Pantolon çizgisinde aşağı yukarı gezinen tırnaklar
Parmakların arasında tur bindiren bir kalem
Ve cam kenarındaki üç metrede sayısız adım
Beklerken geçip tükenmek bilmeyen zaman
Yanındayken kaydıraktan kayar gibi gidiverir
En sonunda beklenen an gelip çatar
Buyrun hoşgeldiniz neye bakmıştınız,nasıl yardımcı olabilirim? Kırık bir kalp isteyecekseniz baştan söyleyeyim ona çok talep var ama onu satmıyoruz biz.Çünkü dükkanımız açıldığında aldığımız ilk hediyedir o.Hem zaten işinize yaramaz,neden mi? Bilimsel ve anatomik araştırmalara göre kırılan bir kalbin kırık parçası hemen kendini yok edermiş ve başka bir kırık kalp hiçbir kalbi tamamlamazmış.Ama isterseniz şurada çok güzel kırık düşlerimiz var yeni geldi.Her saat başı olmasa da hergün mutlaka gelir,belki birleştirir yeni bir umut yaparsınız kendinize.Veya diğer köşede yeni piyasaya sürülen kabussuz,karabasansız ama aynı zamanda içinde pembe ve mutluluk olmayan rüyalar var,tavsiye ederim riski sevmezseniz.Olmaz derseniz hemen yan tarafında gülücüklerimiz var,üstelik iki sene garantili.Akşamları yatmadan yüzünüze bir kere sürmeniz yeterli,yok ben yılda bir kez de olsa tüm içtenliğimle gülme ihtimalini kovalarım diyorsanız birşey diyemem.Hoşgeldiniz,kapının önünde vitrine bakarken dalıp gittiniz,buyrun içeri gelin,nasıl yardımcı olabilirim,ne istemiştiniz?
Uzaklardan,çok uzaklardan çığlık sesleri geliyordu kulağıma ve zamanla artıyordu çığlığın yüksekliği.Bir sabah dayanamayıp kalkıyordum yataktan sabahın beşinde.Kahvaltı faslını sevmediğimden üstümü giyer giymez atıyordum kendimi yollara ve koşuyordum çığlığın dayanılmaz sesine nefes almaksızın.Ben yaklaştıkça depremler diziliyordu sıraya ufaktan büyüğe doğru,yollar kayarken ayaklarımın altından bir yerde kesiliyordu nefesim.Ellerim dizlerimin üstünde bir süre bekliyordum ama susmak bilmiyordu o serseri yürek dağlayan feryat.Anlıyordumki koşarak yetişemeyecektim bu isyana,ilk gördüğüm taksiyi çevirip biniyordum ve iniyordum o sese yaklaştığımı hissettiğim ilk durakta.Rampalı yayvan bir sokak,onu geçtiğimde bir başka yokuş ve yüksek betonların çevrelediği binanın önünde yetişiyordum çığlığa.Elimi duvara yasladığımda azalıyor,kapıdan içeri girdiğimde sükunete düşmüş bir bahçe dikiliyordu önüme.Sabahın sekizinde bir heykelin selamıyla karşılıyordum günü.Adım adım ilerlerken bahçedeki bankların üstünde oturan herkesin başı bana dönüyordu.Takılıyordu gözlerim; önce sarı saçları belini okşayan teyzeye sonra gökyüzünü izleyen yaşlı amcaya.Yirmili yaşlarda bir genç kız gitme kal der gibi bakıyordu yüzüme ve kulaklarımı sağır eden çığlığın sustuğu yerde öylece oturuyordum çimenlerin üstüne.Peki beni buralara kadar sürükleyen çığlık kimin çığlığıydı?
