Cinler, İslam inancında Allah’ın yarattığı, insanlardan farklı bir varlık türüdür. Kuran ayetlerinde cinlerin yaratılışı, özellikleri ve insanlarla olan ilişkileri hakkında birçok bilgi verilmiştir. Cinler, insanların aksine topraktan değil, dumansız ateşten yaratıldıkları belirtilmiştir. Rahman Suresi'nin 15. ayetinde bu durum açıkça ifade edilir: "O, cinleri de dumansız ateşten yarattı." Cinler, insanlardan farklı güçlere sahip olmaları, gözle görülmemeleri gibi özellikleri nedeniyle insanlar arasında korku, hayranlık ve bazen de yanlış inançların doğmasına yol açmıştır. Bazı cahil ve zayıf karakterli insanlar, cinleri büyük bir güç olarak görüp onlardan yardım istemekte, onları Allah’tan bağımsız varlıklar gibi kabul ederek ilahlaştırmaktadırlar. Ancak bu tutum, İslam’ın temel inançlarıyla çelişir. Cinlerin Allah’a kulluk etmesi gerektiği ve onlardan herhangi bir bağımsız güç beklemenin yanlış olduğu, birçok ayetle bildirilmiştir. Kuran'da, cinlerin insanlar gibi Allah’a ibadet etmek üzere yaratıldıkları açıkça belirtilmiştir: “Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi, 56).
Cinlerin Allah’ın yarattığı kullar olduğu, kendilerine ait bağımsız bir güç ya da bilgiye sahip olmadıkları da Kuran’da vurgulanmıştır. Cinlerin de insanlar gibi iman eden ve inkâr edenleri vardır. Cinler, Allah’a kulluk etmek ve O’nun emirlerine uymakla yükümlüdürler. Bu nedenle onların sahip oldukları fiziksel güçlerin büyüsüne kapılmak ve onları ilahlaştırmak, akıl ve doğru inançla bağdaşmaz. Kuran’da cinlerle ilgili önemli bilgiler bulunmakta, bu varlıkların insanlardan farklı bir yapıda oldukları anlatılmakta ve onların gerçek güçlerinin sadece Allah’a ait olduğu vurgulanmaktadır. Birçok kişi, cinlere bir tür bağımsız güç atfederek onlara tapmaya başlamıştır. Ancak bu, ciddi bir yanılgıdır. Cinlere güç atfetmek ve onları Allah’a ortak koşmak, büyük bir sapkınlık ve akılsızlıktır. Kuran'da bu tür yanlış inançlar ve tutumlar hakkında şu uyarı yapılır: "Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı adamlar, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını arttırırlardı." (Cin Suresi, 6). Bu ayet, cinlere sığınmanın, insanların sapkınlıklarını arttırdığına dikkat çeker. Cinlerin de insanlar gibi Allah’a ibadet etmek için yaratıldıklarını unutmamak gerekir. Kuran’ın Cin Suresi’nde, cinlerin Allah’a kulluk etmeleri gerektiği açıkça ifade edilmiştir. Bunun yanı sıra, cinlerin de ahiretteki durumu, tıpkı insanlar gibi, yaptıkları amellere göre şekillenecektir. İnkarcı cinler ve onları takip eden insanlar, ahirette büyük bir azaba uğrayacaklardır. Enam Suresi'nde, cinlerin ve onları saptıranların ahiretteki durumlarına ilişkin şu uyarı yapılır: "Onların tümünü toplayacağı gün: 'Ey cin topluluğu, insanlardan çoğunu (ayartıp kendinize kullar) edindiniz.' Diyecek. İnsanlardan onların dostları derler ki: 'Rabbimiz, kimimiz kimimizden yararlandı ve bizim için tesbit ettiğin süreye ulaştık.'" (Enam Suresi, 128). Bu ayet, cinlerin, insanların sapkınlıklarına neden olduklarını ve sonrasında her iki tarafın da ahirette cezalarını çekeceğini bildirir. Cinleri Allah’a ortak koşan, onlardan yardım bekleyen ya da onlara tapmaya başlayan kişiler, büyük bir sapkınlık içindedirler. Kuran, bu tür kişilerin ahiretteki hüsranlarını şöyle bildirir: "Onlar, kendisiyle (Allah ile) cinler