1929 yılında Kaliforniya Mount Wilson Gözlemevi’nde Amerikalı astronom Edwin Hubble astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden birini gerçekleştirdi. Hubble kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelediğinde, yıldızların uzaklıklarına bağlı olarak kırmızıya doğru kayma gösterdiklerini fark etti. Bu gözlem, bilinen fizik kurallarına aykırıydı, çünkü ışık kaynağının gözleme noktasıyla hareket etme yönü, normalde maviye kayarak görünmeliydi. Ancak Hubble, yıldızların bizden sürekli uzaklaştığını keşfetti. Bu buluş, evrenin genişlediği fikrini doğurdu ve Hubble, yıldızların yalnızca bizden değil, birbirlerinden de uzaklaştığını gözlemledi. Bu keşif, evrenin her an "genişlediği" bir süreç olduğunu ortaya koydu. Evrenin genişlemesi, fiziksel bir metaforla anlaşılabilir. Evreni genişleyen bir balonun yüzeyi gibi düşünmek mümkündür. Balon şiştikçe, üzerindeki noktalar birbirinden uzaklaşır. Aynı şekilde, evrende de cisimler, evrenin genişlemesiyle birbiriyle uzaklaşmaktadır. Bu genişleme, Einstein’ın "sabit durum" modeline ters düşüyordu. Einstein, başlangıçta evrenin durağan olduğuna inanmıştı ancak daha sonra bu görüşünden vazgeçti ve bu hatasını "kariyerinin en büyük hatası" olarak kabul etti. Evrenin genişlediğini fark eden Hubble, bu genişlemenin zaman içinde geri dönmesi durumunda, evrenin tek bir noktadan başlamış olabileceğini düşündü. Yapılan hesaplamalar, evrenin başlangıcının "sıfır hacme" sahip bir noktadan patlamayla ortaya çıktığını ortaya koydu. Bu, bilim dünyasında evrenin varoluşunun, bir "Big Bang" ile başladığını gösteriyordu. Bu teori, "Big Bang" adıyla anılmaya başlandı. Aslında, "sıfır hacim" kavramı teorik bir ifadedir. Bilim, insan aklının kavrayış sınırlarını aşan "yokluk" kavramını ancak "sıfır hacimdeki nokta" olarak tanımlayabilir. Gerçekte, bu nokta "yokluk" anlamına gelir. Evren, yokluktan var olmuştur, yani yaratılmıştır. Bu, yaratılışın bilimsel bir ifadesi olarak kabul edilebilir. Big Bang teorisi, evrenin başlangıcındaki bu "yoktan varlık" durumunu bilimsel bir şekilde açıklamaktadır. Big Bang teorisi, evrenin "yoktan var" oluşunu savunmaktadır ve bu materyalist felsefenin temel görüşleriyle çelişmektedir. Materyalistler, evrenin bir "varlık" ve "yokluk" dışında hiçbir şeyden var olduğuna inanmak istemezler. Bu nedenle, Big Bang teorisinin, materyalist filozoflar tarafından başlangıçta kabul edilmesinde zorluk yaşanmıştır. Materyalist astronom Sir Fred Hoyle, "sabit durum" modelini savunarak Big Bang teorisine karşı çıkmıştı. Sabit durum teorisi, evrenin sürekli var olan ve değişmeyen bir yapıya sahip olduğunu iddia ediyordu. Ancak, bilimsel gözlemler ve keşifler, Big Bang teorisinin doğruluğunu kanıtladı. 1948 yılında George Gamow, Big Bang teorisinin evrenin doğuşunu açıklamak için yeni bir kanıt sundu. Buna göre, Big Bang sonrasında evrenin her yanında eşit bir radyasyon dalgası bulunmalıydı. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson, bu radyasyonu keşfetti ve "Kozmik Fon Radyasyonu" adını verdikleri bu dalgalar, Big Bang'in ilk dönemlerinden kalan izlerdi. Bu keşif, Big Bang teorisinin doğruluğunu kesin bir şekilde ortaya koydu ve Penzias ile Wilson, Nobel Ödülü kazandılar. Big Bang teorisinin önemli bir diğer yönü, evrenin başlangıcındaki patlamadan sonra ortaya çıkan olağanüstü düzenli yapıydı. Patlamaların genellikle düzensizliği ve kaosu beraberinde getirdiği düşünülürken, Big Bang, evrenin her yerinde benzer fiziksel yasaların geçerli olduğu bir düzenin oluşmasına neden oldu. Bu, evrenin büyük bir hızla genişlerken bile düzenli bir yapıya kavuştuğunu gösteriyor. Bu düzenin kontrolsüz bir patlama ile ortaya çıkması, materyalist anlayışa ters düşmektedir. Big Bang teorisinin bir diğer çarpıcı yönü, evrende yaşam barındıran bir ortamın oluşmuş olmasıdır. Yaşamın ortaya çıkabilmesi için belirli şartların mevcut olması gerekir. Bu şartların rastlantısal bir şekilde ortaya çıkması imkansızdır. Teorik fizikçi Paul Davies, Big Bang sonrası genişleme hızının o kadar hassas bir şekilde ayarlandığını belirtti ki, eğer oran biraz daha farklı olsaydı, evrenin yaşam barındıran bir yer haline gelmesi mümkün olmayacaktı. Bu durum, evrenin yalnızca fiziksel yasalarla değil, aynı zamanda bu yasaların arkasındaki bilinçli bir güç tarafından yönlendirildiği düşüncesini akla getirir. Eğer evrenin düzeni bu kadar hassas bir şekilde ayarlandıysa, o zaman evreni yönlendiren bir Yaratıcı’nın varlığına inanmak kaçınılmazdır. Big Bang teorisi, evrenin başlangıcında bir yaratılışın izlerini ortaya koymaktadır. Evrenin sıfır hacme sahip bir noktadan patlayarak genişlemesi, yaşam barındıran bir yapıya ulaşması, fiziksel yasaların mükemmel bir düzenle işlediği bir ortam oluşturması tüm bu bulgular bir Yaratıcı’nın varlığını işaret etmektedir. Bu, evrenin bir yaratılış sürecinden geçtiğini ve bu sürecin ardında bilinçli bir güç olduğunu gösterir. Big Bang, sadece evrenin başlangıcını anlatmakla kalmaz, aynı zamanda evrenin yaratılışının derin anlamını da gözler önüne serer.