Etrafıma tüm dikkatimle bakıyordum ve o anda yanıma orta yaşlarda,kır saçlı,mavi gözlü bir abi gelip oturdu.Elini omuzuma attı hiç konuşmadan,peşine yüzümü ve saçlarımı okşadı gülerek.O gözlerini ayırmadan beni süzdükçe suç işlemiş ama saklamış ufak bir çocuğun utangaçlığı dolmuştu içime.Ruhların ve boş bakan gözlerin arasında salınımlardaydı yüreğim.Elimdeki su şişesine takılıp kalan ve gitme kal der gibi bakan o kız yanıma gelerek suyu verip veremeyeceğimi sordu,hafif bir tebessümle şişeyi kendisine uzattım.Teşekkür ederek ayrılırken yanımdan cebinden kurumuş bir çiçek çıkardı,önce okşadı sonra öptü.Şişenin kapağını açarak avucuna yatırdığı çiçeğin üzerine döktü,yüzüne öyle bir mutluluk bulaşmıştı ki bir kaç metre gidiyor ve tekrar dönüp teşekkür ediyordu.
Elini başının altına yaslamış o heykel acıyla yüzüme bakarken,ben acının kalemiyle çizilen resimdeki yüzleri izliyordum ve heykele her baktığımda kesiliyordu çığlık.Bir anne taşı emziriyor bir baba mektuplar yazıyordu duvarlara.Sessiz bir çığlığın peşinden koşarken şehrin içine gizlenmiş kayıp bir ülkeye misafir oluyordum.Kayıp ülkenin gerçek yüzlerinde kulaç atarken hayatın gizli kalmış derinlerine dalıyordum.Yüzeye her ulaştığımdaysa o sessiz çığlık.Şehrin içinde kayıp bir ülkenin simgesi düşünen adam heykelinin,kuru bir çiçeğe hayat verme çabasındaki genç kızın,taşı emziren anneyle duvarlara mektuplar yazan o babanın çığlığını duyuyordum aslında.
Sahil kenarında ufacık bir kulübede yaşıyordu,sahil kenarındaki tek kulübede,kimsenin uğramadığı o kıyı şeridinde.Erken kalkardı sabahları; güneş merhaba demeden şehre,sokulurdu usulca denizin koynuna.Saatlerce gezerdi kumsalı boydan boya,bazen yüzerdi dalgaların yıkmak için her gece dövdüğü fakat deviremediği kayalara.Kendini en güvende hissettiği yer denizin ortasından bir kule gibi ihtişamla yükselen o kayalardı belki de...Biraz dinlendikten sonra oltasını çıkarıp savuruyordu mavi çarşafın en derinlerine,bedenindeki tüm öfkesiyle ve her çekişinde bir balık çırpınıyordu,feryat ediyordu can havliyle.İçindeki tüm şefkatiyle oltasından kurtarıyordu ve birşeyler anlattıktan sonra yeni bir yol,yeni bir sayfa açıyordu ellerinde çırpınan balıklara; günlerce sürüyordu bu devinim.Telafisi olmayan bir savaşı kaybetmiş gibi üzgün bakıyordu gözleri,bir balığı suya bıraktığında ise ayaklarının altında can çekişiyordu sanki dünya.Ve aklıma köy kahvesinde o yaşlı amcanın anlattıkları geliyordu.Evet,evet anlattığı yalnız kaptan bu olmalıydı.Bir sabah deniz kıyısında bulmuşlar; dalgalarla sahile vurduğu gün kaybetmiş suiletini.O gün ilk ve son kez konuşmuş bir daha kimse tek kelime duyamamış ağzından ve ümitlerini yitirmiş herkes; o yüzden ne geleni ne de soranı olmamış.Üzerlerine yanardağlar ateşini püskürtürken,kapanmışlar sevdalarının üstüne ve bir sandalla açılmışlar bilmedikleri bir limandan özgürlüğe kanat çırpan martılar gibi...Hayalleri varmış; gökkubbenin altında şarkı söyleyen dalgaların sesiyle uyanmak,bir balığın suyun üstünde dans edişini izleyebilecekleri,yakamozlardan beşik yapabilecekleri,yosun kokulu sahilde küçük bir kulübe...En son hatırladığı sahneyse devrilen sandalla mavinin derinliklerine gömülürken bile sımsıkı sarılmalarıymış.Günlerce aramış köylülerle hiçbir iz bulamamışlar,kendi arayışı yıllarca sürmüş gece gündüz demeden ve bir gece sokulurken sabaha onun da köylüler gibi tükenmiş umudu,ay giderken sel kalmış gözlerinde.Denizin ortasında batırmış tekneyi hayalleriyle birlikte oysa hayallerini derinliklerine gömerken onu hep teninin üstünde tutmuş o karanlık sular.Şimdi ise o her an yanındaymış gibi yalandan kurduğu dünyada yaşamaya çalışıyordu.Erken kalkardı sabahları; güneş merhaba demeden şehre bir iz bulabilmek için hiç sıkılmadan hergün sokulurdu usulca denizin kıyısından bir iz bulamayınca belki kendisi gibi kıyıya vurmuştur umuduyla saatlerce gezerdi kumsalı boydan boya...Sonra yüzerdi; içindeki tüm öfkeyle denize kafa tutan o kayalara.Şimdi anlıyorum oysa ki ne kadar çok sevdiğini söyleyip selam gönderiyormuş; yeni bir yol,yeni bir sayfa açıp usulca denize bıraktığı balıklarla Aysel'in yaşadığı o karanlık sulara...
