Cin kelimesi, Arapça "c-n-n" kökünden türemiştir ve bu kök “örtmek, gizlenmek, görünmemek” anlamlarına sahiptir. Kur’an’da cinler, ateşten yaratılmış, görünmeyen ve Allah’a kullukla sorumlu varlıklar olarak tanımlanır. İnsanlar gibi onlar da imtihana tabi tutulmuş, mümin ve inkârcı olanları bulunan bir varlık türüdür. Ancak zaman içinde, özellikle İslam dışı kültürlerin ve halk inançlarının etkisiyle “cin” kavramı çeşitli anlam değişikliklerine uğramış, hurafelerle dolu bir anlatıma bürünmüştür.
Kur’an’da cinler, insanlarla benzer sorumluluklara sahip, Allah’a kullukla yükümlü varlıklardır.
- Yaratılışları: Ateşten yaratılmışlardır (Rahman, 55:15).
- Görünmezlik: İnsanlardan farklı olarak görünmezler, bu yüzden “gizlenme” anlamı kökte de yer alır.
- Sorumluluk: İnsanlar gibi sorumludurlar, doğru yolu seçme imkanı ve sorumluluğu verilmiştir. Mümin veya inkârcı olabilirler.
- Gaybî varlık: Onların dünyası insanlardan farklıdır ve doğrudan deneyimlenemez, dolayısıyla konu gayb alanına girer.
Cizye İslam hukukunda sıklıkla tartışılan bir konudur ve yanlış anlaşılmalardan kaynaklanan bir kavram karmaşası bulunmaktadır. Geleneksel yorumlarda cizyenin Müslüman olmayanlardan alınan bir vergi türü olduğu iddia edilmektedir. Ancak bu yorumun Tevbe Sûresi'nin ilgili ayetlerinin bağlamını dikkate almadan yapıldığı söylenebilir. Daha derin bir inceleme cizyenin bir savaş tazminatı olduğunu ortaya koymaktadır. Cizye kelimesi Arapça kökeni itibarıyla "ceza" anlamına gelen bir kökten türetilmiştir ve savaşlarda saldırgan devletlerin verdikleri zarar karşılığında ödemeleri gereken bir tazminatı ifade eder. Vergi kavramıyla doğrudan bir bağlantısı bulunmamaktadır. İslam hukukuna göre yalnızca savaş başlatan veya anlaşmaları bozan taraflar cizye ödemek zorunda kalır. Buna karşın anlaşmaya sadık kalanlar veya savaşa sebebiyet vermeyen taraflar cizyeden muaftır. İslam'ın temel yaklaşımı düşmanları öldürmekten ziyade onları kazanmaya ve barışa teşvik etmeye yöneliktir. Savaşlar savunma amaçlıdır ve zorunlu haller dışında taarruzdan kaçınılır. Tevbe Sûresi'nin detaylı bir analizi de bu anlayışı destekler niteliktedir. Tevbe Sûresi 29. ayeti "Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan ve Allah'ın ve Resulunun haram kıldığını haram saymayanlarla ve hak dini din edinmeyenlerle onlar küçük düşürülerek elleriyle karşılığını verecekleri zamana kadar savaşın." şeklinde ifade edilir. Bu ayet müşriklerin savaş hukukuna aykırı davrandıkları bir bağlamda indirilen bir emri içermektedir. Haram aylarda savaşmama konusunda Müslümanlar ve müşrikler arasında bir anlaşma yapılmış ancak müşrikler bu anlaşmaya sadık kalmayarak Müslümanlara saldırmıştır. Dolayısıyla, 29. ayette Müslümanlara saldırgan müşriklere karşı savunma hakkı verilmiş ve savaş sonucu zararı tazmin etmek üzere cizye alınması emredilmiştir. Bu bağlamda cizye bir savaş vergisi değil adaletin sağlanması adına uygulanan bir tazminattır. Bu kelimenin kökü "جزى" (c-z-y) olup, "karşılık vermek, ceza veya ödül vermek" anlamlarını taşır. Tevbe Sûresi 4. ayeti ise cizyenin yalnızca anlaşmayı bozanlara uygulandığını açıkça ortaya koyar: >"Ancak müşriklerden kendileriyle antlaşma yaptığınız sonra hiçbir şeyi azaltmayan ve kimseye destek olmayanlar hariç onların antlaşmalarını belirlenen vakte kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah takva sahiplerini sever." Bu ayetten anlaşılacağı üzere anlaşmaya sadık kalan ve herhangi bir düşmanlıkta bulunmayan müşriklerle savaşılması emredilmemiştir. Yani İslam barışı korumayı ve sadakatle hareket eden tarafları ödüllendirmeyi esas alır. İslam'ın savaş hukukundaki temel ilke saldırganlığı değil savunmayı ve adaleti öne çıkarmaktır. Müslümanlara yalnızca savaş hukukuna aykırı davranışlar sergileyen saldırganlara karşı savaş izni verilmiştir. Bu durum Tevbe Sûresi'nde net bir şekilde belirtilmiştir. Cizyenin savaş tazminatı olduğu gerçeği İslam’ın yalnızca savunma amaçlı savaşı meşru gördüğünü ve barışı esas aldığını göstermektedir. Cizye Müslüman olmayanlardan alınan bir vergi değil savaşlarda saldırgan tarafların verdiği zararı telafi etmeye yönelik bir tazminattır. İslam hukuku yalnızca anlaşmaya sadık kalmayanlara karşı savaşmayı meşru kılar. Tevbe Sûresi'nin ayetleri bu ilkenin bariz bir kanıtıdır. İslam barışa ve insan kazanmaya öncelik veren bir din olarak savaşın yalnızca zaruri durumlarda ve adaletin tesisi amacıyla yapılmasını öngörmektedir. Bu anlayış cizye kavramının doğru bir şekilde anlaşılmasını ve uygulanmasını sağlar.