Bilgisayar mühendisliği, bilgisayar donanımı, yazılımı ve bilgi işlem sistemleri üzerine odaklanan multidisipliner bir mühendislik dalıdır. Bu bölümde öğrenciler hem teorik hem de pratik anlamda bilgisayarların nasıl çalıştığını öğrenir ve çeşitli yazılım ve donanım çözümleri geliştirme yetkinliği kazanır. Bilgisayar mühendisliği müfredatı oldukça geniş bir yelpazede konuları kapsamaktadır:
Temel Disiplinler:
- Algoritma geliştirme ve analiz
- Programlama dilleri ve paradigmaları
- Veri yapıları ve veritabanı sistemleri
- Bilgisayar ağları ve iletişim protokolleri
Dini metinlerde ve halk arasında yayılan bazı rivayetler, ibadet ve dua pratiklerine yönelik abartılı vaadler içerebilmektedir. Bunlardan biri de "Kim Arefe akşamında bin defa İhlas Suresini okursa Allah kendisine her istediğini verir."(Kenzu'l Ummal) şeklindeki rivayettir.
Rivayette, bin defa İhlas Suresi okunmasının karşılığında “Allah’ın her isteği vereceğinin” vaadi yer alır. Böyle kesin ve geniş kapsamlı bir vaat, hem dini hem de pratik açıdan sakıncalıdır. Çünkü:
- İslam dini ibadetlerin kabulü ve Allah’ın lütfu konusunda kesinlik vermez. İbadetler, samimiyet ve ihlasla yapılır karşılığı ise yalnızca Allah’ın takdirindedir.
- “Ne istersen verilir” gibi ifadeler, halkın kolayca manevi çözümler arama eğilimini istismar eder. Bu da bireylerde gerçek imanı değil, dileklerin hızlıca gerçekleşmesi beklentisini öne çıkarır.
- Böyle uç vaatler, dini metinlerin derin ve kapsamlı mesajını basitleştirir ve ticari sömürüye zemin hazırlar.
Bin defa aynı sureyi okumak fiziksel ve zihinsel olarak zaman ve sabır gerektirir. Bu durum, doğal olarak bazı yardımcı araçların devreye girmesine yol açmıştır. Örneğin, boncuklar, tespihler ve benzeri araçlar ibadet pratiklerine eşlik eder. Ancak bu, zamanla bir ekonomik sektör halini almıştır:
Bitki Koruma, tarımsal üretimde sağlıklı ve verimli ürün elde etmek için zararlı organizmaların (hastalıklar, zararlılar, yabancı otlar vb.) tanımlanması, kontrolü ve sürdürülebilir mücadele yöntemlerinin geliştirilmesiyle ilgilenen önemli bir bilim dalıdır. Hem çevreye duyarlı hem de verimliliği artırıcı çözümler sunan Bitki Koruma Bölümü, tarımın temel sorunlarına bilimsel yaklaşım getirir ve geleceğin tarım uzmanlarını yetiştirir. Bitki Koruma Bölümü’nde öğrencilere temel olarak bitki hastalıkları (fungal, bakteriyel, viral), tarımsal zararlılar (böcekler, akarlar, nematodlar), yabancı otlar ve bunlarla mücadele yöntemleri öğretilir. Entegre mücadele yöntemleri kapsamında biyolojik, biyoteknik, kültürel ve kimyasal mücadele yöntemleri ayrıntılı biçimde işlenir. Ayrıca tarımsal ekoloji, botanik, bitki fizyolojisi gibi temel bilimler de bölüm müfredatının önemli parçalarıdır. Bitki Koruma mezunları, geniş iş alanlarına sahiptir. Tarım İl ve İlçe Müdürlüklerinde tarımsal denetim ve danışmanlık yapabilir, pestisit üretimi ve satışı yapan firmalarda teknik destek sağlayabilirler. Ayrıca ziraat odaları, kooperatifler, tohum ve fide şirketleri, akademik kurumlar ve araştırma enstitülerinde görev alabilirler. Günümüzde dijital tarım teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte, tarım teknolojileri firmalarında ve yapay zeka destekli uygulamalarda da önemli roller üstlenmektedirler.