Açık bir pencere kenarına oturmuşluğum
Kolumda senden kalan o bileklik
Saçlarımı rüzgar okşamakta senin yerine
Seneyse henüz iki bin altı
Hani çokta geç sayılmaz
Sokakta ip atlayan ufak kızlarla
Karşıma oturdun,ellerini çenene yaslayıp en güzel rüyanı uzaktan izler gibi gözlerime bakıyordun,on beş gün kaldı diyordun son on beş gün düğünümüze.Dakikalarca gözlerini ayırmadan,elinden tutulup parka oyun oynamaya götürülmüş çocuk edasında kayboldun yüzümün bahçelerinde.Elini uzatıp sıkıca tuttuğun bileğimden ansızın sarsıp 'yoksa beni dinlemiyor musun sen? ' deyince irkildim.Hafif bir tebessümle kanat çırptım yüreğinde.Az önce sıkıca kavradığın bileğimden çözülen elin akmaya başladı parmaklarımın üstüne.Seni izliyordum; tüm parmaklarımı ilk defa farketmiş gibi adımlayıp bir tanesinin üstünde bayrak dikmeye hazırlanan bir keşifçi gibi duruşunu ve yüzünü yüzüme yansıtışını seyrediyordum.Bir kaç cümle daha düştü dudaklarından:'Bu parmağına takmanı istiyorum yüzüğü çünkü bu parmak bağlamıştı bizi birbirimize.'Yeniden başlıyordu o düşsel hikaye,uyumaya hazır bir bebeğe okunan masallar gibi en başından.Bir pazar akşamı Kadıköyün sarı dolmuşları.Benden bir durak önce binmiştin.Nasıl da yorgundum,bir daha alışverişe gitmek mi tövbe diyordum.Bütün dolmuşlar dolu dolu geliyor,her gördüğüm tıka basa dolmuş beni biraz daha sinirlendiriyordu ve senin içinde olduğundolmuş durdu hemen önümde.O da doluydu,içimden şoföre'Sanki boş yer var,kucak kucağa mı gideceğiz,ne vurdumduymaz insanlar var' diye geçirirken dolmuştan biri indi,utandım içimden geçenlerden.Yanına oturdum,elimdeki poşetleri sıkıştırmak için çabalarken elini uzatıp yardım ettin.Teşekkür edip ufak bir tebessümle minnettarlığımı gösterirken kalbine aktı gözlerim.Utanmıştım; içimden türlü türlü hayaller geçerken'Saçmalama,bu kadar hayal varken bir hayale daha yerin yok' diyen içimdeki sesin barikatına takılmıştım.Oysa biliyordum ben gibi herkes içindeki sesin muhalifiydi ve insan ömrü boyunca gönlündeki iktidara sahip olmak isteyen,özgürlüğü esaret altına alınmış bir köle gibiydi.Çok az kalmıştı inmeme ve içimdeki o ses beni yine mağlup etmeye yaklaşmıştı.Şoföre ineceğimi söyledim ve ani bir hareketle durağa yanaştı.O sırada utangaç,sıkılgan halimi farketmiş olmalısın ki'Hanımefendi siz inin ben size poşetlerinizi uzatırım' diyen sesin darbe yaptı yüreğime.Demek ki ben utancımdan yüzümü çevirip sana bakamazken sen beni izlemiştin.