“Paydos” dediysek, mesai bittiğinden değil ha! ..
“İşimiz” bittiğinden! ..
Yani; devam edecek gücümüz de, şevkimiz de kalmadığındandır! ..
Hani yol biter ya, virajı dönerken,
Hani, uçak düşer, menzile varmadan
İşte öyle bir şey! ..
Sarardı bir yaprak düştü dalından
Hazanlar kışlara yol alır şimdi
Bulutlar emirli Tanrı katından
Kasveti ruhlara yağıyor şimdi
Rüzgarın sesinde gecikmiş kinler
“Sev” deme! ..Sevemem ben! .., Bilmediğimden değil
Sen yolun başındasın, ben döndüm yorgun-argın
Çekip giden birini beklediğimden değil
Sis’li sevişmelere yüreğim bile dargın
Ne varsa heybemiz de harcadık azar azar
Hakkını helal et ayrıldık ey yar
Gözlerin ıslatma gurbet akşamı
Sıladır diyerek bu garip diyar
Beni de ağlatma gurbet akşamı
Asude günümüz yok artık ey yar
Yarabbi! .. Cehennemin cennet midir kullara
Günahı yazan melek 'mesai de' baksana
'Birinin' defterin de boş bir satır kalmamış
Bir günah da benden yaz, yaz görünsün alnın da
Bir dost sual etti, dedi ki 'Nerde? '
Gölgeyi gösterdim, sürünür yerde
Bedenim toprağa devrilmedi ki
Yerde ki gölgenin 'Sahibi nerde'
Hiç bilmedin sen beni
Düşerken “bakışlarım” yere
Görmedin! ..
Bir damla gözyaşım yol alırken sessizce
Mendil olup silmedin
Yağmurumu dindirmedin
İçinde bir “kurt” var biliyorum,
Seni derinden derine, içten içe kemiren, kahreden, lanet olası, soru kılıklı ucube kurtlar!
Hani bir “ses” duyabilsen, bir “işaret” görebilsen rahatlayacaksın belki!
Oysa “o sustu” ve sen; kendinle konuşmaya başladın! .. Ne varsa ona söyleyemediğin, ne varsa avazın çıktığı kadar bağırarak ifade edemediğin, kendi kendine söylüyorsun şimdi! ..
Şu; “AMA BEN” masalını anlatma bana olur mu? Hatta bak, ne diyeceğim, sen; ona anlatmadığın hiçbir şeyi de anlatma bana.
Anlatacakların “ona gerekliydi” bana değil! ..
Kimi seversen sev, nasıl seversen sev
Unutma ki bilinmeyecek değerin
Ne yaptığın ya da nasıl yaptığın değil
Yapamadıkların sorgulanacak, suçlanacaksın
Yıllarca döktüğün gözyaşına bakmadan
Belki “bir anlık yaşadığın tebessüm” batacak birilerine
Kağnı, engebeli arazi üzerinde yol alırken, bilmem kaç yıllık ağaçtan yapılmış iri ve hantal tekerleklerin üstünü kaplamış paslı metal kasnağın her kasiste havaya sıçrayıp tekrar yere temas etmesinin çıkardığı o tok ve ürkütücü gacırtı gecenin sessizliğini acımasızca yırtıyor ve çok ötelerde ki düşlerimi inkıtaya uğratıyordu.
Beyin dalgalarımın gözlerimin dehlizlerinde oluşturduğu “halüsünasyonlar” çığlık gibi bir hızla uzaklaşırken karşı ki tepelere çarpıp geri dönerek ben de “bumerang” etkisi yaratmıştı.
Dağların dilini öğrenmeden geceyi dağlarda geçirmek pek kolay olmayacaktı anlaşılan! ..
Gündüz gözüyle pek çok kez seyretmişimdir şu dağları, güneşin doğduğu ve battığı yeri elimde kalem olsa işaretleyebilir hatta rotasını bile çizebilirdim. Yeşilin hangi tonu, dağın hangi hörgücünde olduğu bile ezberimdedir..
Ama gece olunca sanki dağlar birdenbire bana yabancılaşıverdi, sessizliğin o “ürkütücü sesini” dinlerken, karanlığın “aba” gibi onu örttüğünü ve daha önce gördüğüm, bildiğim heybetinin nasıl daha da devasa hale geldiğini müşahede etmiş ve kendimi yabancı bir yerdeymiş gibi hissetmiştim! ..
Çok uzaklardan çakalların ulumaları geliyor ve sanki “buralar sahipsiz değil” diyorlardı. Vücudum ürperdi birden. Bu ürperiş, dağların alışık olmadığım o soğuk havasıyla birleşince titrediğimi ve dişlerimin sanki bir “tik” oluşmuşçasına birbirine vurduğunu hissettim.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!