Bitki Koruma mezunları için en büyük avantajlardan biri, tarım sektörünün vazgeçilmez bir parçası olmaları nedeniyle geniş istihdam alanlarıdır. Ayrıca sahada ve laboratuvarda çalışma fırsatları sunması, kırsal kalkınmaya katkı sağlaması ve sürdürülebilir tarımda kritik rol oynaması da önemli avantajlardır. Ancak, iş bulma konusunda bölgesel farklılıklar, mevsimsel çalışma koşullarının zorluğu, kimyasal madde kullanımına bağlı riskler ve maaş/kariyer sınırlılıkları gibi dezavantajlar da mevcuttur. Bitki Koruma alanında yazılım ve yapay zeka (YZ) teknolojileri devrim oluşturmaktadır. Hastalık ve zararlıların erken teşhisinde drone ve uydu görüntülerinin yanı sıra yapay zeka destekli görüntü işleme sistemleri kullanılmaktadır. YZ algoritmaları sayesinde bulaşma ve yayılım modelleri oluşturulmakta, pestisit uygulamalarının dozaj ve zamanlaması optimize edilmekte ve çevreci entegre mücadele yöntemleri desteklenmektedir. Tarla yönetimi yazılımları, çiftçilere verimli ilaçlama önerileri sunarken, uzmanların saha ve laboratuvar verilerini analiz ederek daha doğru kararlar almasına imkân verir. Bu teknolojilere hakim olmak, mezunların rekabet gücünü önemli ölçüde artırır. Bitki Koruma mezunlarının çoğu teorik bilgileri güçlü olmasına rağmen, pratik saha deneyimi ve hızlı teşhis becerileri konusunda eksiklikler yaşayabilmektedir. Ayrıca sektördeki hızlı gelişmeleri takip etmek, biyolojik ve biyoteknik mücadele yöntemlerinin önemini kavramak, yazılım ve yapay zeka gibi yeni teknolojilere hakim olmak gerekmektedir. Mezunların girişimcilik ruhunu geliştirmesi, kendi işlerini kurmaları veya tarımsal danışmanlık yapmaları da önemli gelişim alanlarıdır. Mezunların sürekli kendini yenilemesi, staj ve saha deneyimleriyle pratik becerilerini artırması gerekmektedir. Etkili iletişim ve yabancı dil bilgisi, uluslararası iş ve projelerde başarı için zorunludur. Pestisit uygulama sertifikaları gibi mesleki belgeler edinilmelidir. Ayrıca sosyal medya ve dijital platformlarda içerik üretmek, yapay zeka destekli uygulamalardan faydalanmak hem bilgi birikimini hem de tanınırlığı artırır. Gönüllü stajlar mesleki deneyimi güçlendirir Kızılay, AFAD gibi kurumlarda etkinliklere katılmak, kırsal kalkınma projeleri geliştirmek tanınırlığı sağlar. Bitki Koruma uzmanları üreticiyi hastalık, zararlı ve yabancı otlarla mücadele konusunda bilgilendirir, sahada mücadele yöntemlerinin uygulanmasını sağlar, kimyasal mücadele gerektiğinde doğru ilaçları tavsiye eder ve uygulanmasını denetler. Ayrıca, laboratuvarda zararlı ve hastalık etmenlerini tanımlar, mücadele stratejileri geliştirir, mesleki gelişim faaliyetlerine katılırlar. Ruhsatlı zirai ilaç bayilerini denetler ve bitki pasaportunun uygulanabilirliğini sağlarlar. Bitki Koruma alanında iş olanakları, tarımın yoğun olduğu bölgelere göre değişmektedir. Özellikle tarımsal faaliyetlerin yoğun olduğu kırsal alanlarda mezunlar için daha fazla istihdam imkânı bulunur. Sahada tecrübe, sertifikalar ve güncel teknolojilere hakimiyet iş bulmada avantaj sağlar. Mezunlar, istedikleri takdirde İş Güvenliği Uzmanı gibi farklı alanlarda da sertifika alarak kariyer çeşitlendirebilirler. Bitki Koruma Bölümü, tarımın sürdürülebilirliği ve gıda güvenliği açısından kritik bir meslek dalıdır. Hem laboratuvar hem saha çalışmaları ile hem teorik hem pratik bilgi kazanılır. Günümüzün dijital ve yapay zeka destekli tarım uygulamalarıyla entegrasyon sayesinde mezunlar, tarımsal üretimin verimliliğini artırmak ve çevreyi korumak adına önemli görevler üstlenmektedir. Mezunların kendilerini sürekli geliştirmeleri, saha deneyimi edinmeleri, dijital teknolojilere adapte olmaları ve girişimcilik ruhunu geliştirmeleri başarılarını artıracaktır. Bitki Koruma mezunları, "akıllı tarım"ın temel aktörleri olarak hem geleneksel bilgiyi hem de dijital teknolojiyi harmanlamalı. Sürdürülebilir tarım hedefleri, gıda güvenliği ve iklim direnci için bu alandaki uzmanlık, gelecek 10 yılda daha da kritikleşecektir. Başarı saha deneyimi, teknoloji adaptasyonu ve problem çözme odaklı yaklaşımla gelecektir.