İçimdeki sese nazire yapar gibi daha da keyiflendim.Dolmuş durağa yanaştı,kapı açıldı.Yüzümü sana dönerken gözlerine bakmaya korkan o köle içindeki sese muhalefet etmek,direnmek için'Haydi ne olacak? Sanki bir daha göreceksin,altı üstü bir hayal' diyordu.Bakamadım,bir hayallik bile boş yer kalmamıştı yüreğimde ama o anda anladım ki gözlerim düştü cennetine.Poşetleri bana uzattığında titreyen ellerim bana ait o poşetleri tutmakta güçlük çekiyordu ve ellerimizin arasına sıkışan o poşet...Ben çekiyordum,parmağına dolanan o poşet inatla bırakmıyordu ve şoförün'Haydi abla her durakta bu kadar beklersek' deyişi seninse şoföre dönüp'İşinize gelince tıngır mıngır kağnı gibi gidişiniz gelmeyince insanları yermek,azarlamak için kabaca tabirleriniz,birde dikiz aynasının yanına müşteri velinimetimizdir diye yazılar iliştirmeniz.Gerçekten siz neredesiniz,siz kimsiniz,bu arabayı kullanan bir şoför mü yoksa evine ekmek götürmek için çabalayan bir baba mı? Siz kimlerdensiniz,bizim gibi ekmek derdine düşenlerden mi yoksa içindeki iktidara karşı mağlubiyeti kabul etmiş muhaliflerden mi? 'Aralarında sohbet eden tüm yolcular susmuş,şoför utancından kızarmıştı.Sense hiçbir şey olmamış gibi o durakta benimle inerken'Neyse kaptan hayırlı işler' deyip şoförü daha da utandırmıştın.Şoförse utangaçlığının altında ezilmekten kurtulmak için son bir gayretle'Abi kusura bakma,malum sabahtan akşama direksiyon sallıyoruz,trafikte bir yandan,ara sıra böyle kaybediyoruz insanlığımızı' demişti.Gerçekten insanlık kaybedilir miydi yoksa bu insanın içindeki sese karşı köleliği kabul edişinin göstergesi miydi? Arkadan yükselen korna sesleriyle dolmuş bir anda hızlanıp gitti.Yüzüne bakamıyordum,yasak bir cennete düşüp kaybolmaktan,içimdeki sesin'Bir hayallik boşluk yok' deyişinin haklı çıkacağından korkuyordum.Parmağını poşetten kurtardıktan sonra poşeti bana uzatışın,gözlerimi gözkapaklarımın altına gizlerken'Ne diyeceğim şimdi,teşekkür etsem çok az,gülümseyip olayı yorumlasam gözlerinin cennetine esir düşeceğim korkusu...O sese daha güçlü muhalif olmalıydım.Başımı kaldırdım ve savaşmaya hazır bir şövalye edasıyla düştüm gözlerinin cennetine.Gördüm ki içimdeki sesin korkutucu bir oyunuydu bu,kandırıp yanıltmaya çalışmıştı beni.Ah nasıl düşünemedim savaş olur muydu hiç cennette? Çok özür dilerim beyefendi,benim yüzümden burada inmek zorunda kaldınız dememle'Hayır zatenburada inecektim' demen bir olmuştu.