İslam’ın yeterli kaynağı olan Kur'an, müminlerin hayatlarını şekillendiren ana rehberdir. İslam'ın doğru anlaşılması ve yaşanması için, her konuda olduğu gibi çocukların sünnet edilmesi konusunda da Kur'an'ın hükümlerine başvurmak gerekir. Sünnet uygulaması, İslam öncesi Ortadoğu toplumlarının kültürlerinde yaygın olarak bulunan bir gelenektir. Yahudiler ve Arap müşrikler, çocuklarını sünnet ettirme geleneğini yaklaşık 7 bin yıldır uygulamaktadır. Hatta Araplarda hem erkek hem de kadınların sünnet edildiği bilinmektedir. Bu uygulama, cahiliye devri Arap toplumlarının sosyal ve kültürel pratiklerinden biri olarak devam edegelmiştir. Kur'an ise İslam'ı bu tür kültürel dayatmalardan arındırmış, insanları yalnızca Allah’ın emir ve yasaklarına uymaya davet etmiştir. Müminler için ölçü, kültürel gelenekler değil, Kur'an'ın hükümleridir: > “Cahiliyye hükmünü mü istiyorlar. Kesin bilgiye sahip bir toplum için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim olabilir? ” (Mâide Suresi, 50. Ayet) Kur'an’da, şeytanın insanları Allah’ın yarattığını değiştirmeye teşvik edeceği ve bunun bir sapkınlık olduğu bildirilir: >“Ve onları mutlaka saptıracağım ve onları mutlaka asılsız kuruntulara daldıracağım ve onlara kesinlikle emredeceğim hayvanların kulaklarını yaracaklar ve onlara emredeceğim Allah'ın yarattığını değiştirecekler ve kim Allah'ın yerine şeytanı veli edinirse şüphesiz açık bir zarara uğramıştır.” (Nisa Suresi, 119. Ayet) Geleneksel yorumlar, bu ayeti estetik ameliyat gibi uygulamaların haram olduğuna delil göstermiştir. Ancak aynı kişiler, erkek çocuklarının sünnet edilmesini savunmuşlardır. Bu durumda bir çelişki bulunmaktadır. Sünnet, erkeğin bedeninin doğal yapısını değiştirir ve cinsel işlevlere zarar verme riski taşır. Estetik ameliyatlarda ise organın işlevi korunmakta, sadece şekilsel bir değişiklik yapılmaktadır. Kur'an, insanın onurunu ve haklarını korumaya büyük önem verir. Bir insana rızası dışında cerrahi bir müdahale yapmak, insan haklarına aykırıdır. Sünnetin, tıbbi olarak gerekli olduğuna dair uluslararası tıp otoritelerinin ortak bir kararı bulunmamaktadır. Bu durumda, çocukların sünnet edilmesi, onların temel insan haklarının ihlali anlamına gelir. Müslümanların sorumlu olduğu tek şey, Allah’ın Kitabı’ndaki emirlerdir. Ortadoğu kültürünün dayatmaları, İslam’ın bir parçası değildir. “Kesin bilgi, sadece Kur’an’dadır. Bu yüzden zanlara tâbi olarak şirke düşmeyin; Ortadoğu kültürünü, âdetlerini ve geleneklerini İslâm zannederek yaşamayın.” (Mâide Suresi, 50. Ayet’in yorumu) Kur'an’da, sünnetin farz ya da vacip olduğuna dair hiçbir emir bulunmamaktadır. Sünnet, cahiliye dönemi toplumlarının kültürel bir pratiği olarak ortaya çıkmış ve İslam’ın kaynağı olan Kur'an’da yer almayan bir uygulama olarak varlığını sürdürmüştür. Çocukların sünnet edilmesi konusuna Kur'an çerçevesinden bakıldığında, bunun dini bir zorunluluk olmadığı ve aksine, insan hakları açısından sorgulanması gerektiği ortaya çıkmaktadır. Müslümanlar, Allah’ın hükmüne teslim olarak, Kur'an’ın İslam’ını hayatlarında rehber edinmeli ve kültürel dayatmalardan uzak durmalıdır. > “Cahiliyye hükmünü mü istiyorlar. Kesin bilgiye sahip bir toplum için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim olabilir? ” (Mâide Suresi, 50. Ayet) Modern tıp literatüründe sünnetin bazı olası yararlarına işaret edilse de, bu faydaların genellikle belirsiz, bağlama bağlı ve tartışmalı olduğu görülmektedir. Amerikan Pediatri Akademisi (AAP), 2012’de sünnetin bazı potansiyel yararlarını kabul etmekle birlikte, bu faydaların tüm yenidoğanlara zorunlu sünneti haklı kılacak kadar güçlü olmadığını bildirmiştir. Avrupa Çocuk Ürolojisi Derneği, sünnetin rutin olarak uygulanmasına karşı çıkmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ise yalnızca HIV'in yaygın olduğu bazı Afrika bölgeleri için sünneti tavsiye etmektedir; bu da sünnetin evrensel değil, bölgesel şartlara bağlı olduğunu gösterir. Ayrıca sünnetin ciddi komplikasyon riskleri vardır:
- Enfeksiyon,
- Aşırı kanama,
- İdrar yolu darlığı,
- Cinsel organın şekil bozukluğu,
- Ameliyat sırasında ya da sonrasında travmaya bağlı cinsel işlev bozuklukları.