arasında bir soy-bağı kurdular. Oysa andolsun, cinlerde onların gerçekten (azab için getirilip) hazır bulundurulacaklarını bilmişlerdir. Onların nitelendirdiklerinden Allah Yücedir." (Saffat Suresi, 158-159). Bu ayet, cinlere tapmanın ve onları Allah’a ortak koşmanın, insanları büyük bir felakete sürükleyeceğini anlatır. Sonuç olarak, cinlerin yaratılış amacı, tıpkı insanlar gibi Allah’a kulluk etmektir. Onlara özgü güçlerin varlığı, onları ilahlaştırmak ya da bağımsız varlıklar gibi görmek, İslam’ın temel inançlarıyla çelişir. Cinlere tapmak, onları Allah’a ortak koşmak, büyük bir sapkınlık ve akılsızlık olup, hem dünyada hem de ahirette kişiyi büyük bir hüsrana uğratır. İslam, her şeyin yaratıcı ve hükümranı olan Allah’a kulluk edilmesini öğütler ve cinlerin de Allah’a kulluk etmeleri gerektiğini vurgular. Cinleri doğru bir şekilde tanımak ve onlara olan tutumu İslam’ın öğretileri doğrultusunda şekillendirmek, inançlı bireylerin doğru yolda ilerlemelerine yardımcı olacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm insanlara olduğu kadar cinlere de hitap eden bir kitaptır ve cinlerin varlığını inkâr etmek Kur’ân’ın beyanını reddetmek anlamına gelir. Bu makalede cinlerin yaratılışı, mahiyeti ve varoluşsal misyonu ilgili Kur’ân ayetleri bağlamında ele alınacaktır. Cinlerin yabancı insanlar olduğu iddiası ayetlerin derinlemesine incelenmesiyle tartışılacak ve reddedilecektir.
1. Cinlerin Yaratılışı
Kur’ân cinlerin yaratılış maddesi olarak "maric"i (dumansız ateş) ifade eder:
"(Allah), Cann'ı (cinleri), maric (dumansız-karışık) ateşten yarattı." (Rahman Sûresi, 15. ayet)
"Maric" kelimesi salıvermek ve karışmak anlamını taşır. Dumansız saf bir ateş veya her şeye nüfuz edebilen bir enerji formunu çağrıştırır. Bazı cinlerin yapısı elektriksel veya elektromanyetik dalgalara benzer olup 8şın veya ışık gibi hareket ederler. Cinlerin yaratılışı insanın yaratılışından farklıdır insan topraktan cinler ise enerjiye dayalı bir yapı olan dumansız ateşten yaratılmıştır. Ayrıca cinlerin özellikleri arasında görünmezlik ve maddeye nüfuz edebilme kabiliyeti bulunur. Bu onların fiziki dünyada farklı bir boyutta var olduklarını gösterir.
2. İblis ve Cinlerle Bağlantısı
Cizye İslam hukukunda sıklıkla tartışılan bir konudur ve yanlış anlaşılmalardan kaynaklanan bir kavram karmaşası bulunmaktadır. Geleneksel yorumlarda cizyenin Müslüman olmayanlardan alınan bir vergi türü olduğu iddia edilmektedir. Ancak bu yorumun Tevbe Sûresi'nin ilgili ayetlerinin bağlamını dikkate almadan yapıldığı söylenebilir. Daha derin bir inceleme cizyenin bir savaş tazminatı olduğunu ortaya koymaktadır.
Cizye kelimesi Arapça kökeni itibarıyla "ceza" anlamına gelen bir kökten türetilmiştir ve savaşlarda saldırgan devletlerin verdikleri zarar karşılığında ödemeleri gereken bir tazminatı ifade eder. Vergi kavramıyla doğrudan bir bağlantısı bulunmamaktadır. İslam hukukuna göre yalnızca savaş başlatan veya anlaşmaları bozan taraflar cizye ödemek zorunda kalır. Buna karşın anlaşmaya sadık kalanlar veya savaşa sebebiyet vermeyen taraflar cizyeden muaftır. İslam'ın temel yaklaşımı düşmanları öldürmekten ziyade onları kazanmaya ve barışa teşvik etmeye yöneliktir. Savaşlar savunma amaçlıdır ve zorunlu haller dışında taarruzdan kaçınılır. Tevbe Sûresi'nin detaylı bir analizi de bu anlayışı destekler niteliktedir.
