezalandırılacağı bir yerdir. Kuran’da cehennem, bir "azap yeri" olarak tanımlanır ve oraya gireceklerin bir daha çıkamayacakları bildirilir. Örneğin, Furkan Suresi’nde, cehennem azabından korunma dileği şu şekilde ifade edilir: "Ey Rabbimiz! Cehennem azabını bizden sav. Şüphesiz onun azabı devamlıdır." (Furkan, 25) Bu ayet, cehennemin ebedi bir azap yeri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca, bu dünya hayatında insanların yaptıkları kötülüklerin bedelini ödeyecekleri yer olarak cehennem, sonsuz bir azapla ilişkilendirilir. Kuran’ın pek çok yerinde cehennem, ölüm ve azapla eşdeğer bir anlam taşır ve orada acı çekenlerin durumları sürekli vurgulanır. Bazı gelenekçi görüşler, cehennem azabının geçici olduğunu ve oradan bir süre sonra çıkılacağını savunurlar. Bu görüş, özellikle Kur'an'dan farklı bir anlayışa dayanır. Buharî'de geçtiği iddia edilen bir hadis, cehennemdeki bazı insanların kalbinde hardal tanesi kadar iman olduğu için azaplarının geçeceğini söyler. Ancak bu tür rivayetler, Kuran’a ters düşer. Kuran’a göre cehennem, ceza yeri olup, orada kalıcı bir azap vardır. Buharî’de geçen bu tür uydurma hadislerin, gerçekte dinî öğretilere zarar verdiği açıktır. Dünya hayatında ruhu olanlar ve olmayanlar vardır. Ruhu olanlar müminlerdir. Bir mümin, ruh sahibi olarak cehennemde azap görmeye dayanamayacak kadar kırılgandır. Tevrat’ta cehennem "ölüler diyarı" olarak tanımlanır ve ruhu olmayan bir varlık acı çekmez. Bu da, Kuran’daki bazı ayetlerle örtüşmektedir. Allah, cehennemliklerin aslında "ölü" olduklarını belirterek, bu azapların ruhları olmayan varlıklara uygulanacağını ifade eder: "Onları sana bakar görürsün, onlar ölüdürler." (Furkan, 25) Cehennem, ruhu olmayan varlıklar için bir tür sembolizmdir; yani, orada görülen azap aslında ruhu olmayan varlıkların varlıklarının son bulması, bir anlamda onların yok olmasıdır. İslam’a göre, insan ruhu öldükten sonra azap ya da ödül, kişinin kalbinde taşıdığı iman ve amellerine göre şekillenir. Cehennem, bu kişilerin ruhları üzerinde bir etki oluşturmaz, çünkü onların ruhları bu azap sırasında acı hissetmeyecek şekilde yaratılmıştır. Bazı insanlar, cehennemi arınma yeri olarak görmeye eğilimlidirler. Ancak, bu yanlış bir anlayıştır ve İslam’ın öğretilerine ters düşer. Cehennem, arınma yeri değil, cezalandırma yeridir. Allah, cehennemi, kötülüklerin karşılığı olarak yarattı ve orada kalacak olanların, ebedi olarak bu cezayı çekeceklerini belirtti. Kuran’da Allah, "onlara asla zulmetmez" (Yûnus, 44) diyerek, her şeyin adaletli bir şekilde olacağını vurgular. Cehennem, İslam’ın öğretilerinde, kalıcı bir azap yeri olarak belirlenmiştir ve oraya ruhsuz varlıklar gider. Ruhsuz varlıklarsa acı hissetmez. Arınma veya geçici bir ceza yeri olma fikri, gelenekçi bazı anlayışların ve uydurma hadislerin etkisiyle ortaya çıkmış yanlış bir inançtır. Kur'an'daki öğretiler, cehennemin ebedi bir ceza yeri olduğunu açıkça ortaya koyar. Bu yanlış inançların önüne geçmek ve doğru İslami anlayışı yerleştirmek, sadece bireylerin inançlarını güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda toplumda doğru bir dinî bilincin oluşmasına katkı sağlar.

Devamını Oku