'Bu parmağına takmanı istiyorum yüzüğü çünkü bu parmak bağlamıştı bizi birbirimize' derken haylaz bir çocuk edasıyla gülümsüyor ve ellerimin üstünü cimdikliyordun.'Yalan söyledin,orada inmeyecektin bunu biliyordum ama korkusuzca kaybolmak istedim cennetinde.Çünkü durağa çok kısa bir mesafe kala ineceğimi söyledim,söylemesem zaten senin onu söylemeye vaktin kalmayacak o durakta inemeyecektin,öyle değil mi? 'Haklıydı; bu sefer sıra benim o düşsel hikayemdeydi.Ellerini çenesine yaslamış gözlerimdeki bahçede kaybolurken bense kanat çırpıyordum onun yüreğinde.Üniversiteden yeni mezun olmuş hayat denilen boşluğun bir yanına tutunabilme çabasıyla mülakata çağırıldığım iş başvurusundan dönüyordum.Vaktim epeyce olduğundan Kadıköy'e yürüyüp iskeleden denizi ve martıları izleyip üstümdeki stresi hafifletmeye ve bu yürüyüşte mülakatın değerlendirmesini yapmaya karar vermiştim.Bir süre dalgın dalgın yürüdükten sonra önüme gelen ilk trafik lambalarının önünde durup yeşil ışığın yanmasını bekledim.Yeşil ışık yandığında yola henüz adımımı atmıştım ki sarı bir dolmuş ışığa aldırmadan geçmiş ve korkuyla irkilmeme sebep olmuştu.Başımı kaldırıp tekrar ışığa bakmıştım,yeşil yanıyordu doğru görmüştüm fakat insanların hayata kızgınlıklarını hayattan çıkarmak yerine neden diğer insanları yok sayıp kızgınlıklarını insanlara yüklemeye çalıştıklarına hala anlam verememiştim.Yolun karşısına geçtim,tam olarak nerede olduğumu anlamak için tabelaları incelerken dolmuş durağına takıldı gözlerim.Birden içinde bulunduğum arayış sona ermiş durakta gördüğüm kanat çırpamayacak kadar yorgun duran o meleğe takılmıştı gözlerim.O melek sendin,birşeyler yapmalıydım,yanına gelip bir iki kelime birşeyler söylesem her önüne gelene laf atan,kendini beğenmiş insanlar konumuna düşecektim ama birşeyler yapmalıydım.Bir meleğin sesinin kulaklarımdan yüreğime doğru inişini ve o inişte ruhumdaki derinliği daha da fazla hissetmeliydim.Elimdeki en büyük koz,Kadıköy dolmuşlarının on beş dakikada bir geldikleri ve yolun tek yönlü oluşuydu.Koşar adımlarla beklediğin durağın bir üst durağına doğru ilerlerken bir yandan da inşallah ben durağa varmadan boş bir dolmuş geçmez diye dua ediyordum.Çünkü bir meleğin sesinin kulaklarımdan yüreğime doğru inişini ve o inişte ruhumdaki derinliği daha da fazla hissetmek istiyordum.Durağa geleli henüz iki dakika olmuştu ki ilk dolmuş durağa yanaştı fakat içerisinde sadece bir kişilik boş yer vardı.Binmesem bir ileriki durakta sen binecektin ve ben o yorgun meleğin sesinin içimdeki derinlikte çınlayışını hissedemeyecektim.Dolmuşa bindim,iki-üç dakikalık vaktim vardı.Eğer başaramazsam bir camın ardından sade ve sadece üç-dört saniye seni görebilecek içimdeki devrimi bir başka bahara erteleyecektim.Yanımda oturan orta yaşlardaki beyin parmağındaki yüzük yeni bir kapı açmıştı beynime.Hemen o beyle konuşmaya başladım ve ileriki durakta elinde poşetlerle bekleyen kişinin nişanlım olduğunu,annesinin biraz sonra kalp ameliyatına alınacağını,acil olarak Kadıköy'deki bir hastaneye ameliyat malzemesi götürmemiz gerektiğini,kendisininse nişanlıma yerini verip veremeyeceğini sordum.Hiç tereddüt etmedi; gülümseyerek'Biliyor musun eşimi geçen sene bir kazada kaybettim ve bu trafik yüzünden kendisini son kez görmeye bile yetişemedim,tabiki ne demek memnuniyetle' dedi.