Tevbe Sûresi 29. Ayetin Bağlamı
Tevbe Sûresi 29. ayeti "Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü'nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyenlerle, küçük düşüp cizye verinceye kadar savaşın" şeklinde ifade edilir. Bu ayet müşriklerin savaş hukukuna aykırı davrandıkları bir bağlamda indirilen bir emri içermektedir. Haram aylarda savaşmama konusunda Müslümanlar ve müşrikler arasında bir anlaşma yapılmış ancak müşrikler bu anlaşmaya sadık kalmayarak Müslümanlara saldırmıştır. Dolayısıyla, 29. ayette Müslümanlara saldırgan müşriklere karşı savunma hakkı verilmiş ve savaş sonucu zararı tazmin etmek üzere cizye alınması emredilmiştir. Bu bağlamda cizye bir savaş vergisi değil adaletin sağlanması adına uygulanan bir tazminattır.
Tevbe Sûresi 4. Ayet ve Anlaşmaya Sadık Kalanlar
Tevbe Sûresi 4. ayeti ise cizyenin yalnızca anlaşmayı bozanlara uygulandığını açıkça ortaya koyar:
Çocuklar, insan hayatının en değerli varlıklarıdır ve onların yetiştirilmesi, yalnızca bir sorumluluk değil, aynı zamanda büyük bir nimettir. İslam, çocuk yetiştirme konusunda anne ve babaya büyük görevler yükler. Bu sorumluluk, sadece onları maddi açıdan temin etmekten ibaret değildir. Aksine, çocuklara ahlaki, manevi ve dini değerler aşılamak, onları Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yetiştirmek, en önemli vazifelerdendir. Kur’an-ı Kerim’de, "Biliniz ki, mallarınız ve evlâdınız ancak bir fitnedir. Allah katında ise büyük mükâfat vardır." (Enfal 28) buyurulmuştur. Bu ayet, çocukların, dünyanın geçici değerlerinden biri olduğunu, ancak Allah katında büyük mükafatlara vesile olabilecek birer imtihan olduğunu hatırlatır. Çocuklar, hem ebeveynler için birer nimet hem de birer sorumluluktur. Çocukları sadece dünyada başarılı ve mutlu olmaları için yetiştirmek, bu sorumluluğu yerine getirmekle sınırlı değildir. Onları ahirette de kazançlı kılmak, İslami değerlere göre yetiştirmek ve Allah’a kul olmalarını sağlamak, ebeveynlerin en önemli görevlerindendir. Nebimiz Muhammed ve diğer elçiler, çocuklarına olan sevgilerini ve onlarla birlikte ibadet etmeyi örnek almışlardır. İbrahim Nebi, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşa ederken, Allah’a dua ederek, "Rabbimiz bizden bunu kabul et. Şüphesiz, Sen işiten ve bilensin." (Bakara, 127) demiştir. Bu dua, çocukların dini sorumluluklarını yerine getirmede ailelerin birlikte hareket etmeleri gerektiğini vurgular. Ebeveynlerin, çocuklarını küçük yaşlardan itibaren dinî eğitimle tanıştırması, onlara Allah’ın emir ve yasaklarını öğretmesi büyük önem taşır. Çocuklara, yaşlarına uygun olarak dini bilgiler vermek, onlarla birlikte Kur'an okumak, İslam'ın temel ilkelerini anlatmak, onlara sadece teorik değil, pratik de bir eğitim sunmaktır. Çocuklara ibadetleri öğretmek de bir o kadar önemlidir. Onları küçük yaşlarda namaz kılmaya, oruç tutmaya ve diğer ibadetleri yapmaya teşvik etmek, onların ruhsal gelişimlerinde önemli bir rol oynar. Çocuklar, sadece ebeveynlerinden duydukları değil, aynı zamanda gördükleri örnekler üzerinden de ibadet alışkanlıklarını kazanırlar. Ebeveynler, kendi ibadetlerini yerine getirirken çocuklarını da yanlarında almalı onları ibadetlerinde de ortak etmelidir. İslam, çocuklarla olan ilişkilere sadece ibadet ve eğitimle sınırlı kalmamayı, aynı zamanda onlara saygı gösterilmesini, onların da fikrinin alınmasını ister. Ebeveynler, çocuklarına sadece emretmekle kalmamalı, onlara söz hakkı tanımalı ve onları dinlemelidir. Çocuklarla iletişimde, onların düşüncelerine değer vermek, onlara saygı göstermek çok önemlidir. “O, çocuk daha anlamaz” diyerek, çocukların fikirlerine küçümseyerek yaklaşmak, onların gelişimini engeller. Aksine, çocuklara saygı göstermek, onları ciddiye almak, özgüven kazandırır ve sağlıklı bir kişilik gelişimlerine katkı sağlar. Ebeveyn, yalnızca çocuklarına fiziksel ihtiyaçlarını karşılamakla kalmaz, aynı zamanda onların manevi gelişimine de katkıda bulunur. Çocuklarına değer veren, onları dinleyen ve onlara saygı gösteren ebeveynler, aslında onları daha sağlıklı bir şekilde hayata hazırlamaktadırlar.