İnsan vücudu, doğada var olan en karmaşık ve mükemmel sistemlerden biridir. Vücut, hayati fonksiyonlarını sürdürebilmek için elektriksel ve kimyasal işlevleri birleştirerek olağanüstü bir iletişim ağı oluşturur. Bu işleyiş, yalnızca modern bilimde henüz tam anlamıyla anlaşılabilmiş bir mekanizma olmakla kalmaz, aynı zamanda Allah'ın yaratmasındaki mükemmeliyeti de gözler önüne serer. Biyoelektrik yani vücudun içindeki elektrik akımlarının düzeni sinir sistemi ve hücresel düzeydeki biyokimyasal etkileşimler Allah'ın yaratmada gösterdiği benzersizliği bizlere hatırlatmaktadır. Vücuttaki elektrik sadece cihazlardan alınan enerji gibi dışarıdan gelen bir güçle sağlanmaz. İnsan vücudu, her anını mükemmel bir şekilde kontrol etmek için biyolojik piller gibi çalışan trilyonlarca hücre üretir. Bu hücreler, sodyum, potasyum ve diğer elektrolitlerin etkileşimiyle elektrik akımı üretir. Bu biyolojik akımlar sayesinde, sinir hücreleri arasında bilgi iletimi kesintisiz ve son derece verimli bir şekilde gerçekleşir. Sinir hücreleri arasındaki elektriksel iletim, "sinaps" adı verilen boşluklarda gerçekleşir. Sinapslar, iki hücre arasındaki elektrik akımını iletmek için kimyasal sinyal iletimini kullanır. Bu süreç, Allah’ın yaratmadaki harikalığı ve mühendisliğin mükemmelliğini gözler önüne serer. Çünkü bir sinir hücresi ile diğeri arasındaki mesafe çok küçüktür ancak yine de mükemmel bir iletim sağlar. Allah Kur'an'da insanın yaratılışını şöyle ifade eder: "O yarattığı her şeyi en iyi yapandır. Ve insanı yaratmaya kilden başladı." (Secde, 32:7) Bu ayet insan vücudundaki her bir parçanın, her bir sistemin yaratılışındaki mükemmel dengeyi işaret eder. Beyin ve sinir sistemi bu mükemmelliğin birer örneğidir. Modern bilim beyin hücrelerinin iletişimini ve elektriksel iletimini anlamak için büyük bir çaba sarf etmektedir. Harvard Üniversitesi’nden bir grup mühendis insan beynindeki nöronlara benzer yapılar kullanarak transistörler geliştirmeyi başarmış ve bu sayede enerji tüketimini önemli ölçüde azaltmışlardır. Bu çaba insan beynindeki sinaptik yapıların taklit edilmesinin teknolojide büyük bir devrim oluşturabileceğini göstermektedir. Sinaptik transistörler insan beynindeki hasar görebilen nöronların, hasara uğradığında elektriği başka bir yola yönlendirme özelliğini taklit etmeyi amaçlamaktadır. Beyindeki bu mükemmel yapının, makinelerde de kullanılabilir hale gelmesi, yapay zekanın gelişmesinde önemli bir adım olacaktır. Bu yapının insan beyninde nasıl çalıştığını anlamak, bilim insanlarına kendi kendini onarabilen ve öğrenebilen makineler oluşturma yolunda rehberlik etmektedir. Vücutta gerçekleşen biyokimyasal reaksiyonlar, aynı zamanda evrim hipotezinin savunucularını zor durumda bırakacak örneklerden biridir. İnsan sinir sistemindeki karmaşıklık, evrimsel bir sürecin ürününden çok daha fazlasıdır. Sinir hücrelerinin birbirine dokunmadığı halde kesintisiz bir iletişim sağlıyor olması Allah’ın yaratmadaki mükemmelliği gösterir. Sinir hücreleri arasındaki bu iletişim, son derece kompleks kimyasal ve elektriksel işlemlerle sağlanır. Bu sistem, beyin ile organlar arasındaki koordinasyonu kusursuz şekilde gerçekleştirir. Kur’an, insanın yaratılışındaki kusursuzluğu anlatırken şöyle buyurur: “Şüphesiz biz insanı en güzel şekilde yarattık.” (Tin, 95:4) Bu ayet insan vücudunun yapısındaki incelikleri ve sistemlerin mükemmel işleyişini vurgulamaktadır. Sinir sisteminin karmaşıklığı ve elektriksel iletimi bu mükemmel yaratılışın bir parçasıdır. Vücut elektriği aslında biyolojik elektrik olarak bilinir ve iyonların hücresel değiş tokuşu ile meydana gelir. Potasyum, sodyum ve kalsiyum gibi minerallerin hücre içinde ve dışında değişimi elektrik akımının oluşmasını sağlar. Hücreler bu akımları kullanarak iletişim kurar ve sinyallerin hızlı bir şekilde iletilmesini sağlar. Bir hücredeki elektrik akımı bir başka hücreye geçerken iyonların hareketi ile bu akım devam eder. Vücuttaki bu biyolojik akımların, dışarıdan bir enerji kaynağına ihtiyaç duymadan işlemesi vücudun kendi içindeki gücü ve potansiyeli gösterir. Allah, insanın yaratılışındaki bu mükemmel dengenin altını çizmiştir: “Şüphesiz Rabbiniz o Tanrı'dır ki gökleri ve yeri altı gün de yarattı. Sonra taht üzerine istiva etti. Geceyi durmadan onu kovalayan gündüze örter. Ve Güneş'i, ve Ay'ı ve yıldızları boyun eğdirmiştir. Dikkat edin! Yaratma ve emir O'nundur. Âlemlerin Rabbi çok yücedir.” (A’raf, 7:54) Bu ayet yaratılışın her yönüyle mükemmel bir düzene sahip olduğunu ve Allah’ın her şeyin hükmünü düzenleyen kudretini ifade eder. İnsan vücudundaki biyoelektrik ve sinir sistemi, son derece karmaşık ve mükemmel bir yapıya sahiptir. Sinir hücrelerinin iletişimi, elektriksel ve kimyasal iletimle sağlanır ve bu süreç Allah’ın kudretiyle var olmuştur. Beyindeki her bir sinir hücresi, birbiriyle mükemmel bir şekilde iletişim kurarak vücudun tüm fonksiyonlarını kontrol eder. Modern bilim, insan beynindeki bu mükemmel yapıyı taklit etmeye çalışırken, insan vücudunun Allah tarafından yaratılmasının ne denli kusursuz olduğunu daha iyi anlamaktadır. Allah’ın yaratma gücü, evrendeki her şeyde olduğu gibi insan vücudunda da kendini gösterir. İnsan vücudundaki her bir sistem, Allah’ın hikmetinin bir parçasıdır ve bu sistemlerin işleyişi, insanı kendi yaratıcısına daha yakın bir şekilde anlamamıza yardımcı olur.
