Dün gece yarısı, gökkuşağı renklerinden bir köprü yapılıyordu, yedinci göğün kapıkulları mülkün sahibinden gelen bir emirle, kapında el pençe divan duruyordu..
Mevlana ve Yunus sevgiliye kavuşmanın nezaketli şiirlerini kulağına mırıldanırken, İbn-i Arabi “ölmeden ölmüş birine, ölü demek yakışmaz” diyordu.
İris bütün saflığı ve zerafetiyle elindeki kadehine ince, zayıf, süzgün ama bir o kadar asil bir ruh damıtıyordu.
Sen o kadehin tek damlacık suyuydun, yükseldikçe göğe okyanus, okyanus çoğalıyordun..
Mecazda bırakıp incecik bedenini, ruhunla iman ettiğin hakikate koşuyordun..
Yeraltından sesleneceğim sana; ne masal, ne destan, ne hikaye, ne efsane bilirsin olmaz işim hayalle.
Varoluşumun ezeli huzursuzluğunu anlatacağım, kapat gözlerini ve soluk almadan dinle..
Nefesin kaçırmasın hakikat kelebeklerini, bakışların ürkütmesin Hugin ve Munin’in düşüncelerini..
Rüyaları şefkatiyle yoğuran Ninsun’un oğluyum, kibrimin kırık boynunu, vicdanımın mukaddes soyunu ona borçluyum..
Aşkın cevherlerini, ayrılığın mücevherlerini, bilgeliğin kederlerini, insanlığın değerlerini kitab-ı bilinmezde toplayan Hızır’ın çocuğuyum.
En güçlü sesim.
Rüzgar benim nefes-imdir.
Yalnızlık.
Zırhım.
Özgürlüğüm.
Miğferimdir.
Yokluğa sırrını bahşetti yaradan; sırdan doğdu an, saniye, dakika, saat, gün, zaman.. Sırrın en büyük mucizesi saklı kaldı ilk günde.. Olan, olacak olan, biten, bitmeyecek olan ne varsa yazıldı bir günde..
Zerrelerimi mürekkep yaptılar, benliğimi kalem, kalemin memlükleri tohum tohum yeşertiler kainatı, senin köklerinde.
Kitab-ı Mübin’in üç katibi “Hasret” “Firak” ve “Vuslat” sırrın sırrını aradılar on iki saat, harfleri dövdüler sonsuzluğun tavında..
Karanlık düşecekti ki günün devri daimine, telaşa kapıldı Hasret bağırdı “aşk” diye; neden bağırdığını bilmeden, harfleri boca etti kalbin kalıbına..
Doğdu geceyle beraber aşk, böylece..
Kısa bir yolculuğun uzunca iç çekişleri gibiydi gözlerin.
Bugün senfonisine takılı kaldım...
Şimdi ay tanrıçası savurmuştur sarı saçlarını
Mezopotamyanın o verimli ovalarına doğru
Dans eder ağaçların serin dalları
Bir serinlik savurur yüreğime doğru...
Zemheri bir geçmişin hüznünü,
Baldıran zehirli dudaklar değil,
Dudağına değecekse dudağı..
Ve teri terine, bedeni bedenine karışacaksa..
Sonra fitili ateşlenecekse...
Dinamiti patlayacaksa..
Bütün ağırlığımla eziyorum seni..
Sonra al al dokunuyorum sana..
Ve..
Süryani bir şarabın tadıyla öpüyorum dudaklarını..
Dudakların sevgilim, dudakların..
Kanat dudaklarımı..
Yetim kalmış bir çocuğun,
İlk uçan balonuna yüklediği anlamları yüklüyorum sana.
Sevişmenin tek günah sayılmadığı yerdir yatağın..
tüm kavimler göçe hazırlanıyorlar.
bu gece,
seni sevmenin
Dişimle, tırnağımla, elimle, avucumla, denizi baştan başa yaran Musa’nın asasıyla, yeryüzünü mürekkepsiz bırakacak bir yeminle yazıyorum seni, vaat edilmiş helvaya, bıldırcına, ekmeğe ve suya…
Sanık sandalyesindeyim, hükmü çoktan verilmiş yargısız bir infazın ortasında..
“Suçun var” dediler ve “geride bıraktığın tanık; kalbinin ilk halkasında, çepeçevre kuşandığın, çarmıhlara gerilecek büyük yeminler içmişsin kutsal kaseyle..
Bir havari, bir sahabe bırakılmış rehbersiz, hala kanı ellerinde..”
Hayır diyorum, hayır..
Bir sonbahar akşamındaydık,
renkler dahi
rüzgarın hışmına uğramışken,
talan edilirken yapraklar,
sen
yağmura teslim,
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!