Coelacanth, bilim dünyasında "yaşayan fosil" olarak tanımlanan ve yaklaşık 400 milyon yıldır varlığını sürdüren bir balık türüdür. Evrimciler, bu türün yüzgeçlerini "kara canlılarına dönüşüm sürecindeki ilkel uzuvlar" ve iç yapısında bulunan yağ kesesini "ilkel bir akciğer" olarak yorumlayarak, evrim hipotezine delil olarak sunmaya çalışmışlardır. Ancak, 1938'de canlı bir Coelacanth'ın keşfedilmesi, bu iddiaları çürütmüş ve evrim hipotezinin büyük bir çıkmaza girmesine neden olmuştur. Evrim hipotezi, canlı türlerinin zaman içinde küçük değişimlerle farklı türlere evrildiğini öne sürer. Ancak, fosil kayıtları incelendiğinde türler arasında olması gereken ara geçiş formlarının eksik olduğu gözlemlenmiştir. Coelacanth, evrimciler tarafından denizden karaya geçişin önemli bir örneği olarak gösterilmiş, ancak canlı bir örneğinin bulunmasıyla bu iddiaların yanlış olduğu anlaşılmıştır. Coelacanth’ın 400 milyon yıl boyunca değişmeden kalmış olması, evrim hipotezinin iddialarıyla çelişmektedir. Evrim hipotezine göre, bu süre zarfında önemli morfolojik değişimlerin gözlemlenmesi beklenirken, Coelacanth hiçbir değişiklik göstermemiştir. Canlı üzerinde yapılan incelemeler, onun sanıldığı gibi sığ sularda yaşayan, karaya çıkmaya hazırlanan bir tür olmadığını, aksine okyanusun derinliklerinde yaşayan bir dip balığı olduğunu ortaya koymuştur. Evrimciler, Coelacanth’ın yüzgeçlerinin "yürümeye hazırlanan uzuvlar" olduğunu iddia etse de yapılan gözlemler, bu balığın yüzgeçlerini yalnızca yüzme amacıyla kullandığını göstermektedir. Max Planck Enstitüsü'nden zoolog Hans Fricke’nin ifadesiyle: > "İtiraf ediyorum, üzgünüm ama Coelacanth'ı hiçbir zaman yüzgeçleri üzerinde yürürken görmedik." Bu bulgu, Coelacanth’ın bir ara form olmadığını ve evrimcilerin öne sürdüğü varsayımların yanlış olduğunu kanıtlamaktadır. 1938 yılında Güney Afrika kıyılarında bir Coelacanth yakalanana kadar, evrimciler bu türü çoktan "soyu tükenmiş ve kara canlılarına geçiş sürecinde önemli bir halka" olarak kabul etmişlerdi. Ancak canlı bir örneğin bulunması, bu iddiaları çürütmüş ve evrimciler arasında büyük bir hayal kırıklığı oluşturmuştur. J. L. B. Smith, bu keşfi şu sözlerle tanımlamıştır: > "... Balığı ilk gördüğümde bu görüntü beni beyaz parlak bir patlama şeklinde çarptı. Taştan bir baston gibi kala kalmıştım." Coelacanth’ın iç organlarının incelenmesi sonucunda, onun evrimcilerin iddia ettiği gibi ilkel bir akciğere sahip olmadığı, aksine sadece bir yağ kesesi taşıdığı ortaya çıkmıştır. Bu da onun su dışında yaşama hazırlanan bir balık olmadığını göstermektedir. Evrim hipotezinin en büyük zorluklarından biri, ara geçiş formlarının fosil kayıtlarında bulunamamasıdır. Hipoteze göre, milyonlarca yıl içinde balıklardan amfibik canlılara, ardından kara hayvanlarına geçiş sürecinde sayısız ara formun bulunması gerekmektedir. Ancak, fosil kayıtlarında böyle bir ara form dizisine rastlanmamıştır. Peter Forey, Nature dergisinde yayımlanan makalesinde bu durumu şöyle özetlemektedir: > "Coelacanthların tetrapodların atası olduğuna dair görüş uzun süredir kabul gördüğü için, Latimeria’nın (Coelacanth) bulunmasıyla