Günümüz dünyasında Müslümanlar, savaş, işgal ve zulüm gibi birçok zorlukla karşı karşıya kalmaktadır. Bu tür durumlara karşı gösterilen en yaygın tepkilerden biri, zulmü uygulayan veya desteklediği düşünülen ülkelere ait ürünlerin boykot edilmesidir. Fakat Kur’an’a dayalı bir bakış açısıyla bu tavrın ne derece isabetli olduğu dikkatle sorgulanmalıdır. Zira İslam, yalnızca zulme karşı çıkmayı değil, bunu adalet ve ahlak ölçüleri içinde yapmayı emreder. Tepkisel eylemler değil, Kur’an’ın rehberliğinde şekillenen bilinçli ve birleştirici duruşlar çözüm getirebilir. Kur’an, Müslümanlara savaşta dahi ahlaki sınırları korumayı emreder: “Ve Allah yolunda sizinle savaşanlarla haddi aşmaksızın savaşın. Şüphesiz ki Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 190) Bu ayet, savaşın bile belirli sınırlar dâhilinde yürütülmesi gerektiğini vurgular. Boykot gibi toplu cezalandırma yöntemleri ise çoğu zaman bu sınırları ihlal eder. Çünkü bir ülkenin ürününü boykot etmek, o ürünün üreticisi olan masum bireyleri de hedef almak anlamına gelir. Oysa Kur’an, bireysel sorumluluğu esas alır; toplu suçlamaları reddeder. Kur’an, savaş halinde bile yapılan antlaşmalara sadık kalmayı emreder:
> “Ancak müşriklerden yaptığınız antlaşmadan hiçbir şeyi eksiltmeyen ve size karşı hiç kimseye arka çıkmayan onların antlaşmalarını süresine kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah takva sahiplerini sever.” (Tevbe, 4)
> “Ve eğer müşriklerden biri senden sığınma isterse, ona sığınma hakkı ver ki Allah’ın sözünü işitsin. Sonra onu güvenli bir yere ulaştır. Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur.” (Tevbe, 6)
Bu ayetler, düşman sayılan bir toplumdan bile olsa, masum bireylerin haklarının gözetilmesi gerektiğini bildirir. Boykot gibi eylemler ise bu inceliği gözetmez; suçlu ve masum ayrımı yapmaksızın herkesi aynı kefeye koyar. Bu, Kur’an’ın adalet anlayışıyla bağdaşmaz. Kur’an’ın temel öğretilerinden biri, Müslümanların dağılmadan, ayrılığa düşmeden birlikte hareket etmeleridir. “Ve hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; ayrılmayın.” (Ali İmran, 103) Boykot gibi eylemler, görünürde bir direniş olsa da pratikte çoğu zaman Müslümanlar arasında tartışmalara, ayrılıklara ve hatta fitneye sebep olur. Oysa İslam toplumu, iç çatışmalarla değil, ortak bir dava bilinciyle yükselebilir. İslam, sadece ekonomik tepkilerle değil, gerektiğinde fiilî mücadeleyle de zulme karşı durulmasını emreder. Zayıf bırakılmış mazlumlara yardım edilmesi Kur’an’da açıkça vurgulanır: “Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu şehirden çıkar, bize katından bir veli ver, bize katından bir yardımcı ver’ diyen zayıflatılmış erkekler, kadınlar ve çocuklar için savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 75) Bu ayet, mazlumların kurtuluşu için fiilî mücadelenin farz olduğunu ortaya koyar. Sadece boykot çağrısı yapmak, ancak mücadele gerektiğinde geri durmak, samimi bir tavır değildir. Nitekim tarihte İsrailoğulları'nın benzer bir zaafı şöyle aktarılır: “Musa’dan sonra İsrailoğulları’nın önde gelenlerini görmedin mi? Nebilerine: ‘Bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım’ dediler. O da: ‘Ya savaş farz kılınır da savaşmazsanız?’ dedi. Onlar: ‘Biz neden savaşmayalım ki? Yurtlarımızdan, çocuklarımızdan çıkarıldık.’ dediler. Fakat savaş kendilerine yazılınca, onlardan pek azı hariç geri döndüler. Allah zalimleri çok iyi bilendir.” (Bakara, 246) Bugün boykot çağrısı yapan birçok kişi, fiilî mücadele gerektiğinde geri çekilmekte; zulme karşı durmak yerine sessiz kalmaktadır. Oysa Kur’an, yalnızca sözle değil, eylemle de direnişi zorunlu kılar. “Allah yolunda savaşın. Bilin ki Allah her şeyi işitendir, bilendir.” (Bakara, 244) Ekonomik boykotların etkisi çoğu zaman devlet politikalarından ziyade halk üzerinde görülür. Özellikle küçük esnaflar, işçiler ve ihracatla geçinen masum insanlar zarar görür. Filistin gibi mazlum coğrafyalarda da boykotlar, halkın yaşamını daha da zorlaştırabilir. Bu durum, zalime değil, mazluma zarar verir. Bu yüzden İslam, adaleti sadece zalime karşı değil, her yönüyle tesis etmeyi hedefler. Müslümanların gerçek gücü tepkisel eylemlerde değil, Kur’an’a sarılmakta ve birlik içinde hareket etmekte gizlidir. Boykotlar geçici öfkenin sonucu olabilir, fakat uzun vadeli çözüm getirmez. Kur’an bize hem zulme karşı durmayı hem de masumlara zarar vermemeyi öğütler. O hâlde gerçek mücadele, bilinçli, adil, ilkeli ve birleştirici olmalıdır. Bugün ümmetin asıl ihtiyacı, Kur’an’ın rehberliğinde, adaletin ve merhametin egemen olduğu bir İslam birliğidir. Boykot değil, birliktir kurtuluşun yolu.
