Ali Lidar Şiirleri - Şair Ali Lidar

Ali Lidar

Eski bir magirus bulsam girip içine ağlarım
Ne yana dönsem karanlık
bu ne biçim cumartesi
İçimde bir gölge
Bilmiyorum neyin lekesi

Devamını Oku
Ali Lidar

Gülümsemeli zamanlardı öncesi tarihimizin
enteresan şeyler dinlerdik blueskiden güzeldi
solcuyduk en önemli şey paylaşmak sanıyorduk
baktık sonra gördük paylaştıkça azaldığımızı
dağıldık azar azar sonunda bu hale geldik..

Devamını Oku
Ali Lidar

Gitmek istiyorum derken dudakları titriyordu. Dudakları, intihar tereddütü yaşayan onuncu kez yakalanmış asker kaçağıydı. Son kez uzattığı eli ter içindeydi. Avuçları, saunaya kilitlenmiş mülteci penguen yavrusu kadar ürkekti. Hoşça kal derken benim olmadığım her yere değdi gözleri. Gözleri, fetiş eşyalar satan mağazada aranıp da bulunamayan her şeydi. Dükkanı mühürlenmiş genelev patroniçesi tedirginliğiydi yüzünün tamamında gördüğüm. Gözbebekleri bile titriyordu. Belli ki zorluk çıkaracağımdan korkuyordu. Onca çok uzun bence çok kısa bir sessizlikten sonra 'tamam' dedim. 'Tamam git, ama Boncuk bende kalacak.' Boncuk birlikte aldığımız ilk 'içinden oyuncak çıkan yumurta'nın içinden çıkan oyuncaktı. Herhangi bir boncuğa falan benzediği yoktu, herhangi bir boka benzediği de yoktu aslında. Ama sevimliydi işte. Koca kafalı bir dinozor tarafından tecavüze uğradıktan sonra istemeden hamile kalmış bir koalanın yavrusunu andırsa da, sevimliydi. Ve ilkti.. Görür görmez kutsamıştım kendisini. Oracıkta karar verdik. Sırayla yanımızda taşıyacaktık onu ve ne olursa olsun yanımızdan ayırmayacaktık. İlk gün bende kalacaktı, sonraki görüşmemizde ona verecektim ertesi görüşmemizde o bana verecekti ve bu döngü biz görüşmeye devam ettikçe devam edip gidecekti. Etti de. O güne kadar..

'Boncuk bende kalacak' dedim.Başka hiçbir şartım yoktu. Hafifçe gülümsedi, problem çıkarmamış olmam onu rahatlatmış gibiydi. Ben tamam dediğimde benden başka hiç kimsenin farketmeyeceği bir müstehzilikle gülümsedi. 'Olur' dedi. 'Senin olsun.' Çantasından çıkardı, alelacele avuçlarıma bıraktı ve bir kaç aptal veda cümlesi mırıldanarak çekip gitti..

O an anladım ki Boncuk onun umurunda bile değildi. Galiba ben de değildim. Avucumda gayrı meşru dinozor yavrusu tek başıma oturdum bir süre. Bayılana kadar ağlamak, peşinden koşup ağzını burnunu kırmak, önüme ilk çıkan meyhaneye kendimi kapatıp anason götümden fışkırana kadar rakı içmek ve hiçbir şey yapmamak arasında gidip geldi bir süre zavallı aklım. Hiçbirini yapmadım. Hesabı ödeyip usulca kalktım. Önüme ilk çıkan bakkala girip bir tane 'içinden oyuncak çıkan yumurta' aldım. Ertesi gün bir tane daha, sonra bir tane daha, sonra bir...

Devamını Oku
Ali Lidar

Normandiya Çıkartması'nda
Sahile
İlk adımı atan asker gibi
Atıyorum bir süredir
Adımlarımı
'Bonjour mort'* diye bağırıp

Devamını Oku
Ali Lidar

Boşluğa uzanan bir el,
Ve bir el daha (uzakta) o eli tutamayan
El uzanmış boşluğa, hiçbir şey umrunda değil
Uzaktaki el uzanıp tutsam mı diyor acaba?
Tut diyor boşluktaki el, bırakıp tereddütleri
Tutacak uzaktaki el, bir şeylerden korkuyor

Devamını Oku
Ali Lidar

Kartal Nüfus Müdürlüğü'nün önünde bekle beni
martılar uğramaz buraya korkma en fazla
bir kaç boyacı çocuk inceden taciz eder
ben hepsini hallederim sen hiç endişe etme
al bohçanı, kimliğini, sal saçlarını biteviye
Kartal Nüfus Müdürlüğü'nün önünde bekle beni..