birlikte, balıklardan amfibilere geçişi hakkında doğrudan bilgilerin elde edileceği ümit edilmişti... Ama Latimeria’nın anatomisi ve fizyolojisi üzerinde yapılan incelemeler, bu ilişkinin sadece bir temenni olduğunu ve Coelacanth'ın bir 'kayıp bağlantı' olarak gösterilmesinin bir dayanağının olmadığını ortaya koydu." Bu ifade, evrimcilerin Coelacanth üzerinden inşa ettikleri hikâyenin bilimsel bir temele dayanmadığını göstermektedir. Coelacanth’ın keşfi, evrim hipotezinin temel varsayımlarını sarsmış ve ara geçiş formlarının eksikliğini gözler önüne sermiştir. Canlı bir Coelacanth örneğinin bulunması, türlerin milyonlarca yıl boyunca değişmeden kalabileceğini ve evrimcilerin iddia ettiği gibi ara formların mevcut olmadığını ortaya koymuştur. Bu nedenle, evrim hipotezinin temel savları bilimsel gözlemler ve fosil kayıtlarıyla desteklenmemektedir. Fosil kayıtlarının ve canlı gözlemlerinin ortaya koyduğu veriler, evrim hiptezinin geçerli bir hipotez olmadığını göstermektedir.
Darwin’in evrim hipotezi, 19. yüzyılda ortaya atıldığında bilim dünyasında büyük yankı uyandırmıştı. Ancak, bu hipotez o dönemin sınırlı bilimsel bilgi birikimiyle ortaya konmuş bir hipotezdi. Genetik biliminin henüz keşfedilmediği, hücrenin kompleks yapısının anlaşılmadığı ve fosil kayıtlarının çok sınırlı olduğu bir zamanda ortaya atılmıştı.
Darwin'in Evrim Hipotezinin Temel Sorunları
1. Genetik Biliminin Yokluğu ve Yanıltıcı Varsayımlar
Darwin’in hipotezinin temel dayanaklarından biri, canlıların küçük değişimlerle farklı türlere dönüştüğü varsayımıydı. Ancak, o dönemde genetik bilimi yoktu ve genlerin nasıl çalıştığı bilinmiyordu. Modern bilim, genlerin son derece hassas ve karmaşık yapılar olduğunu, herhangi bir mutasyonun genellikle olumsuz etkiler oluşturduğunu ortaya koymuştur. Tesadüfi genetik değişimlerin canlıları daha ileri bir forma dönüştürmesi, bilimsel olarak mümkün değildir. Nitekim Allah şöyle buyurur: >“Kesinlikle insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) Bu ayet, insanın tesadüfen oluşmadığını, bilinçli ve kusursuz bir yaratılışın ürünü olduğunu ifade etmektedir.
2. Fosil Kayıtlarının Eksikliği
Darwin, türler arasındaki geçiş formlarını gösteren ara fosillerin ileride bulunacağını iddia etmiştir. Ancak, 150 yılı aşkın paleontolojik araştırmalara rağmen bu fosiller bulunamamıştır. Aksine, fosil kayıtları türlerin sabit kaldığını ve herhangi bir geçiş sürecinden geçmediğini göstermektedir. Harvard Üniversitesi’nden evrimci paleontolog Stephen Jay Gould, bu durumu şu sözlerle dile getirmiştir: “Fosil kayıtları, Darwin’e mutluluktan çok hüzün getirdi.” Kur’an’da bu durum şu şekilde açıklanır: >“Göklerin ve yerin Yaratıcısıdır. Ve bir işe hükmettiği zaman şüphesiz ona ol der hemen oluverir. ” (Bakara, 2/117)
"Ukl veya Ureyne kabilesinden sekiz kişi Medine’ye gelip Nebimiz Muhammed’e biat ederek Müslüman oldular. Medine’nin havası onlara dokunduğundan hastalandılar. Bunun üzerine Nebimiz onlara develerin sütünden ve idrarından içmelerini tavsiye etti. Şifa buldular ancak ardından çobanları öldürüp develeri alarak kaçtılar. Yakalandıklarında cezalandırıldılar."