Çocuklar, sadece dünyada değil, ahirette de ebeveynlerine yardımcı olabilir. Ancak, bu yardımın sağlanabilmesi için çocukların ahlaki ve dini sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekir. Birçok insan, dünya hayatında çocuklarını sadece maddi anlamda eğitmeyi tercih ederken, ahirete yönelik sorumluluklarını unutur. Ancak, Allah’a kul olan, iyi ahlaklı ve doğru yolda giden çocuklar yetiştirmek, ebeveynler için büyük bir mükafattır. Çocuklar, Allah’ın birer emaneti ve aynı zamanda büyük bir sorumluluktur. Ebeveynler, çocuklarını yalnızca bu dünyaya değil, ahirete de hazırlamalıdırlar. İslam, çocukların yetiştirilmesinde en doğru yolu gösterir. Çocuklara dini değerlerin öğretildiği, saygılı ve sevgi dolu bir ortamda büyümeleri sağlanmalıdır. Ebeveynler, onları sadece maddi dünyada değil, manevi dünyada da kazanacak şekilde yetiştirmelidir. Bu şekilde yetiştirilen çocuklar, hem kendilerine hem de topluma hayırlı bireyler olarak katkı sağlarlar.
Evlilik neslin devamını sağlayan önemli bir toplumsal müessese olmasının yanı sıra bireylerin ahiret yolculuğunda birbirlerine destek oldukları bir birliktelik olarak da değerlendirilir. Ancak İslam dininde çocuk yaşta evlilik bulunduğuna dair iddialar Kur’an-ı Kerim’in açık hükümleriyle örtüşmemekte ve genellikle yanlış anlamalar ya da yanlış çevirilerden kaynaklanmaktadır. Bu yazıda İslam’ın çocuk yaşta evlilik konusundaki gerçek duruşunu anlamak adına Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Aişe’nin yaşı gibi meseleleri ele alacağız.
Nisa Suresi’nin Mesajı: Olgunluk ve Rüşd Şartı
Kur’an-ı Kerim’in Nisa suresindeki ifadeler evlilik yaşının fiziksel olgunlukla değil zihinsel olgunlukla belirlendiğini açıkça ortaya koymaktadır:
> “Evlenme çağına eriştiklerinde yetimleri sınayın. O zaman onlarda içinize sinecek bir olgunluk ve erginlik görürseniz, mallarını onlara geri verin.” (Nisa, 4:6)
Bu ayette geçen “olgunluk” (rüşd) sadece fiziksel bir olgunluğu değil kişinin kendisini ve malını idare edebileceği sorumluluk alabilecek zihinsel bir yetkinlik seviyesini ifade etmektedir. Bir bireyin evlilik sorumluluğunu taşıyabilmesi için ekonomik, zihinsel ve ahlaki olgunluğa erişmiş olması gerekir. Bu durum küçük yaşlardaki çocukların evliliğinin İslam’a aykırı olduğunu göstermektedir. Fiziksel olarak olgun görünen bir çocuğun zihinsel anlamda evlilik sorumluluğunu alabilmesi mümkün değildir.
Talak Suresi ve Çeviri Yanlışları
Cuma namazı, İslam dünyasında önemli bir ibadet olarak kabul edilir ve toplu halde yapılan bu namaz, hem dini hem de toplumsal bir ritüel olarak öne çıkar. Ancak Cuma namazının tarihsel kökenleri ve kavramsal anlamı üzerine yapılan analizler, bu ibadetin dinamik bir süreçten geçtiğini ve zaman içinde şekillendiğini gösteriyor. Bu makalede, Cuma namazının tarihsel gelişimini, "salâtu'l vusta" kavramını ve bu ibadetin haftanın belirli bir günü ile sınırlandırılıp sınırlandırılamayacağını ele alacağız.