Modern bilim insanlarının ortaya koyduğu en temel gerçeklerden biri evrenin bir başlangıcının olduğudur. Bugün "Büyük Patlama" (Big Bang) olarak adlandırılan bu olay yokluğun içinde muazzam bir enerjiyle vuku bulmuş ve ardından maddenin temel yapı taşı olan atomlar oluşmuştur. Bu atomlar daha sonra bir araya gelerek yıldızları galaksileri, Dünya'yı, Güneş'i ve nihayetinde evrendeki bütün sistemleri meydana getirmiştir. Ancak bu gelişmeler rastlantılarla açıklanamayacak kadar kusursuz ve düzenli bir yapıya sahiptir. Çevremizdeki her şey bedenimiz, oturduğumuz koltuk, yediğimiz meyveler, gökyüzü, toprak, su, hayvanlar ve bitkiler Büyük Patlama'nın ardından oluşan atomların bir araya gelmesiyle hayat bulmuştur. Fakat burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus vardır: Şuursuz atomların kendi kendine bir araya gelerek bu kusursuz yapıları oluşturması mümkün değildir. Her şeyde açıkça görülen bu üstün düzen ve denge ancak sonsuz bilgi ve güç sahibi olan Allah’ın yaratmasıyla açıklanabilir. Atomları incelediğimizde bu gerçeği daha net görebiliriz. Her atomda merkezde proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdek yer alır etrafında ise saniyede yaklaşık 1000 kilometre hızla dönen elektronlar bulunur. Bu elektronlar belirli yörüngelerde hareket eder proton ve elektron sayısı her zaman dengede tutulur. Eğer bu dengede en küçük bir sapma olsaydı atom diye bir şey var olamazdı. Bu olağanüstü yapı yokluktan doğan bir patlama sonrasında kendi kendine rastgele bir şekilde oluşmuş olamaz. Bir patlamanın ardından ortaya çıkması beklenen şey düzensizlik ve kaostur. Oysa evrende patlamanın hemen ardından bile mükemmel bir düzen ve uyum vardır. Farklı zamanlarda ve farklı yerlerde oluşan atomlar sanki tek bir merkezden çıkmış gibi uyum içindedir. Her biri amaca yönelik mantıklı ve düzenli yapılar meydana getirir. Bozuk, işlevsiz, amaçsız oluşumlar görülmez. Her şey en küçük birimden en büyük galaksi sistemlerine kadar yerli yerindedir ve çok büyük bir amaca hizmet etmektedir. Bu olağanüstü düzen üstün kuvvet sahibi olan Allah’ın varlığının açık bir delilidir. Evrende görülen sistematik yapı atomlardan başlayarak galaksilere kadar uzanır. Ve bu düzenin kör tesadüflerle veya kontrolsüz bir patlamayla açıklanması mümkün değildir. Bu noktada ünlü fizikçi Roger Penrose’un ifadeleri oldukça çarpıcıdır. Penrose evrenin varoluşunda bugüne dek tam anlamıyla kavrayamadığımız derin bir amacın ve düzenin bulunduğunu belirtir. Gerçekten de "evren sadece öylesine var" düşüncesi evreni ve varoluşu anlamaya hiçbir katkı sağlamaz. Çünkü her detayında ince hesaplar ve hassas dengeler bulunan bir evrenin kör bir rastlantı ürünü olduğunu iddia etmek aklın ve bilimin tüm prensiplerine ters düşer. Bilimsel çalışmalar Büyük Patlama'dan sonra mükemmel bir dengenin oluştuğunu göstermektedir. Atomun yapısındaki hassas denge yıldızların ve gezegenlerin oluşumu, Dünya’nın yaşama elverişli hale gelmesi ve canlı yaşamın ortaya çıkışı tüm bunlar akıllı ve üstün bir iradenin eseri olarak açıklanabilir. Dolayısıyla evrenin kökenini ve düzenini anlamaya çalışan her tarafsız zihin sonunda Allah'ın varlığını ve üstün yaratışını kabul etmek durumunda kalır. Özetle modern bilim evrende gözlenen bu muhteşem düzen ve dengeyi açığa çıkararak 19. yüzyıl materyalist felsefelerinin iddialarını geçersiz kılmıştır. Artık açıkça görülmektedir ki evreni yoktan var eden, ona mükemmel bir düzen ve denge takdir eden, her anını kontrol eden bir Yaratıcı vardır: Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbi olan Allah. Materyalizm yalnızca akla ve bilime aykırı olmakla kalmamış aynı zamanda insanlık tarihinde batıl bir inanç olarak yerini almıştır. Gerçek bilgi ve bilim insanı Allah’ın varlığına ve O’nun üstün kudretine ulaştırır.