(Buharî, Tıp 5-6; Müslim, Kasame 9-11)
Hadisin dikkat çeken noktası, Nebimiz Muhammed’in hasta insanlara deve idrarı içmelerini tavsiye ettiğinin iddia edilmesidir. Bu ifade hem İslam’ın helal ve temiz anlayışıyla hem de modern tıbbın bilimsel verileriyle ciddi şekilde çelişmektedir. İslam’ın yeterli kaynağı Kur’an, insanlara helal ve temiz olanları tüketmelerini öğütler. Bakara Suresi 168. ayet bu konuda oldukça açıktır:
"Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan helal ve temiz şeylerden yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Şüphesiz o sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara 2:168)
Bu ayet, helal olmanın yalnızca dini hükümle değil, fıtrî temizlik ve sağlığa uygunlukla da ilgili olduğunu ortaya koyar. İdrar gibi atık ve pis kabul edilen bir maddenin bu tanıma uymadığı aşikârdır. Zira idrar, böbrekler aracılığıyla vücuttan atılan toksik maddeleri, üreyi, amonyağı ve bakterileri içerir. Kur’an’da helal kılınan gıdaların “tayyib” yani temiz ve hoş olması gerektiği vurgulanırken, deve idrarı gibi iğrenç ve atık bir maddenin helal veya şifalı sayılması Kur’an’ın öğretisiyle açıkça çelişir. Modern tıpta idrar, özellikle de başka bir canlının idrarı, toksin, bakteri, virüs, amonyak, kreatinin ve üre gibi zararlı bileşenleri içerdiği için tüketilmesi sağlık açısından tehlikeli kabul edilir. Deve idrarının da bu açıdan farklı bir özelliği yoktur.
Suudi Arabistan ve Mısır'da deve idrarı üzerine hayvanlar üzerinde bazı çalışmalar yapılmıştır. Ancak bunlar küçük örneklemli, gözlemsel nitelikte veya klinik kontrol grubu olmayan çalışmalardır. Uluslararası sağlık otoriteleri (DSÖ, FDA, EMA) tarafından onaylanmamıştır.
Üniversite tercih sürecinin en kritik anlarında, binlerce öğrenci umutlarını "tercih robotları" adı verilen dijital araçlara bağlamaktadır. Bu robotlar, basit algoritmalar ve sınırlı veri setleriyle donatılmış olmasına rağmen, gençlerin en önemli yaşam kararlarında rehber olma iddiasında bulunmaktadır. Ancak bu teknolojik görünümlü çözümler, aslında öğrencileri daha büyük bir belirsizliğe sürükleyen birer aldatmacadan ibarettir. Tercih robotlarının en temel sorunu, analiz ettikleri veri setinin derinliksizliğidir. Bu sistemler, sadece bir önceki yılın sıralama verilerini baz alarak önerilerde bulunur. Halbuki ÖSYM'nin kendi tercih robotunda bile son dört yılın verileri yer alır. Beş-altı yıllık bir perspektif olmadan yapılan analizler, trendin yönünü göremez, döngüsel değişimleri kavrayamaz. Tercih robotlarıyla karar vermek, pusulasız yola çıkmak gibidir. Eğitim sistemi, ekonomik koşullar, toplumsal tercihler sürekli değişim halindedir. Tercih robotları, ham verileri işlemekten öte, onları anlamlandırmaktan acizdir. Gerçek bir rehberlik hizmeti sunabilmek için regresyon analizi, volatilite hesaplamaları, trend analizi ve normalizasyon gibi istatistiksel yöntemler kullanılmalıdır. Ancak mevcut robotlar sadece listeleme yapar, veriyi hesaplamaz, tartmaz ve anlamlandırmaz. Örneğin, bir bölümün sıralamasındaki ani düşüş, gerçek bir popülarite kaybını mı yoksa o yıla özgü bir istisna durumunu mu yansıtır? Bu soruya cevap verebilmek için sistemsel dalgalanmaların analiz edilmesi gerekir. Robotlar ise bu derinlikte bir anlayış sunmaktan uzaktır. Üniversite tercihi, sadece puan ve sıralama odaklı bir karar değildir. Burs olanakları, yurt kapasitesi, mezunların iş bulma oranları, şehirdeki yaşam maliyeti gibi faktörler de büyük önem taşır. Bazı öğrenciler için çift anadal programları, Erasmus olanakları, akademik kadronun niteliği belirleyici olabilir. Tercih robotları ise bu çok boyutlu karar verme sürecini tek boyuta indirger. Sanki bir öğrencinin geleceği sadece bir sıralamayla belirleniyormuş gibi davranır. Bu yaklaşım, hem yanıltıcıdır hem de öğrencinin gerçek potansiyelini göz ardı eder. Yazılımsal sorunlar, güncel olmayan tablolar, algoritmik çakışmalar tercih robotlarının sürekli karşılaştığı problemlerdir. Özellikle tercih sürecinin son günlerinde, stresli