Devamını Oku
Ali Lidar

Hayata meydan okuduğum
bir yer vardı baş tarafını unuttum
ortalarında bir yerde bir kadını öptüm
o kadar büyülüydü ki
iki şahit rüya dese, gerçek olmadığına inanırım.
Kırılıp yeniden başlıyoruz hep

Devamını Oku
Ali Lidar

Aniden olup biten şeylerle başa çıkmak sanıldığından daha kolay aslında. Hiç istemediğin, hazır olmadığın hatta asla kabul edemeyeceğini düşündüğün herhangi bir durumla birdenbire karşılaşınca dengen bozuluyor haliyle. Ama bir süre sonra direnç göstermeye başlıyorsun. Eğer ne olursa olsun kabul edemeyeceğin bir şeyse başına gelen ve direnecek gücün yoksa bile kabullenmemek, delirmek hatta kendini öldürmek gibi seçeneklerin her zaman var. Ve reddetmek, delirmek ya da ölüm kaybederken kazanmak anlamına bile gelebilir belki. Hiçbir durumda mağlup olmazsın. Ya üstesinden gelirsin başına gelen şeyin ya da çekip gider, reddeder, farklı bir bilinç durumuna bürünürsün(farklı bilinç durumu demek delilik demekten daha sevimli mi ne?) Ama o şey birdenbire ortaya çıkmadıysa, aniden üstüne atılmadıysa, yavaş yavaş sızdıysa hayatına hatta neredeyse tatlılıkla sokulduysa.. 'sabırlı bir yılan gibi büyük bir dikkatle yaşamına, hareketlerine, saatlerine, odana işlediyse, uzun süre gizli tutulmuş bir hakikat, reddedilmiş bir gerçeklik gibi; dirençli ve sabırlı, incecik, ruhunun kuytularını, yalnızlığından aldığın keyfi, tavandaki çatlakları, kitaplığındaki son boşlukları, çatlak aynadaki yüzünün kırışıklarını ele geçirip lavabodaki musluktan damlayan suyun içine girdiyse'.. Farkettiğin an reddetmek ya da delirmek ya da ölmek için çok geçtir artık. Reddedemezsin; çünkü varoluşun dahil her şeyini onunla tanımlamışsındır farkında olmadan.. Deliremezsin; deliren bir deli aslında akıllanmış olur ve böyle biri iyiliği hakedecek kadar iyi şeyler yapmadığın kesin.. Ve ölemezsin, çünkü içine sızdığı her şeye bıraktığı korkaklık afyonu bütün hücrelerine işlemiştir. Çaresizce kabullenmekten başka seçeneğin kalmaz. Mağlup olmuşsundur. Başka türlü bir oyun başlar artık ve kendi hayatını tatsız bir film gibi izlersin..

Oysa bütün istediğin kıpırtısız bir hayattı. Sakin, dingin, hareketsiz. Mutlu olmaktan çoktan vazgeçmiştin, istediğin tek şey huzurdu. Huzurun yolu da mutlak eylemsizlikten geçiyordu. Ama ne zaman, ne eşya, ne de o izin verdi buna. Her şeyin tabi olduğu değişim yasalarından hayatını kurtaramadın. Alışkanlıklarını korumak pahasına direndiğini zannettiğin değişim yavaş yavaş sana ve eşyaya gününü ve gücünü gösterdi. Ne büyük ideallerin vardı ne kahramanlık hayallerin. Basit bir hayat, basit insanlar, zamanın ağır aktığı Safranbolu gibi bir yer ve ölürken bile kimsenin düzenini bozmayacak kadar farkedilmeyecek bir yaşam..Kurduğun hayallerin bile tek bir ortak noktası vardı. Basit, sıradan, sakin bir hayat.. Buna benzer bir şey kurduğunu zannetmiştin bir süre ama her sıradan insanın başına gelen senin de başına geldi. Kendi ellerinle kurduğun düzen başka eller tarafından yıkıldı. Birdenbire olsaydı bu, bir yolunu bulur başederdin, baktın olmadı kaçar giderdin. Ama yavaş yavaş oldu her şey. Usulca sokulurken hayatına, öyle güzel becerdi ki kendisini yadırgatmamayı, masanın üzerindeki biblonun yerini değiştirmek için bile aylarca doğru anı bekleyen sen hiçbir tuhaflık sezmeden yavaş yavaş aldın onu hayatına. Her gün bir adım attı. Sezmişti belki sendeki ürkekliği, hiç gürültü yapmadı. Öyle bir an geldiki sonra, sanki o, zamanın başlangıcından beri seninleydi. Ruhun bedene girmeden önce onunla beraberdi sanki, öyle hissetmeye başlamıştın. Alışkanlıklarının bozulmasına izin vermeyecekmiş gibi davranıyordu, kanda yavaş yavaş yayılan morfin gibi dağıldı tüm hücrelerine.. Ve her şeyin farkına vardığında artık çok geçti.. Birdenbire olsaydı keşke.. Keşke aniden karşına çıksaydı. Reddedebilir, kaçabilir, yokmuş gibi davranabilirdin o zaman belki. Olmadı. Yavaş yavaş girdi hayatına, ve sen durumu farkettiğinde hayatın artık sana ait değildi..