İçimden bir şimşek nehrin tam ortasına düştü ve o nehirde yüzdüm,kahrolası azgın suları kan kokan o nehirde...Bir meleğin sesini yüreğimin en derinlerinde hissetmek isterken yalan söyledim ve ben o yalanla ortasına şimşek düşen,azgın suları kan kokan nehrin en derinlerine hapsedildim.Dolmuş durağa yanaştı,kapı açılmadan o beye tekrar teşekkür ettim ve niye o dolmuşta olduğumu unuttuğum anda yanıma oturuşunla irkildim.Tam ortasına şimşek düşen o azgın nehri durdurmalıydım yoksa içimdeki o sese yenilip ilk durakta inecektim.Poşetlerini bırakacak uygun bir yer aradığını gördüğümde hiç düşünmeden elimi uzatıp yardım etmeye yeltendim ve sen de bu yardım talebimi geri çevirmedin.Gözlerin hafif bir tebessümle gözlerime değdi ve kanat çırptığımı hissettim yüreğinde.'Teşekkür ederim deyişinle sesin kulaklarımdan aşağı inerken ruhumdaki derinliğin en sonuna ulaşmıştım.Gözlerimi ayırmadan taa ki o ana kadar seni izledim.Durağa beş-on metre kala ineceğini söylediğinde ne yapacağımı bilemedim.Son kez bakmak istedim gözlerine ve 'Siz inin ben poşetlerinizi uzatırım hanımefendi' dedim.Topu topu otuz-kırk dakika önce hayata kızgınlıklarını hayata değil de insanlara yansıtıyorlar diye düşündüğüm bir dolmuş şoförünün sana kızması belki de hayatın içime biriktirdiği tüm enkazı alıp gitmişti.Sen bu parmağına tak yüzüğü diyorsun bense dolmuş şoförlerini her gördüğümde gülümsüyorum ama o yerini rica ettiğim beyle birlikte boğulduğum,o şimşek çakan kahrolası nehri unutamıyorum.
Daha da sıkı sarıldı parmakların parmaklarıma ve bir meleğin dudaklarından düştü seni seviyorum cümlesi.Oyun oynarken topu masamızın yanına gelen o ufak çocuk ve o ufak çocuğun başını okşayışın; yan masada oturan o cennete birlikte girmiş ailenin en kutsal meyvesi.Gülümseyip adını sordun,şefkatle aldın kucağına.Sen onu kucağına aldın gönlümün yollarına düştü çocukluğum.On beş gün kaldı düğünümüze topu topu on beş günve sen içine dolup dolup taşan o sevinçle yerinde duramıyor,bir çocuğu kucağına alırken o çocuğun hayallerinde kayboluyordun.Ayağa kalktın; ilerideki büfeden o çocuğa çikolata alıp biraz daha mutlu etmek istedin.Yüzümde bir tebessümle ufak bir çocuğun elinden tutan o meleğin gidişini izledim.Henüz büfeye ulaşmıştın ki birden alev kusmaya başladı gökyüzü.Gökten bir alev düştü ortalık çığlık çığlık ve sana yetiştiğimde çok geçti,kucağında ölmüştü çocukluğum.Kanatları kana bulanmış o kuş uçamıyordu artık yüreğinde.Hemen peşine bir alev daha düştü gökyüzünden,kan oturmuş gözlerine bakarken yığıldım olduğum yere ve kayboldun cennetim dediğin gözlerimin bahçelerinde.Sen kayboldun içimden lapa lapa kar...Ne kadar zaman geçti bilmiyordum,gözlerimi açtım gökyüzünde derin bir sis ve etrafta onlarca insan.Elimi kalbine götürdüm atmıyordu artık yüreğin.Kucağında ölürken çocukluğum göç mevsimini kaçırmış o kuş donup kalmıştı,kanat çırpmıyordu artık göğsünün içinde.
Oysa sadece on beş gün kalmıştı düğünümüze,Gizli bir el,terörist bir fikir sisten bir perde çekerken gökyüzüne son kez gördüm kucağında çocukluğumu.Seni alev kusan o gökyüzüne teslim edip,o kahrolası azgın suların en derinine girdiğimde anladım:yeryüzünde kapanmaz yaralar bırakanlar olduğu sürece sevenlere bir hayallik boşluk kalmayacak sevgili...
Hani gün gelir ya,bazen de gelmeden geçer gider sonu dramla biten masallar gibi; erkek kıza kavuşamadan ölür oysaki kız ondan önce ölmüştür o sevdada...İşte böyle bir hikaye bizimkisi; geri kalmış saatin yanılgısı,yalancı güneşin ışık süzmesi.Ardahan'la Edirne komşu,İstanbul'sa kuzey ve güney kutbudur yüreklere çizilen haritada.