zamanlarda yapılan hatalar, bir öğrencinin tüm geleceğini etkileyebilir. Kontenjan değişiklikleri, özel koşullar, başarı sırası oynaklığı gibi etmenler robotlar tarafından dikkate alınmaz. Bu hatalar, sadece teknik problemler değil, aynı zamanda güven sorunu da oluşturur. Öğrenciler, hayatlarının en kritik kararını verirken, güvenilirliği şüpheli sistemlere bağımlı hale gelir. Günümüzde yapay zeka teknolojileri, tercih robotlarını bir adım ileriye taşımıştır. Yapay zeka destekli sistemler, daha sofistike analizler yapabilme potansiyeline sahiptir. Ancak yapay zeka da kendi sınırlarını taşır. Yapay zeka sistemleri, beslendiği verinin kalitesi kadar iyidir. Eğer kaynak veriler yetersizse, yapay zeka da hatalı sonuçlar üretir. Üstelik yapay zeka, insan deneyiminin, sezgisinin ve bağlamsal anlayışının yerini alamaz. Nicel veri analizi yapabilse bile, nitel faktörleri değerlendirmekte zorlanır. Yapay zeka ve tercih robotları, rehber öğretmenlere olan ihtiyacı azaltmış olsa da, eğitim analistlerinin yerini alamaz. Eğitim analistleri seviyesinde bir hizmet sunmaktan hala uzaktırlar. Bir okuldaki rehber öğretmense, öğrenciyi tanır, onun kişisel özelliklerini, ilgi alanlarını, ailesel durumunu göz önünde bulundurur. Bu bütünsel yaklaşım, hiçbir robot veya yapay zeka sistemi tarafından tam olarak kopyalanamaz. Tercih robotlarına güvenen öğrenci, kendisine zulmetmiş olur. Çünkü bu sistemler, karmaşık bir karar verme sürecini aşırı basitleştirir ve öğrenciyi yanıltabilir. Gerçek rehberlik, sadece sayısal verilerle değil, insani faktörlerin de göz önünde bulundurulduğu kapsamlı bir yaklaşım gerektirir. Öğrenciler, tercih sürecinde teknolojik araçları tamamen reddetmemeli, ancak onları eleştirel bir gözle değerlendirmeli ve tercih robotları ile yapay zekayı birlikte kullanmalıdır. Hatta mümkünse ikisini de geliştirmelidir. Gelecek, doğru tercihlerle şekillenir. Bu tercihler ise sadece algoritmaların değil, insan deneyiminin, bilgisinin ve sezgisinin rehberliğinde verilebilir. Tercih robotları ve yapay zeka birer araç olarak kalmalı, asla karar verici konumuna yükseltilmemelidir.
İslam dini, fıtrata uygunluğu ve yaşamı kolaylaştırmasıyla bilinen ilahî bir nizamdır. Ancak tarih boyunca bazı anlayışlar, bu kolaylığı bozarak dini zorlaştırmış, insanlara kaldıramayacakları yükler yükletmiştir. Bu durumun temel sebebi, Allah’ın vahyini yeterli görmeyip ona mezhepler, hadisler ve kişisel yorumlar ekleyerek dini şekillendirmeye kalkışan müşrik anlayıştır. Kur’an, Allah’ın insanlara taşıyamayacakları yükleri yükletmeyeceğini açıkça beyan eder:
" Allah kimseye gücünün yettiği dışında teklif etmez."(Bakara suresi 286. ayet)
“O sizi seçti ve dinde sizin için bir güçlük kılmadı.” (Hac suresi 78. ayet)
“ Allah sizin için kolaylık ister sizin için güçlük istemez.” (Bakara suresi 185. ayet)
Bu ayetler, dinin temelinde kolaylık ve fıtrata uygunluk bulunduğunu apaçık ortaya koymaktadır. Ancak tarihsel süreçte bu kolaylık, insan ürünü yorumlarla gölgelenmiştir. Müşriklik sadece putlara tapmakla sınırlı değildir. Kendi fikirlerini mutlaklaştıran, Allah’ın dışında otoriteler oluşturan ve bu otoriteleri dinin kaynağı gibi gören herkes bir tür şirke düşmektedir. Mezheplerin, tefsirlerin ve hadislerin din kabul edilmesiyle oluşturulan sistem, dini zorlaştırmakta insanlar bir yandan Kur’an’dan uzaklaştırılmakta, diğer yandan din yaşanmaz bir hâle getirilmektedir. Üstelik bu anlayış kendisiyle büyük bir çelişkiye düşmektedir zira filozoftan farkı olmayan kişilerin yorumlarını din kabul ederken diğer alanları göz ardı etmektedir. Ancak din birilerinin yorumlarıyla olacaksa bu dini yaşayabilmek için her alanda uzman olmayı şart hale getirir. Ruhun mahiyetini anlamak için nörobilim ve fizik, zamanın izafiyetini kavramak için fizik, hadisleri ayırmak için tıp, astronomi, tarih ve yazılım, namaz vakitleri için astronomi, kadınlarla ilgili hükümleri doğru anlamak için tıp, 20 Nisan 571'in pazartesi değil cumartesi gününe denk geldiğini bilmek için matematik veya