Anlatacaklarının kayda değer bir tarafı yok. Bunu en iyi bilen sensin. Hayatının da kayda geçmemesini istiyorsun aslında, başından beri talep ettiğin sıradanlık böyle bir şey demek zaten. Ama artık sana ait olmayan hayat ontolojik kaygılarla beraber hiç alışık olmadığın bir hesaplaşmanın merkezine soktu seni. Bütün olup bitenden sonra değişmeyen tek şey ölümden bile korkmayacak kadar yalnız olduğun gerçeği. Ama modülleriyle oynanmış bir yalnızlık bu. Saflığını yitirmiş, kullanılmış.. Uzun süre vakit geçirildikten sonra yenisi alınınca sahibi tarafından bir köşeye atılıp unutulmaya terk edilmiş, yıpranmış bir oyuncak gibisin. Artık çıkartıldığın jelatinin içine de geri giremezsin. Kullanılmış yalnızlık, yıpratılmış ruh, unutulmuş beden.. Oysa en büyük lüksün yalnızlığındı senin, 'tercih edilmiş yalnızlık' olası her tür yıpranmaya karşı geliştirdiğin bir zırh, ustalıkla kullandığın bir savunma mekanizmasıydı. Ama bu ustalık bile kurtaramadı seni. Bütün alışkanlıkların değişti, değerlerin ters yüz oldu. Üstelik olup biten hiçbir şey için kendinden başka kimseyi suçlayamadın. Hesaplaşmalarını ve iç çekişlerini Promotheus gibi sırtında taşımaya mahkum edildin. Bütün kabahat senindi, sana öyle öğretildi. Yapılmaması gerekenleri yapan, söylenmemesi gerekenleri söyleyen, olunmaması gereken yerlerde olan, duyulmaması gereken şeyleri duyan, alınmaması gereken şeyleri alan ve alınılmaması gereken şeylere alınan hep sendin. İkinci İsa oldun neredeyse. O Adem'in yasak elmayı yemesiyle başlayan ve kendisinden önce işlenen bütün günahların bedelini çarmıhta ödemişti. Sen de farkında olmadan metafizik bir çarmıha çakılı buluverdin kendini. Ve kalan hikayen o soyut çarmıhta kendinle hesaplaşmaktan başka bir şey değildi.. Söylediğim gibi, bütün bunlar yavaş yavaş oldu. Farketmedin. Farkettiğinde de çok geç kalmıştın, ne yeni bir savunma mekanizması üretecek becerin, ne de olup bitene karşı koyacak gücün kalmıştı..