1. Cuma Namazının Kavramsal Temeli
Cuma ve Salâtu'l Vusta: Kavramların Anlamı
Cuma kelimesi, Arapçada "toplanma" anlamına gelen CMA kökünden türemiştir. Kürtler bu kelimeyi "Cumua" şeklinde telaffuz ederken, farklı lehçelerde de benzer türevler bulunur. "Vusta" kelimesi ise Kur’an-ı Kerim’de üstün, faziletli, adaletli gibi anlamlara gelir. Bakara Suresi’nin 238. ayetinde geçen "salâtu'l vusta" terimi, geleneksel olarak öğle veya ikindi namazı gibi yorumlanmıştır; ancak bu yorumların ötesinde "Cuma namazını" işaret ettiğine dair görüşler de vardır. Bu bağlamda, vusta kelimesi "orta" anlamından ziyade "en üstün" veya "en önemli" olanı ifade eder.
2. Tarihsel Perspektiften Cuma Namazı
Arapların Hafta Günleri ve Yevmu’l-Aruba
Kutsal metinler ve dini kaynaklarda insanlığa mesaj taşıyan figürler arasında "Dabbe" ve "Mehdi" özel bir yere sahiptir. Kur'an-ı Kerim'de ve bazı hadislerde geçen bu kavramlar geleneksel ve modern tefsirlerde farklı yorumlarla ele alınmıştır. Ancak ayetler ve hadisler ışığında bu kavramların anlamlarını ve fonksiyonlarını derinlemesine incelemek onların insanlar için taşıdığı mesajları daha iyi anlamamıza olanak sağlar. Dabbe kelimesi Arapça’da “hareket eden, canlı varlık” anlamına gelir ve Kur’an-ı Kerim’de 14 kez geçer. Çoğul hali olan "devâbb" ise dört kez kullanılmıştır. Dabbe canlı ve hareketli bir varlığı ifade eder. Neml Suresi 82. ayetinde şöyle geçmektedir:
> "O söz başlarına geldiği zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da insanların bizim ayetlerimize kesin bir bilgiyle inanmadıklarını onlara söyler." (Neml, 27:82)
Bu ayete göre Dabbe kıyamet öncesi bir dönemde yerden çıkacak ve insanlarla konuşarak onların ilahi mesajlara olan inançsızlıklarını yüzlerine vuracaktır. Hadislerde de Dabbe'nin yanında Hz. Musa'nın asası ve Hz. Süleyman’ın mührü olduğu müminlerin yüzünü parlatıp kâfirlerin ise damgalanacağı belirtilir (Ahmed b. Hanbel, Müsned 2:91). Bu durum Dabbe’nin insanları inançlarına göre ayıran bir görev üstleneceğini gösterir. Dabbe ilahi bir mesaj taşıyan bir şahıstır. Onun görevi insanlara doğru yolu göstermek ve onların inançlarının derinliğini sorgulamalarını sağlamaktır.
