Ben ki çağ dışı uyumsuzluk delisi,
Kendi ipimi belki kendim çekerim…
Şimdi yazıyorum ya,
nasıl olduğumu bilmeden...
Bam telime çarpıyorum.
Haşhaşi bir terör gibi,
Ve şimdi sorsam!
Kaç kadın Eylülde şiir giyinmek ister
ve
Kaç erkek Eylülde aşkı düşler?
Herkes istemem der ama yüreğinin sol tarafını gösterir...
Ve yine Eylüldü,
Aşk ile yoğrulmuş iki tenin hayata tutunuşlarındaki çığlıklar gibiydi her ''sen'' deyişin.
Her öpüşünün yakıcı tadını tenimde hissederken..
Dudaklarından kalkarken boynun kurcalar beni.
Bu gece tenimi ısırıyor
arzularım
ve
Üzgünüm, küskünüm, kızgınım, kırgınım..
Asırlık yükleri ve yaşanmışlıkları sahiplenmiş, taş avlulu, taş damlı ihtiyar bir evin damında ninemin ninesinden kalma, “koç boynuzu” “açık göz” “hayat ağacı” motifleriyle işlenmiş bir kilimin üstünde yıldızlarla bağdaş kurmuş oturmaktayım.
Hayal ile gerçek arasında mekik dokuyan beynimin akıl oyunlarına aldırış etmeden, Divan-ı Kebir’den gazeller okumaktayım..
Şehvet kokuyor bu gece yine yasak dağların.
Bu gece yine aşk için yaratılmışsın sen...
Dudaklarımı gezdirdiğim göğüs kafesinin sıcaklığıyla ısıt beni...
Şeytan beslemeli duyguların, yalın ayak zevklerin renginde erirken bir bir; devrim öncesi anın hükmü oluyorum mutluluk çukurlarında gamzelerinin.
Susuyorum.
Susturuyorum buğday tenli nefesini, kemiğine kar yağan yeryüzünün tek mabediyle..
Bulunmaz şafağın nazenin hüzmelerinde..
Ne de gecenin çığlık çığlığa karanlığa koşan hüzünlerinde..
Onda ne sen Selene’sin, ne ben Aurora’yım..
Onda hem sen Selene’sin, hem ben Aurora’yım..
İçine girilmez ki çoktan içinde olduğumuz o kutsi cevherin.
Dün gece yarısı, gökkuşağı renklerinden bir köprü yapılıyordu, yedinci göğün kapıkulları mülkün sahibinden gelen bir emirle, kapında el pençe divan duruyordu..
Mevlana ve Yunus sevgiliye kavuşmanın nezaketli şiirlerini kulağına mırıldanırken, İbn-i Arabi “ölmeden ölmüş birine, ölü demek yakışmaz” diyordu.
İris bütün saflığı ve zerafetiyle elindeki kadehine ince, zayıf, süzgün ama bir o kadar asil bir ruh damıtıyordu.
Sen o kadehin tek damlacık suyuydun, yükseldikçe göğe okyanus, okyanus çoğalıyordun..
Mecazda bırakıp incecik bedenini, ruhunla iman ettiğin hakikate koşuyordun..
Yeraltından sesleneceğim sana; ne masal, ne destan, ne hikaye, ne efsane bilirsin olmaz işim hayalle.
Varoluşumun ezeli huzursuzluğunu anlatacağım, kapat gözlerini ve soluk almadan dinle..
Nefesin kaçırmasın hakikat kelebeklerini, bakışların ürkütmesin Hugin ve Munin’in düşüncelerini..
Rüyaları şefkatiyle yoğuran Ninsun’un oğluyum, kibrimin kırık boynunu, vicdanımın mukaddes soyunu ona borçluyum..
Aşkın cevherlerini, ayrılığın mücevherlerini, bilgeliğin kederlerini, insanlığın değerlerini kitab-ı bilinmezde toplayan Hızır’ın çocuğuyum.
En güçlü sesim.
Rüzgar benim nefes-imdir.
Yalnızlık.
Zırhım.
Özgürlüğüm.
Miğferimdir.
Yokluğa sırrını bahşetti yaradan; sırdan doğdu an, saniye, dakika, saat, gün, zaman.. Sırrın en büyük mucizesi saklı kaldı ilk günde.. Olan, olacak olan, biten, bitmeyecek olan ne varsa yazıldı bir günde..
Zerrelerimi mürekkep yaptılar, benliğimi kalem, kalemin memlükleri tohum tohum yeşertiler kainatı, senin köklerinde.
Kitab-ı Mübin’in üç katibi “Hasret” “Firak” ve “Vuslat” sırrın sırrını aradılar on iki saat, harfleri dövdüler sonsuzluğun tavında..
Karanlık düşecekti ki günün devri daimine, telaşa kapıldı Hasret bağırdı “aşk” diye; neden bağırdığını bilmeden, harfleri boca etti kalbin kalıbına..
Doğdu geceyle beraber aşk, böylece..




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!