Ortada bir savaş vardı; bir savaş varsa iki de taraf olmalıydı.Tarafları cesurlar ve korkaklar oluşturuyordu bu savaşta ya da kalıba sığmayan yürekler ve boş sözler.Korkakların silahı boş sözlerdi oysa daha hiçbir yürek ne yaralanmış ne de ölmüştü bu kurşunlarla.Bu yüzden yitiriyordu cümleler anlamını; halbuki dilden çok kolay düşerken,dile gelene kadar çok yol katediyordu vücutta kelimeler...Ve öyle bir teraziydi ki buortası yoktu; kefeleri yükten,yükleri göründüğünden daha hafifti sevdaların.
Bir pazar yeriydi sevda sokağı; farklı tezgahların olduğu,tek giriş ve tek çıkıştan ibaret.Girişte çiçekçi bir kız,çıkışta mendil satan bir erkek vardı.Herkes ömründe bir kez uğruyordu bu pazara.Kiminin elinde tomurcuklanırken,kiminin eline değmeden sokağın ortasında soluyordu çiçekler ve bir çiçeği yaşatabilme ihtimaliyle tekrar dönenler vardı o sokağın başına.Oysa bir çiçek soldu mu çıkmaz sokaklara dönerdi,bomba düşerdi pazar yerine ve ortalık kan kırmızı...Tanrı emanetini geri almak isterken susuyordu herkes,kana susuyordu çiçekler.Biliyordum tanrı emanetlerini toplamaya başladığında bir yıldız kayıyordu gökten ve ben bu yüzden hep kutup yıldızını izliyordum geceleri.Çünkü o kaydığında sonu dramla bitmeyecekti masalların,kimsenin elinde solmayacak,bulutlar sevişirken kana susamak zorunda kalmayacaktı çiçekler...
İki el vardı sevdaların yakasında,ayrılığa ait iki el...Yakayı kurtardığında parmak izleri kalıyordu geriye ve karışırken yüzler başka yüze karlar yağıyordu yüreğin çatısına,buzullar sırnaşıyordu oluklara.Bir yüzde binlerce surat vardı ve karşındakini tanımak yüzde birdi binerken sevda kayığına.Kaymıyordu işte kutup yıldızı ayrılıklara inat,parmak izleri kalıyordu yakada ve artık suratına baktığım herkes tanrının topladığı emanet olmak istiyordu...
Kızkardeşiydi; henüz on yedisinde verilmişti bir gence fikri sorulmadan...on yedisinde,on yedi baharın tazeliğinde solmuştu güzelliği ve bir sabah gelen annesinin o acı feryadı,babasının ellerinin arasındaki başı,farklı gözlerden dökülüp halının üstünde buluşan gözyaşları.Hiçbiri geri getirmeyecekti ve bir bahar daha göremeyecekti zeytin gözleri.İki gözlü ahır; tavanda bir ipin ucunda boynu bükük,gözleri masumca ve yumruklaşmış elleri...Oysa o küçücük eller değil miydi kardeşim diyen dudakları tamamlarcasına saçları okşayıp önlüğün düğmelerini ilikleyen,acıktım denildiğinde sofralar hazırlayıp aynı masa etrafında aile fertlerini birleştiren.Üstelik o pamuk gibi olan eller şimdi kırış kırış ve buz tutmuş gibi soğuktu.
Küçük kardeşiydi; gönlü ne kadar el vermese de sözü geçmezdi,doyamamışken abla diyebilmenin tadına gitmesin dese de kim dinlerdi? Çocuktu,ufak bir çocuktu herkesin gözünde...Büyümemiş bir yürekte büyük bir acıya merhaba deyip kaderin karşısında el pençe boyun eğmeyi ilk defa o gün çğrenmişti.Kendisinden bir kaç adım önde giden takip ettiği ışığı kaybetmişken,çok uzaklara ulaşmış annesiyle babası tekrar o kadar başa dönüp ne kadar yol gösterebilirdi? Hem yolunu hem ışığını kaybetmişti.Her gün daha da sertleşen ve sarsıcı adımlarla ilerleyen bir isyanın ayak sesleri beyinden yola çıkarak kalbine doğru hücuma geçmişti.Savunmasızdı çünkü en büyük silahını,kalbindeki zırhın en önemli katını yitirmişti.