Devamını Oku
Ali Lidar

Hepimizin hayatı senaryosu kötü yazılmış bir tür filmdir aslında. Üçüncü sınıf video kuşağı filmleri gibi gerçek hayatta asla olmaz dediğimiz şeyler bir anda başımıza geliverir. Çocukken işler o kadar da kötü gitmez. En azından bir süre.. Belki de henüz kimse tarafından ciddiye alınmadığımızdan ve hayatımız içine sıçılacak kıvama gelmediği için keyifli bir oyun oynarız. Ama başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır. Eğer altı yaşındaysanız ve bir grup delirmiş yetişkin kendi aralarında konuşup, sizin biraz zeki olduğunuza ve okula başlamanız gerektiğine karar vermişse, artık hayat masumiyetini yitirmeye başlamış demektir. Sınıftan içeri adımınızı atar atmaz karşılaştığınız kahverenginin en aşağılık tonuyla boyanmış ve milyonlarca gerizekalı çocuğun sümüğü, yemek artığı, anlamsız karalamaları,tozu, toprağı, boku, püsürü ile ırzına geçilmiş okul sıraları yaşamınızın bundan sonrasının ne kadar boktan geçeceğinin sinyallerini verir gibidir. Üstüne bir de sizi tokatlamak için herhangi bir yanlış yapmanızı bekleyen, bekleyecek kadar sabrı olmadığında da hayal gücünün yardımıyla aklına getirdiği herhangi bir yanlışı sizinle ilişkilendiren öğretmen adlı denizanasıvari yaratık, yanağınızla birlikte ruhunuzu da tokatlamaya başladığında toplumsal bir histeri ve cinnet etkinliğinin tam ortasında kaldığınızı anlarsınız. İlk günden itibaren içinizde büyütmeye başladığınız öfke zamanla boyunuzdan ve yaşınızdan daha büyük olur ve hıncınızı etraftaki diş geçirebileceğiniz hububat beyinli insan yavrularından çıkarmaya çalışırsınız. Ve böylece insan ırkıyla aranıza aşılmaz büyüklükte duvarlar örme süreciniz de başlamış olur.. Belki de insan, sadece doğduğunda insandır, kim bilir? Büyümeyle birlikte bozulma da başlıyordur belki. Mesela adamakıllı konuşabildikten az bir zaman sonra küfür etmenin ne kadar çirkin olduğunu öğretmeye çalışırlar size. Ve siz içinizden, ağız dolusu küfür edemedikten sonra konuşmanın ne kıymeti var ki diye geçirisiniz. Üç yaşında, yemek içmek kadar doğal bir şey olan sindirim sisteminin boşaltım faaliyetiyle ilgili yasaklamalar dayatılmaya başlar ayrıca da istediğiniz zaman istediğiniz yerde pantolonunuzu indiremeyeceğinizi öğrenirsiniz. Dört yaşında iki yaşınıza kadar tebessümle karşılanan neredeyse bütün davranışlarınız birer azar yeme vesilesi haline gelir. Beş yaşında tamamen büyümeye başlar ve altı yaşında da insan olarak ömrünüzü tamamlayıp başka bir türe evrilirsiniz. Okul denilen ruh törpüsü mekanizma da bu mutasyonun gönüllü hızlandırıcısından başka bir şey değildir. Mesleğinden, kendisinden, çocuklardan, akıp giden zamandan, kırlaşmış saçlarından, herkesten ve her şeyden nefret eden bir grup öğretmen, çocukların gönüllülük esasına bağlı metamorfoza uğratıldığı yarı açık akıl hastanelerinin ekonomik zorunluluklar yüzünden ayak işlerini yapmaya mahkum edilmiş metazori hasta bakıcılarıdır.. Beş yaşına kadar her şey güzeldir. Altı yaşında hayat masumiyetini kaybeder ve ölür.. Ömrümüzün geri kalanı, bir tür şizofrenik kurgudan başka bir şey değildir...

Devamını Oku
Ali Lidar

“Her şey anlamını yitirmiş gibi. İçimde kocaman bir boşluk var ve ben onu hiçbir şeyle dolduramıyorum. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi.”

Başka bir yerde ve zamanda anlatsaydı bunları en azından sesimi çıkarmadan dinler, anlamaya çalışırdım. Ama zamanlama yanlıştı. Çünkü gazete okumuştum. Ve ne zaman gazete okusam bir tür kafayı yemişler ülkesinde yaşadığımızı iliklerime kadar hissederdim. Kötü zamanda gelmişti yanıma. Gazete okumuştum. Engel olamadığım bir öfkeyle, aynı gazetede aynı gün içinde olup biten olaylardan bir buket hazırlayıp dedim ki!

“Çaresiz misin? Hadi ordan. Çaresiz falan değilsin sen. Şımarıksın sadece. Çaresizlik nedir gerçekte biliyor musun? Kimdir biliyor musun aslında çaresiz? 800 lira maaş alıp 300 liralık gaz faturasını ödeyemediği için kendini asan babadır çaresiz. Öpe koklaya askere uğurladığı oğlunun bayrağa sarılı tabutuna sarılıp aklını kaybeden annedir çaresiz. On yaşından beri kendi evinde her gece tecavüze uğrayan ve daha fazla dayanamadığı için evden kaçmaya yeltendiğinin gecesi otogarda ‘namus’ cinayetine kurban giden kızdır çaresiz. Koca dayağından bunalıp baba evine sığındığında babası ve abileri tarafından çocuklarının gözü önünde öldüresiye dövülen kadındır çaresiz. Torunu yaşında çocuklara titrek elleriyle kağıt mendil satmaya çalışırken kalp krizi geçiren ve bir saat ambulans gelmesini bekledikten sonra ağzı köpürerek ölen seksen yaşındaki dededir çaresiz. Çaresizmiş. Bi siktir git başımdan.

Devamını Oku