İslam’ın özünde adalet, eşitlik ve insan onuru vardır. Kur’an bu temel değerleri kadın-erkek ilişkileri bağlamında da açıkça ortaya koyar. Buna rağmen, tarih boyunca bazı yanlış yorumlar, İslam’ın kadına bakışını çarpıtmış ve kölelik gibi uygulamalarla bağdaştırmaya çalışmıştır. Özellikle “cariye” kavramı üzerinden yapılan bu yanlışlıklar, hem Kur’an’ın mesajını hem de Arapça kelimelerin anlam değişimini göz ardı eder. Arapça kökenli “cariye” kelimesinin aslı “جَارِيَة” (cāriya) şeklindedir ve “c-r-y” kökünden türemiştir. Bu kök, “akmak, yürümek, hareket etmek” gibi anlamları taşır. Dolayısıyla “cariye”nin asıl anlamı, “akan, yürüyen” gibi genel bir ifade olup, “genç kız, hareket eden kadın” şeklinde kullanılabilir. Başlangıçta “cariye” kelimesi, “genç kız” veya “hareket eden kadın” gibi tarafsız ve özgür bir kimliği ifade ederken Nebimiz Muhammed'in vefatından sonra zamanla, özellikle Arap toplumunda kölelik düzeninin yaygınlaşmasıyla birlikte, köle ya da esir kadın anlamına kaydırılmıştır. Ancak bu dönüşüm kelimenin asıl anlamını yansıtmaz toplumsal ve tarihsel bir sapma sonucudur. Kur’an’da “cariye” kelimesi doğrudan yer almaz. Buna rağmen, birçok mealde “mâ meleket eymânukum” ifadesi “cariyeleriniz” veya “kadın köleleriniz” diye çevrilir. Oysa kelime anlamıyla “mâ meleket eymânukum”, “yeminlerinizin malik olduğu (sahip olduğunuz) kişiler” demektir. Buradaki “mâ meleket eymânukum” ifadesi, kölelik ve esaret sistemi bağlamında değil sözleşme ve nikah yoluyla sahip olunan kadın-erkek ilişkileri temelinde değerlendirilmelidir. Kur’an’ın genel ruhuna uygun şekilde, bu ifade evlilik sözleşmesiyle bağlanan, yani nikah bağıyla meşru ilişkilerde bulunan eşleri tarif eder. “Cariye” kavramının zamanla “cinsel köle” anlamına dönüşmesinde, Roma hukukunun etkisi büyüktür. Roma’da “concubina” terimi, evlilik dışı ilişkiler yaşayan kadını tanımlamak için kullanılırdı. Bu terim, hukuken eş statüsünde sayılmaz kadın aslında cinsel köle veya ikinci planda tutulan partner gibi bir konumda olurdu. Arap toplumunda ve bazı İslami kaynaklarda da zamanla “cariye” kelimesinin Roma’daki “concubina” anlamına çekildiğini görüyoruz. Böylece “cariye”, “seks kölesi” veya “esir kadın” olarak anılmaya başlamıştır. Oysa bu, kelimenin Arapçadaki asli kök anlamı ve Kur’an’ın özüne aykırıdır. Kur’an, kadın-erkek ilişkilerini kölelik temelinde değil, nikah ve sözleşme temelinde düzenler. İlişkilerin nikah yoluyla meşrulaşmasını vurgular ve kölelikten azad etmeyi teşvik eder. Dolayısıyla İslam’ın ana hedefi, köleliği ve kadın köleliğini ortadan kaldırmak kadın-erkek arasında eşit ve saygıya dayalı bir toplumsal düzen kurmaktır.
Sonuç olarak:
- Kur’an’da kadın köleliği yoktur.
- “Cariye” kelimesi Kur’an’da hiç geçmez meallerde sonradan eklenmiştir.
- “Cariye”nin asıl anlamı “akmak, yürümek”tir; sonradan toplumsal şartlar ve Roma hukukunun etkisiyle “köle kadın” anlamına kaydırılmıştır.
- Kur’an, kadın-erkek ilişkilerinin temelini nikah ve karşılıklı sözleşme üzerine kurar köleliği değil, özgürlüğü ve eşitliği öngörür.
İslam dini, insanın Rabbine yakın olabilmesi ve cennete girebilmesi için sağlam bir inanç, çaba ve gayret gerektirdiğini vurgular. Bu süreçte, geleneksel anlayışlar ve kolaycı düşünceler, çoğu zaman bireyleri gerçek anlamda emek vererek kazanç sağlama yolundan alıkoyar. Zemzem suyu, kandil geceleri, özel dualar ve diğer manevi ritüeller gibi uygulamalar, halk arasında bir arınma aracı olarak gösterilse de, gerçek inanç ve teslimiyetin yolu bunlardan çok daha derindir. Kur'an, insanın kendi emeğinin karşılığını alacağına işaret eder. Necm Suresi’nin 39. ayetinde belirtildiği gibi, “Ve insana çalışması dışında yoktur.” Bu, insanın sadece gösterişe dayalı bir ibadetle ya da kısa yoldan cennete gitme çabasıyla Allah’ın rızasına ulaşamayacağını net bir şekilde ifade eder. İman, sadece sözle değil, kişinin gönlüyle, emeğiyle ve hayatıyla şekillenir. Geleneksel düşüncenin etkisiyle, zaman zaman insanlar "bedava" kurtuluş yolları arar. Örneğin, bir kandil gecesinde yapılan ibadetler, Zemzem suyu içmek ya da bir zatın duasından nasiplenmek gibi uygulamalar, cennete ulaşmanın basit yolları gibi gösterilip bataklığa saplanılır. Ancak Kur'an, bu tür kolaycılığı reddeder. İman ve ibadet, özveri, sabır ve çaba gerektirir. Bakara Suresi'nin 214. ayetinde şöyle buyrulmuştur: "Yoksa sizden önce geçenlerin örneği başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara sıkıntı ve bela dokunmuş ve sarsılmışlardı. Nihayet elçi ve onunla birlikte inananlar Allah'ın yardımı ne zaman diyorlardı. İyi bilin ki şüphesiz Allah'ın yardımı yakındır." Bu ayet, gerçek iman ve sabrın değerini ortaya