Annesiydi; doğduğu gün kucağına alıp yavrum diyen,ilk ve tek kızına kavuşmanın verdiği sevinçleçok şükür,o kadar istedim deyip te hayırlısı demeyi unutan.Ana sütünden denizde yüzmeyi öğreten,evlendiğinden beri sözü,kelimesi beş para etmeyen,saçlarına aklar bulaşmış,yarattığı ufak bahçede solmayacağını ümit ettiği iki çiçeğin üstüne eğilmiş ama bir çiçeğini sabahın köründe solmuş bulan bir anneydi o.Sindirmeye çalıştığı baskınlarının peşine şimdi keşkeler ekleyen,bir gece önceye dönüp ''gitme kızım'' diyebilme özlemiyle kendini kahreden,zamanın ilk defa durmasını ya da bir seferlik geri alabilmek için ömrünün geri kalan kısmını feda etmeye hazır,metanetli görünmeye çalışan,yüreğini iki parçaya bölmüşken bir yarısını kaybeden anneydi o.
Babasıydı; verdiği kararlardan dönmeyen,pişman olsa da pişmanlığını içine hapsedip,sözünden ödün vermemeyi kural bilirken evladını kara toprağa veren bir babaydı o.Yüzünü esir almak için bekleyen dört göze artık karşı koymadan teslim olmayı kabul eden,baba olabilme çabasıyla verdiği sınavın karşılığında ilk sertefikasını ölümden alan,verdiği kararlarla yalnız kendini değil etrafındakileri de fırtınanın tam ortasına sürükleyen,dağılmış,örselenmiş bir gururla yatıp bir sonraki sabaha uyanmamak için dualar eden bir babaydı o.
Böyle dağılıyordu bir aile...Bir akşam çektiği eziyetlere,yediği dayaklara dayanamayarak baba ocağına sığınıyordu ve insan olduğunu unutmamak için geri dönmek istemiyordu.Yer sofrasında yedikleri akşam yemeğinden sonra mutfakta annesiyle konuştu.Anne daha öncelerden bilmekteydi bu hikayeyi ve o korkuyla gitme diyerek destek çıkamamıştı kızına.Annesinde aradığı cesareti bulamasa da dönmeyecekti.Oturma odasına geçti ve babasıyla konuşmaya başladı.Ufak kardeşi her ne kadar ders çalışıyor gibi görünse de kulağı söylenenlerdeydi ama küçüktü,herkesin gözünde çocukken kim onu dinlerdi? Babanınsa kararı kesindi,pişman olacağını düşünse de sözünden ödün vermeyi kabul edemezdi.Hem sonra ne derdi konu komşuya,yüzüne sürüleceğini düşündüğü karayla nasıl gezerdi? Kızını kendi elleriyle götürüp teslim etti.Ve bir sabah annesinin o acı feryadı,babasının ellerinin arasındaki başı,halının üstünde farklı gözlerden dökülüp buluşan gözyaşları hiçbiri artık giden bir canı geriye getirmeyecekti.Çünkü ortalığı talan edip,bir ömürde binlerce fırtınalar yaratan bu sert,yıkılmaz duvarın adı töreydi...
Yüklen yüklenebildiğin kadar hayat sırtıma
Ne de olsa düşerim karanlık bir köşede
Belki bir kez daha deyip kalkamam
Yeniden karşına dikilip meydan okuyamam
Hazır sen de beni yaralı yakalamışken
Yüklen yüklenebildiğin hayat kadar sırtıma.
Birşey var göğsümün orta yerinde
Yalnız seni gördüğünde çırpınan
Yokluğunun rüzgarıyla üşüyüp
Kayıp şehrin meydanlarında yıpranan...
Adını bulamadığım birşey bu
Ya da seni gördüğümde unuttuğum




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!