Mehdi kelime anlamı itibariyle “hidayete ermiş” veya “doğru yola ileten” anlamına gelir. Bu kavram İslam dünyasında kurtarıcı bir figür olarak bilinse de tarihsel ve teolojik bağlamda daha geniş bir anlam taşır. Mehdi İslam'dan önce Sabii dininde kullanılan bir terim olup kurtarıcı ve kutsal bir görev icra eden kişi olarak tanımlanır. İslam'da ise bu kavram insanları doğru yola sevk eden bir rehber olarak kabul edilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'de Mehdi’den bahsedilen bir ayet şöyledir:
> "İkiniz de oradan birlikte inin, kiminiz kiminize düşman olarak! Sonra ne zaman size Benden bir doğru yolu gösterici gelir de her kim Benim kılavuzuma uyarsa, işte o, sapıklığa düşmez ve mutsuz olmaz." (Taha, 20:123)
Din, insan hayatının temel yönlendirme kaynağıdır. Ancak tarihsel süreçte, bazen insanların kendi çıkarları, sapkın arzuları ve taassupları doğrultusunda dinin asli öğretileri değiştirilmiş ve bozulmuştur. Bu durum, İslam tarihinde de sıkça karşılaşılan bir sorundur. Allah’ın vahyi ve Nebimiz Muhammed'in öğretileri, bazı kimseler tarafından değiştirilmiş, dinin özünden sapmalar yaşanmıştır. Bu sapmalar, dini amacından saptırarak, batıl bir dinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu kişiler, dini kurallar ve hükümleri, kendi arzuları ve çıkarlarına göre değiştirmekte, Allah'ın koyduğu sınırları aşarak helaller ve haramlar konusunda keyfi hükümler getirmektedirler. İslam’da, Allah’ın emirleri ve yasakları, insan hayatını şekillendiren temel kurallardır. Ancak zamanla bazı kişiler, kendi menfaatlerini gözeterek, Allah adına hükümler icat etmişlerdir. Bu tür kişiler, dine sonradan eklemeler yaparak, helaller ve haramlar konusunda kendi inançlarını öne sürmüşlerdir. Kuran’da bu tür insanlar, sapkınlıkları nedeniyle şirke düşmüş ve bu durumu geniş kitlelere empoze etmişlerdir. Bu kişiler, insanları dini sapkınlıklarına alet ederek, doğru yoldan sapmalarına neden olmuşlardır. Kuran, bu tür sapmaların, Allah’ın hükmü dışında yapılan değişikliklerin şirk olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu tür kişiler, Allah’ın helal kıldığı şeyleri haram kabul ederken, haram kıldıklarını ise helal kabul etmişlerdir. Bu durum, bir anlamda kendi akıllarına ve çıkarlarına göre dini yeniden şekillendirme çabasıdır. Kuran’da, müşriklerin Allah’a iftira atarak, O’nun adına din kurmalarına dair birçok örnek bulunmaktadır. Şu ayetlerde belirtilenler, müşriklerin Allah’a karşı nasıl yalan söylediklerini ve dini özünden sapmalarla nasıl bozduklarını göstermektedir:
Tevbe Suresi 31: “Onlar, Allah’ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar edindiler ve Meryem oğlu Mesih’i de... Oysa onlar, tek olan bir İlah’a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka İlah yoktur.”
En’am Suresi 137-140: “Onlar, Allah’a iftira etmek suretiyle üzerlerinde Allah’ın ismini anmazlar… Allah, bu düzmelerinin cezasını verecektir.”
Bu ayetlerde, müşriklerin, Allah’a iftira ederek O’nun helal kıldığı şeyleri yasakladıkları ve bu şekilde halkı kendi uydurdukları batıl dini benimsemeye zorladıkları ifade edilmektedir. Bu tür sapkınlıklar, sadece bireylerin kendilerini değil, geniş kitleleri de doğru yoldan saptırmaktadır.
Müşriklerin sapkınlıkları sadece yeni bir din icat etmeleriyle sınırlı kalmamaktadır. Aynı zamanda, atalarının dinine körü körüne bağlı kalma eğilimleri de bulunmaktadır. Kuran’da bu tür sapmalar açıkça ele alınmıştır. Müşrikler, atalarından aldıkları dini, Kuran’ın öğretilerine tercih etmişlerdir. Bu durum, bir anlamda geçmişe tapınma ve geleneksel düşünceye körü körüne bağlılık anlamına gelmektedir.
Zuhruf Suresi 22-24: “Gerçekten biz, atalarımızı bir ümmet üzerinde bulduk ve doğrusu biz onların izleri üstünde doğru olana yönelmişizdir...”
İslam’ın temel inançlarına ve öğretilerine göre, Allah’ın birliği ve yalnızca O’na ibadet edilmesi gereklidir. Bu öğreti, hem Kur’an-ı Kerim’de hem de elçilerin hayatlarında net bir şekilde vurgulanmıştır. Ancak tarih boyunca, farklı dini grupların, dinin özünden saparak kendi uydurdukları inançlar etrafında oluşmuş gelenekler, zamanla Allah’ın emirlerine ve peygamberlerin öğretilerine aykırı bir şekil almıştır. Bu yazı, gelenekçi inanç anlayışının İslam’ın özünden nasıl sapmalar gösterdiğine, bu sapmaların Kur’an’daki uyarılarla nasıl çeliştiğine ve bu çelişkilerin günümüzdeki yansımalarına odaklanacaktır.