koyar. Müslümanlar, sadece zahiri ibadetlerle değil, aynı zamanda zorluklar karşısında gösterdikleri sabır ve gayretle de imtihan edilirler. Kur'an, iman edenlerden cihad etmelerini, sabırla mücadele etmelerini ister. Âl-i İmrân Suresi'nin 142. ayetinde, “Yoksa siz Allah içinizden cihad edenleri belirlemeden ve sabredenleri belirlemeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” denir. Burada cihad, sadece silahlı mücadele anlamına gelmez. Cihad, nefisle mücadele etmek, sabırla ve kararlılıkla inanç yolunda ilerlemektir. Kutsal su içmek, cennete gitmenin bir aracı değildir; aksine, cennet, gerçek bir çaba ve teslimiyetin ödülüdür. Said Nursi'nin "Zaman Gösterdi ki: Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil." sözleri, cennetin kolayca ulaşılabilir bir şey olmadığını anlatır. Cennet, kişiye Allah’ın rızası ile verilir ve bu, çaba, sabır ve özveriyle elde edilir. İslam’da, sadece dua etmek ya da bir miktar manevi arınma ile cennete ulaşmak mümkün değildir. İmanın özü, kalpteki ihlas, dildeki doğruluk ve bedendeki eylemlerle şekillenir. Son olarak, En’âm Suresi'nin 162. ayetinde şöyle buyurulur: "De: Şüphesiz salatım, nusukum, hayatım ve ölümüm alemlerin efendisi Allah içindir.'" Bu ayet, tüm eylemlerimizin yalnızca Allah’a yönelik olması gerektiğini hatırlatır. İslam, sadece ritüellerden ibaret değildir. Her bir insan, hayatını Allah’a adayarak, O’na teslim olarak gerçek huzuru bulabilir. Cennete giden yol, dünyevi kolaylıklardan ve ataları taklit etmekten değil, gerçek bir inanç ve gayretle şekillenir. Sonuç olarak, geleneksel düşüncelerin aksine, cennet ve Allah’ın rızasına giden yol, sabır, emek, ve gayretten geçer. Kutsal su içmek, bir kerelik dualarla cennete gitmek mümkün değildir. İman, sadece içtenlikle yapılan ibadetler ve hayata geçirilen doğru eylemlerle güçlenir. Allah, cennetini müminlere ve samimi kullarına vaat etmiştir.
İslam inancına göre, cennet ve cehennem, ölümden sonra insanın ebedi akıbetini belirleyen iki sonsuz ve kalıcı yerdir. Cennet, Allah’ın rahmetine ve rızasına ulaşanların, cehennem ise Allah’ın gazabına uğrayanların varacağı yerlerdir. Ancak bazı kişiler, "Cehenneme gidenler, bir süre sonra cehennemden çıkacaklar" gibi yanlış inançlar iddia ederek Kur'an’ın açık ayetlerine ters düşmektedirler. Kur’an, cehennem ve cennetin kalıcı olduğuna dair net bir şekilde açıklamalarda bulunur. Kur'an'da, cehennemin ebedi olduğunu vurgulayan pek çok ayet bulunmaktadır. Örneğin; Bakara Suresi’nin 80, 81, 82. ayetlerinde, cehenneme gidenlerin orada ebedi kalacakları ifade edilir. Ayetlerden ikisi şöyle der: > "Dediler ki: Sayılı gün dışında ateş bize dokunmaz. De ki: Allah katında bir söz mü aldınız? Öyleyse Allah sözünden dönmez. Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz? Evet, kim kötülük kazanır ve suçu kendisini kuşatırsa işte onlar ateş halkıdır, orada ebedidirler." (Bakara, 80-81) Burada, "Sayılı gün dışında ateş bize dokunmaz" diyenler, cehennemin geçici olacağına dair batıl bir görüşü savunmuşlardır. Ancak Allah, bu görüşü reddederek, cehenneme gidenlerin orada ebediyen kalacaklarını belirtir. Cehennem, işlediği suçların ve kötülüklerin cezasını çekenlerin kalıcı azabıdır. Kötülük yapanlar, cehennemde sonsuza kadar kalacaklardır. Aynı şekilde, cennete gidenler de ebedi olarak orada kalacaklardır. Bakara Suresi’nin 82. ayetinde ise şöyle denir: "İman edenler ve salihatı yapanlar işte onlar cennet halkıdır, onlar orada ebedidirler." (Bakara, 82) Bu ayet, cennete gidenlerin orada sonsuza kadar kalacaklarını ifade eder. İman etmek ve salih ameller işlemek, kişiyi cennete götüren yoldur. Bu da gösteriyor ki, cennette cehennem gibi kalıcıdır. Kur'an, cennet ve cehennemin ebediliğini net bir şekilde açıklarken, her iki yerin de kalıcı olmasının önemli bir anlamı vardır. İnsanın, dünya hayatında yaptıkları ahiretteki sonsuz akıbetini belirler. İman ve salih ameller, insanı ebedi mutluluğa, cennet yoluna taşırken şirk ve Allah'ı inkâr ise cehenneme götürür. Bu kalıcılık, Allah’ın adaletinin ve rahmetinin bir tecellisidir. Cennet, Allah’ın rızasına uygun hareket edenlerin mükafatı, cehennem ise Allah’ın yasaklarına uymayanların cezadır. Sonuç olarak, cehennem ve cennet hakkında ileri sürülen her türlü yanlış inanç, Kur'an ayetleriyle çelişmektedir. Kur'an açıkça belirtir ki, cennet ve cehennem ebedidir ve oraya gidenler orada sonsuza kadar kalacaklardır. Bu yüzden, cehennemden çıkmayı umut etmek veya cennete bir süre sonra ulaşmayı beklemek, gerçek bir inanç değildir. İnananlar için gerçek ve kalıcı olan şey, Allah’ın rızasını kazanmak ve ebedi hayatı kazanabilmektir.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!