yazılım bilgisi, ferdiyet makamı gibi bir makam olmadığını bunun içsel zeka olduğunu bilmek için psikoloji, gizli faizi fark edebilmek için ekonomi, cinlerin mahiyetini çözmek için elektrik teknikerliği bilgisi gerektiğini iddia etmek gerekir. Bu durumsa kimse her alana hakim olamadığı için dini yaşanmaz hâle getirip yok eder ki zaten mezheplerle, cemaatlerle bu yapılmıştır. Oysa Kur’an, apaçık bir rehberdir (Hud, 11/1), tüm insanlığa hitap eder ve herkesin anlayabileceği sade bir mesaj içerir. Allah, Kur’an’ın apaçık, kolay anlaşılır ve yeterli olduğunu defalarca vurgulamıştır. Kur’an, insanlar arasında hakem kılınması gereken tek kaynaktır (Nisa, 4/105). Onu yeterli görmeyip başka kaynaklarla dini şekillendirmeye çalışanlar, hem dini zorlaştırmakta hem de Allah’ın hükmüne ortak koşmaktadırlar. Allah, bizden sadece vahyedilene teslim olmamızı ister. İnsanlar dinlerini zorlaştırdıkça, onu yaşanmaz bir sistem hâline getirirler. Oysa İslam teslimiyet dinidir. Teslimiyet, aklı devre dışı bırakmak değil, aklı vahyin ışığında kullanmaktır. Aklı, vahyin önüne geçiren anlayış ise şirktir. Kur’an, her şeyin açıklamasıdır ve Allah’ın kolaylaştırdığı bir yoldur. Mezheplerin, hadislerin ve geleneksel yorumların mutlaklaştırılması, dini yaşanmaz hâle getirmekte ve bireyleri taşıyamayacakları yüklerin altına sokmaktadır. Allah, kullarından böyle bir şey istememiştir. Bizden istenen sadece, Kur’an’a sarılmak, onunla hükmetmek ve samimi bir teslimiyetle yaşamaktır. Kur’an’ın apaçıklığını ve yeterliliğini kabul eden mümin için din, zor değil, bir rahmet ve kolaylıktır.
Din, insan hayatının en temel yönlerinden biri olup insanların yaşamlarına yön veren, ahlaki ilkeleri belirleyen, toplumsal dayanışmayı ve bireysel sorumluluğu güçlendiren manevi bir temeldir. Bu yönüyle din sadece bir inanç sistemi değil aynı zamanda hayatın her alanını kuşatan bir rehberdir. Ancak günümüzde dini bilgilerin ve kitapların ticari bir meta haline gelmesi bu kutsal değerlerin anlamını zedeleyen bir durum hâline gelmiştir. Özellikle İslam dini açısından bu mesele ciddi bir ahlaki ve itikadi problem teşkil etmektedir. İslam’a göre, dini öğretilerin satılması, ticaret haline getirilmesi, Allah’ın emirlerine ve ahlaki değerlerine uygun değildir. Kur'an, İncil ve Tevrat gibi kutsal kitaplar, insanlara doğru yolu gösteren ilahi kaynaklardır. Bu kitaplar, insanların dünya ve ahiret hayatlarını düzenleyen, onları doğruya ileten, erdemli bir yaşam sürmelerini sağlayan kutsal kitaplardır. İslam’da, dini öğretilerin ticaret aracı olarak kullanılması, dinin manevi değerleriyle çelişen bir durumdur. Allah, din kitaplarının insanlar arasında doğru şekilde paylaşılmasını istemiştir. Bakara suresi 79. ayet, dini kitapların satılması ve ticaret konusu hakkında çok açık bir uyarı yapmaktadır. Bu ayette şöyle denir: >"Yazıklar olsun o kimselere ki kitabı kendi elleriyle yazıyorlar, sonra onu azıcık paraya satmak için ‘bu Allah katındandır’ diyorlar. Yazıklar olsun ellerinin yazdığından dolayı yazıklar olsun onların kazandığından dolayı." Bu ayet, dini bilgilerin, özellikle de Allah’ın öğretilerinin paraya dönüştürülmesinin ne kadar yanlış bir tutum olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Dini kitapların satılması, manevi değerlerin ticaret haline getirilmesi demektir ki bu, İslam inancına göre kesinlikle doğru değildir. Allah’ın sözleri, insanların kalbinde manevi bir değer taşır, bu yüzden bunları maddi kazanca dönüştürmek, dinin kutsallığına zarar verir. Allah’ın sözleri üzerinden maddi kazanç elde etmek büyük bir sapkınlıktır. Kur’an dinin bir ticaret değil bir teslimiyet ve paylaşım yolu olduğunu bildirir. İslam’da insanın canı ve malı bile Allah’a adanmışken O’nun sözlerini maddi kazançla satmak nasıl meşru olabilir? Tevbe suresi 111. ayette, Allah müminlerden canlarını ve mallarını, cennet karşılığında satın aldığını bildirir. "Şüphesiz Allah müminlerden canlarını ve mallarını cennet onların olmak üzere satın almıştır. Allah yolunda öldürürler ve öldürülürler. Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da üstlendiği gerçek bir sözdür. Ve kim sözünde Allah'tan daha eksiksizdir? O halde O’nunla yaptığınız alışverişinizle müjdelenin. Ve işte o büyük başarıdır." Bu ayet, müminlerin Allah’a olan bağlılıkları ve bu bağlılığın karşılığında Allah’ın onlara cenneti vaadettiği gerçeğini ortaya koyar. Allah’ın verdiği bu söz, kutsal kitaplarda yer almakta olup, bu ilahi sözlerin herhangi bir şekilde ticari bir kazanç aracı haline getirilmesi, manevi değerlerin kirletilmesi anlamına gelir. Kitaplar, dinin öğretilerini içeren birer araçtır ve Allah’ın verdiklerine karşı saygı ve sevgi, onları ticaret yaparak satmakla sınırlı olmamalıdır. Gerçek ticaret Allah ile yapılan bir ahit üzerine kuruludur. Cennet karşılığında canı ve malı feda etmektir bu ticaret. İlahi kelamlar ise bu uğurda insanlara yol göstermek içindir satışa sunulacak metalar değil. Dini kitapların ticari metaya dönüştürülmesi sadece teolojik açıdan değil toplumsal açıdan da sakıncalar doğurur. Herkesin dini bilgiye ulaşma hakkı vardır. Ancak kitapların fiyatlandırılması özellikle ekonomik zorluklar yaşayan bireyleri bu bilgilerden mahrum bırakabilir. Dinin en temel amacı ise tüm insanlara ulaşmak ve onların kurtuluşuna vesile olmaktır. Eğer dini kitaplar sadece parası olanlar tarafından temin edilebilirse, bu durum toplumda dini bilgiye erişimi zorlaştırır ve manevi değerlerin halk arasında yayılmasını engeller. İslam’da bilginin yayılması bir ibadet olarak görülür. Dini metinlerin yayılmasını ticari kaygılardan arındırmak ve manevi kazanca dönüştürmek mümkündür. Bu noktada aşağıdaki yöntemler uygulanabilir:
1. Kendi imkanlarıyla basıp dağıtma: Bir kişi bir işte çalışarak aldığı maaşla her ay 1-2 adet dini kitabı dijital baskı merkezlerinde bastırabilir ve ücretsiz dağıtabilir. Bu bir yılda onlarca kişiye ulaşmak demektir. Aynı kitabı değerli bulanlar da aynı yöntemi benimseyebilir.
2. Hayır kurumlarıyla iş birliği: Vakıf, dernek ve cami çevreleriyle iş birliği yapılarak kitapların masrafları karşılanabilir. Böylece dini yayma görevi toplumun ortak bir hizmetine dönüşür.
3. Dijital paylaşım: PDF, e-kitap veya sesli kitap şeklinde internette ücretsiz olarak yayınlamak maliyetsiz ve etkili bir yöntemdir. Basılı kitap isteyenlere telif izni verilip diledikleri yerde bastırmalarına olanak tanınabilir.
4. Kitlesel fonlama: Fonbulucu, Fongogo gibi platformlar aracılığıyla “Bu kitabı ücretsiz dağıtmak istiyorum” diyerek kampanya başlatılabilir. Bu aynı zamanda kitaba destek olmak isteyenlere de fırsat sunar.
5. Hayır zinciri kurmak: “Bu kitap ücretsiz ama senden tek isteğim ya bir başkasına ver ya da baskı için bir katkıda bulun” denilebilir. Bu yöntemle kitap hem yayılır hem de bir iyilik ağı oluşturulmuş olur.
Modern eğitim sisteminin en temel paradokslarından biri, diploma sahibi olmakla gerçek bilgi üretimi arasındaki derin uçurumdur. Türkiye'de üniversite mezunlarının sayısı her geçen yıl artarken, bilimsel üretim, inovasyon ve bilinçli düşünce kapasitesinde benzer bir gelişim gözlenmemektedir. Bu durum, eğitim sistemimizin yapısal bir sorunu olduğuna işaret etmektedir.
Bilgi Edinmek ile Bilgi Üretmek Arasındaki Fark Bilgi Edinme: Pasif Bir Süreç
Bilgi edinme, mevcut bilgilerin alınması, ezberlenmes ve sınavlardan geçmek için kullanılması anlamına gelir. Bu süreçte öğrenci, kendisine sunulan bilgileri sorgulamadan kabul eder ve bunları geçici hafızasında saklar. Türkiye'deki üniversite sisteminin büyük bölümü bu paradigma üzerine kurulmuştur.
Bilgi Üretme: Aktif ve Yaratıcı Bir Süreç
Bilgi üretmek ise yeni fikirler geliştirmek, sorunlara özgün çözümler bulmak, teoriler ortaya koymak ve mevcut bilgiyi eleştirel bir gözle değerlendirerek yeniden yapılandırmak anlamına gelir. Bu, zihinsel emeğin en üst düzeyde kullanıldığı, yaratıcılığın ve eleştirel düşüncenin ön planda olduğu bir süreçtir.
Türkiye'deki Eğitim Sisteminin Yapısal Sorunları
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!