Kur’an, insanları sadece Allah’a ibadet etmeye çağırır ve başka hiçbir varlığın O’na denk olmadığını belirtir. Tevbe Suresi 31. Ayet, Allah’tan başka ilah kabul edenlerin, gerçek anlamda Allah’a kulluk etmeyenlerin yolunu gösterir: "Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de.. Oysa onlar, tek olan bir ilah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir." Bu ayet, özellikle Hristiyanların, İsa’yı tanrılaştırmalarını eleştirirken, aynı zamanda diğer dinlerin de benzer şekilde Allah’tan başka varlıklara ilah statüsü vermelerinin doğru olmadığını vurgular. Ancak gelenekçi anlayışta, dini figürler arasında farklar yapılmaksızın, her iki grup da benzer sapmalara yönelmişlerdir.
Geleneksel dini anlayışlar, dini liderleri ve din bilginlerini adeta Allah’ın yerine koymuş, onların her sözünü ve hareketini kutsal kabul etmiştir. Bu anlayış, Hristiyanlıktaki papalık sistemine benzer bir şekilde, İslam dünyasında da bazı gruplar tarafından benimsenmiştir. Örneğin, bazı mezhep imamları ve şeyhler, kendilerini masum ve hatasız olarak tanıtarak, herhangi bir eleştiriye ve sorgulamaya karşı mutlak bir itaat beklerler. Bu, İslam’ın özünden sapmış bir inanç biçimidir. Zira İslam’da en yüksek otorite Allah ve O’nun vahyidir. Nebi Muhammed’e bile günahlarının bağışlanması için dua etmesi emredilmişken (Ahzab 56), hiçbir insan, ne resul ne de alim, hata yapmaz veya günah işlemez diyemez.
İslam dünyasında mezheplerin ortaya çıkması, farklı dini düşüncelerin ve uygulamaların zamanla sistematize edilmesi sonucudur. Ancak bu mezheplerin kurucuları, kendi anlayışlarına göre haram ve helalleri belirlemişlerdir. Bu durum, Kur’an’ın ve sünnetin dışında başka kaynaklardan hüküm çıkarılmasının yolunu açmıştır. Oysa Kur’an, yalnızca Allah’ın indirdiği kitapla hükmetmeyi emreder: "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir" (Maide 44). Buradaki temel mesaj, insanların Allah’ın indirdiği vahye dayanmadan kendi çıkarlarına göre dini hükümler koymalarının doğru olmadığıdır. Aynı şekilde, hadislerle belirlenen bir takım kurallar da, zamanla bazı gruplar tarafından mutlak doğru olarak kabul edilmiştir. Ancak İslam’da tek kaynak Kur’an’dır ve her türlü ilahiyat, sadece Allah’ın kelamına dayanmalıdır. Bu noktada gelenekçiler, mezheplerin öne çıkan yönlerini savunarak, her mezhebin mutlak doğruluğunu iddia etmekte ve bu anlayışla çoğu zaman diğer mezhepleri veya inançları reddetmektedirler.
Kur’an, insanları Allah’ın emirlerine teslim olmaya çağırırken, aynı zamanda insana özgür irade tanır. Ancak bu özgürlük, yalnızca Allah’a ibadet etmeyi ve O’nun yolunda yürümeyi gerektirir. Kur’an’ın birçok ayeti, dinin esaslarının açıkça belirtildiği ve insanları doğru yola yönlendirdiği hususunda uyarılarda bulunur. Maide Suresi’nde, Allah’ın hükümleri dışında bir şeyle hükmetmek ve Allah’ın hükmüne karşı gelmek, zulüm ve fısk olarak değerlendirilir: "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir" (Maide 45).
Kur’an’da, Allah’ın iradesinin mutlak olduğu ve hiçbir insanın bu iradeye karşı gelmeye yetkili olmadığı vurgulanmıştır. "Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz." (Kehf 26) Bu ayet, dini anlayışlarda insan iradesinin ne kadar sınırlı olduğunu ve yalnızca Allah’ın hükmünün geçerli olduğunu açıkça belirtir.
