Aşkı hayal sanırdım, boş bir masal sanırdım,
Seni gülerken görüp o an inandım aşka.
En güzel gülde bile tebessüm aranırdım,
Seni gülerken görüp o an inandım aşka.
Melekleşmiş mermerler gördüm ömür boyunca,
Ne mektup gönder bana, ne de bir mektup bekle,
Acaba yıllar yılı çektiğim yetmedi mi?
Süsledim hayalini sırmalarla, ipekle,
En sonunda tükendim, hoşuna gitmedi mi?
Sana zorla bağlayıp eza ettim kalbime,
Saçının parıltısı
Sanki altın sarısı,
Sen bir ceylan yavrusu,
Ben su içtiğin ırmak.
Yüzün aydan alınmış,
Ne hale geldiğinden haberdar değilim yüreğimin,
Aklımın-fikrimin nerede olduğundan haberdar değilim;
Seleyi suya, varlığımı sele vermişim,
Selleri sellere katmışım,
Tufanlar içindeyim,
Ayak basacak yerim kalmamış yerler içinde,
Tıkandı yine lokmalar boğazıma,
Boğazıma tıkandı yine bir yudum suyum;
O yine gelip oturduğu için yanıma,
Bakmaya başladığı için o güzel gözleriyle yüzüme,
Hasretiyle gözlerimi yaşartarak,
Acısıyla burnumu sızlatarak.
Madem gidiyorsun, bakma geriye,
Arama yüzümde gözyaşlarımı.
Öylece dümdüz git, git ileriye,
Görmezlikten gelip telaşlarımı.
Görme, yansın kalbim, külhancasına,
Lokmasını yutamadı. Boşu boşuna çiğnedi, çiğnedi, çiğnedi. Ağzında büyüyordu. Büyüdükçe büyüyordu. Sanki dev bir el, ağzından içeri zehirli bir el sokmuştu. Taş gibi bir kütle. Küf kokan, yosun kokan, toprak kokan bir kütle. Bardağın arta kalmış olan klorlu suyundan bir yudum aldı. Lokması boğazında biryerleri zorlayıp acıtarak aşağı indi. Yavaşça yerinden kalktı, odadan bir bohça getirdi., ayni yere oturdu ve bohçayı açtı. Bez parçalarının arasından her ikisinin de burunları delik bir çift erkek çorabı çıkararak iğneye iplik geçirip dikmeye başladı. Gözyaşlarını koluyla siliyor, siliyordu. Yüzüne kadınlarda pek görülmeyen sert, dolgun, katı ve gergin bir ifade gelmişti.
Çorapları dikti, bitirdi ve katlayıp yavaşça masanın üzerine bıraktı. Lavaboda mürekkeple boyalı kurumuş kınnapı aldı. Avucundaki balmumu parçasıyla kınnapı boydan boya ve sıkı sıkıya mumladı. Sonra eşinin ayakkabısından çıkardığı bağla ipi ölçtü. Bundan iki boy kesti. Bağ yerine ayakkabılara taktı. Ayakkabıları eski bir bezle silip kapı dibine bıraktı. Lavabo musluğunu çok hafif açarak elini-yüzünü tekrar yıkadı.
Genç kadın saat onikiye doğru kocasına yavaşça seslendi:
- Kubi… Kubi… Uyanır mısın, Kubicik… Az uyudun ama sınava yetişemezsin sonra.
Eşi battaniyeyi sırtından açıp başını masadan kaldırdı. Genç adamın üzerine yattığı sağ yanağında şakağına kadar derin ve nakışlı bir çizgi vardı.
- Kubi. Kendi kendine işkence ediyorsun. Divanda yatsaydın uyandıramaz mıyım? Daha rahat ederdin.
Yazık ki bahçeler bizsiz kalacak,
Güneş denizlere bizsiz doğacak,
Sular sahillere bizsiz vuracak,
Gel bu gün bitmeden, tükenmeden gel.
On onbeş yıl sonra kim bilir bizi?
15*
Nerden bilsin dertsiz olan derdimi?
Bilirim ki; elde böyle sancı yok.
Yaratan ‘dan gözetirim yardımı,
Kederi bildiren bir ilancı yok.
Düğüm Üstüne Düğüm
Kapsülün dışında yeni bir gün başlamıştı.
Güneş, ağaçların arasından yavaş yavaş yükselmeye koyulmuş, orman tüm canlılığıyla, tüm tazeliğiyle, tüm yeşilliğiyle ve tüm güzelliğiyle gözler önüne serilmişti. Herşey aşağı-yukarı bir önceki günü andırmaktaydı. Fakat görmesini bilen gözler için durum hiç de böyle değildi ve birbirini izleyen iki gün arasında çok büyük farklar vardı. Bunu en eksiksiz sezebilenlerden birinin Teğmen Vag Lom olduğu söylenebilirdi. Nitekim genç adam, kapsülün tam önünde durmuş, orman eteğinde gözalabildiğine uzanan çiçek tarlasını süzmekteydi. Teğmen Vag ‘a göre; bu tarla, bir gün önce gördüğü tarlaya asla benzemiyordu. Zira; insanı bir bakışta büyüleyen o eşsiz renk harmonisinden, güzellikleriyle insanın içini ürperten o yüzbinlerce çiçekten, birbirlerinden sınır sınır ayrılmış o öbek öbek sarılardan, mavilerden, kırmızılardan, yeşillerden, beyazlardan geriye bir tek iz bile kalmamıştı. Ormanın ayakları dibinde buyruk sürdüren tek renk yeşildi. Yeşil, yeşil, yeşil, sadece yeşil.
Genç adam kendisini yokladığında; Fotonist Kay Rem ‘in o katı fizikçiliğinden alabildiğine nefret ettiğini anladı. Her olayı fizik görüşlerle açıklamaya çalışmak, eşi-benzeri görülmemiş bir saçmalıktı. Doğada, ne oldukları, nasıl oldukları anlaşılamayan bazı gizli güçler de vardı, bunların yadsınması olanaksızdı ve insanoğlu onlara saygı duymalıydı. İnsanlar, açıklanamayan ve altında gizli güçler yattığı sanılan olaylardan hem tedirginlik duyup korkuyor, hem de bunlardan hoşlanıyordu. Alt yanı; bu bir heyecandı ve insanoğluna gerekliydi.
Astronot, daldığı bu düşüncelerden Fotonist Kay Rem ‘in sesiyle kurtuldu:




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!