Bir rüzgara kapıldım amansız, acımasız, apansız, ansız, yok öyle soğuk falan değil aksine sıcak, Notos’un nefesi sanki; ama çok daha yakıcı..
Değirmeni döndüren yel gibi değil, ayrılıkları döve döve çoğaltan bir el gibi acı mı acı..
Biz de olan bir şey yok, biz de hiçbir şey yok.. Yokluğun bağıranda rüzgara kapılmış gidiyoruz, soluksuz öpüşmelerin sarhoşluğu, amansız yokuşların yorgunluğu, karmaşanın kalabalığı, anlamsız kelimelerin kabalığı eşlik ediyor bize, içimizde ta derinlerde bir yerde yeniden eskiye, eskiden yeniye dönen çıldırtan bir sancı..
Kokusunu çalmış her çiçeğin, uykusunu bölmüş her yüreğin, kanadını kırmış her kelebeğin, bizden bize bir şey bırakmamış adına aşk denen o yabancı..
Çıkmaz sokaklara açılan pencerelerde, hüzünleri evlere kapatıp üstüne kapanan kapılarda, dıştan içe kendi gövdesini sararak büyüyen, büyüdükçe öz dikenlerine bata bata canını yakan ve ruhunu kanatan güllerde; bize dair bir şey yok adına aşk denen o yabaninin heybetinde..
Newroz çiçeği!
Sen!
Sararmış yaprakların hüznü,
Antik zamanlardan kalma ezgi.
Geçmişin özlemi, geleceğin düşü,
Sen, düşlerin sahiciliği.
Ağlardın;
Ve yıkanırdı tüm günahlar..
Örtülü yalnızlığımdan, soyunurdum sensizliğe,
Soyunurdum sevilmelere,
Sevişirdim gecelerce, kapkaranlık düşlerle.
Severdim;
Bu gece bin parçaya böldüm kendimi
her bir zamana,
her bir mekana
bir parçamı savurdum...
Bir parçamı aşka,
bir parçamı yalnızlığa,
Aşk ateş ister …
Ey aşk!
Seni senelerce yaban ellerde, hoyrat dillerde aradım.
Bingöl dağlarında Newroz çiçeğiymişsin
Oysa bendeymişin bilememişim. Oyalanmışım. Kalakalmışım.
Nexşamın!
Ben,
Zerdüşti bir Maginin
beş bin yıl önce
Zagroslarda yaktığı
bir ateşten geliyorum
Ben bir savaşçıyım..
Tarihin ve talihin zulmüne maruz kalmış çocukların, kadınların, annelerin, babaların, kimsesizlikten belleri kırılmış masumların isimlerini ve ahlarını bir kalkan gibi yüklenerek ağır ağır yürüyorum Troya surlarında..
Göğsümde göklerin ateşi, ellerimde ölümsüz ejderhaların kanı, sırtımda aşk meydanlarından kalan ihanetlerin izi, topuğumda ölümümü müjdeleyen bir rakkasenin yazgısı, sesimde harp meydanlarının yankısı..
Bir sekerât sarhoşluğu esiyor Hamsin rüzgarlarının kulakları çınlatan sesinde.
Horasan’dan Yemen’e ne varsa maziden kalan toz, toprak, kum toplamış gelmiş eteklerinde.
Keskin akılların gözlerine vuruyor kum taneleri, yüce bir aşığın bir gülle kırılmış kalbinde bağdaş kurmuş “Üçler..”
“Haydar”ın nefesinde yeniden şekil alır, sekir halindeki insan-ı kamiller..
Evvelin kudretli kaleminden dökülen yazgımızın suskunluğuna sen misin tanık?
Aşkın çıldırtan ilgisizliğinde, sevgilinin sevgisizliğinde ekmeksiz, susuz, arzusuz bir ömür geçirmeye kim razı, kimler mutabık?
Kalbinde asılı duran bedenim; sukuta gömülmüş hayalim failini arıyor; ruhumda dişiliğinin izi; gözümün önündesin, ey suçunu suya yükleyen sanık!
Ben ki Attâr’ın kuşlarıyım Nişabur’dan uçup aşkın yedi şehrini dilsiz dolaşan, ayrılık dediğin illet ki kanatlarımı yolan edepsiz bir halayık.
Eflatun’un düşünceleriyle işlediği taşları, kil tabletlere kazınmış duaları, kralların mühürlediği mermerleri, yaşanamamış aşkların yazgısını, söyle hadi, utanma söyle benden başka kim taşımaya layık?
Zaman aynasını bilir misin?
Dünden, bugünden, yarından, mevcuttan, hiçlikten, senden, kendimden, var olduklarımdan, vazgeçtiklerimden, aşkın ve imanın meczinden müteşekkil..
Hakikatin nehirler gibi akarak yol aldığı susuz bağrında kızlara, kadınlara, erkeklere, çocuklara, en çok da çocuklara mezar olan küskün kum ve üzgün kil..
Gözbebeklerimizde birbirimizi görüyoruz aynaya baktıkça, kollarımızı açıyoruz yerden göğe göğsümüz çatladıkça, sevdiklerini nehirlere kurban verenler acılarını ve yaslarını bağrımızda tamamladıkça, yitirdiklerinin mezarlarına, mezar taşı oluyoruz, adımızı yazıyorlar Meriç’ten Fırat’a, sessiz sedasız ağladıkça..
Belki bizi de severler aşktaki imanla, imandaki aşkla yandıkça..




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!