Bismillahirrahmanirrahim
İnsanoğlu, bilgiye olan ihtiyacı ve merakıyla yaratılmıştır. Ancak bu bilginin ne olduğu, nasıl öğrenileceği ve insanı hangi bilginin kurtaracağı soruları insanlık tarihi boyunca tartışılmıştır. Zümer Suresi 9. ayette geçen “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” sorusu, bilginin değerini ve önemini açıkça vurgular. Ancak bu bilgi, sıradan dünyevi bilgilerden farklı bir mahiyete sahiptir. Ayetlere baktığımızda, doğru bilginin Allah’tan geldiği ve insanı yalnızca Allah’ın rızasına ulaştıracak bilginin kurtarabileceği anlaşılmaktadır. Kur’an, insanlık için gönderilmiş en büyük rehberdir. Allah, insanları eğiten ve doğru yola ileten bir Rabb’dir. “Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın.” (Âl-i İmrân 103) ayeti, bu yolculukta sapmadan ilerlemek için Kur’an’a tutunmanın önemini hatırlatır. Kur’an, insanı yalnızca dünya hayatında huzura ulaştırmakla kalmaz, aynı zamanda ahiret kurtuluşunun da anahtarıdır. Çünkü bu kitap, Rabb’in bizlere öğrettiği mutlak hakikatin kendisidir. Bakara Suresi 32. ayetteki meleklerin sözleri de bu hakikati teyit eder: “Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.” İnsan aklı, zekâsı ve deneyimleri sınırlıdır. Bu nedenle, Rabb’imiz tarafından vahyedilen bilgiyi temel almadan yapılan tüm değerlendirmeler eksik ve yanlıştır. İnsanoğlu, tarih boyunca farklı bilgi kaynaklarına yönelmiştir. Felsefe, mezhep yorumları, hadislerin yanlış anlaşılması veya yalnızca dünyevi zekâya dayanan bilgiler, insanın hem dünya hem de ahiret huzurunu sağlamada yetersiz kalmıştır. Bu durumun en açık örnekleri, çeşitli ideolojiler veya mezhepler üzerinden yapılan yanlış uygulamalardır. İnsan, doğru bilgiyi yalnızca Allah’ın vahyi olan Kur’an’dan alabilir. Çünkü Kur’an bilgisi, insanın hem bireysel hem de toplumsal hayatını düzenler ve onu Allah’ın rızasına götürür. Doğru bilgi, insanı Allah’a yaklaştıran, O’nun rızasına ulaştıran ve ahiret kurtuluşuna vesile olan bilgidir. Bu bilgi, Allah’ın ipine sımsıkı sarılmakla elde edilir. Bu bağlamda, Kur’an’daki İslâm’ı bilmek ve hayatımıza tatbik etmek en temel görevimizdir. “Kur’an’daki İslâm’ı temel almayan bilgi yanlıştır” ifadesi, bu noktada kritik bir gerçeği ifade eder. İnsanın dünya hayatında öğrendiği bilgilerin doğru olup olmadığını anlamak için Kur’an’ın rehberliğine başvurması gerekir. Allah, insanı Kur’an bilgisiyle eğitir. Rab kelimesinin anlamı da “eğiten”dir. İnsanın gerçek eğitimi, Allah’ın öğrettikleriyle başlar. Bu eğitim, insanın yaratılış amacını kavramasını ve ona uygun bir yaşam sürmesini sağlar. İnsanlar arasında görülen huzursuzlukların, ahlaki yozlaşmanın ve yanlış uygulamaların temelinde, Kur’an bilgisinden uzaklaşma yatmaktadır. Kur’an, insana yalnızca bilgi değil, aynı zamanda hikmet ve doğruyu yanlıştan ayırma kabiliyeti de sunar. Sonuç olarak, insanın gerçek kurtuluşu ve huzuru, Kur’an bilgisinde saklıdır. İnsanlar, hayatlarını Allah’ın kitabına göre şekillendirdiklerinde hem bu dünyada hem de ahirette saadete ulaşabilirler. Bilgi, ayetlerde ifade edildiği gibi büyük bir nimet ve ayrıcalıktır. Ancak bu bilginin kaynağı doğru olmalıdır. Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak, O’nun vahyine uygun bir yaşam sürmek ve diğer bilgi kaynaklarını Kur’an filtresinden geçirmek, insanı hem dünya hem de ahiret huzuruna kavuşturacak yegâne yoldur.
Allah bizleri, doğru bilgiye ulaşan ve bu bilgiyle amel eden kullarından eylesin.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!