Farkındayım.
Sol gözümde kayma var.
Aynadan sakınır kendini,
Utanır garibim.
Sağ gözüm ise seğirir ara sıra..
Nedendir bilmem?
Sana deremediğim çiçekler bağrımda kurudu.
Vakitsiz kışlar geldi y/az-baharlarıma…
Yalnızlığın ayazı çullandı çığgın karlarıma,
Yandı-eridi içim/dışım dondu-üşüdü,.
Bir yanım d/ipsiz uçurum,
Dilimize 70'li yıllarda, daha çok belediye hizmetleri alanında girmiş iki sözcük arazöz ile vidanjör. İşlevsel açıdan birbirinin karşıtı olan Fransızca kökenli sözcüklerden arazöz suyu püskürtürken, vidanjör su vakumluyor. Yani arazöz bir çeşit itfaiye işlerinde, vidanjör ise kanalizasyon işlerinde kullanılan tanker araçlarıdır. Fakat öykümüzün yaşandığı yıllarda küçük dağ ilçesinde görev yapan Belediye Başkanı Çoban Mehmet ile şoförü Batakçı Mustafa’nın bu iki sözcükten haberleri yoktur.
Ormancının ormancı olduğu yıllarda bu küçük dağ ilçesine, Sarı Osman diye ünlenen bir Orman Müdürü atanır. Gel zaman git zaman kendini topluma sevdiren Sarı Osman’ın bir süre sonra siyasi nedenlerden tayini çıkarılır. Fakat herkese iktidar yanlısı siyasi görüşü olduğuna inandırdığı için bu tayin toplumda şaşkınlık ve kırgınlık yaratır. Hatta siyasi çevrede kızgınlığa bile dönüşmüştür.
Geçimini büyük ölçüde ormancılıkla sağlayan ilçe halkından gelen tepkiler her geçen gün büyüyerek infial haline dönüşmüştür. Belediye Başkanı Çoban Mehmet de bu tepkileri duymazlıktan gelemez. Yetkili makamlara sitemde bulunmak ve tayini durdurmak amacıyla neler yapılabileceği konusunda acil bir toplantı yapmaya karar verir. Toplantıya ilçenin ileri gelenleri ve siyasiler çağırılır. Toplantı sonunda partinin tabelasının indirilmesi kararlaştırmıştır. Bunun anlamı yapılacak ilk seçimde iktidar partisine rey verilmeyecektir. Dahası muhalefet partisi desteklenecektir. Telefonla randevular alınır.
Başkan ve şoförü halktan aldığı bu koz ile Ankara’nın yolunu tutarlar. Durumdan haberdar olan partinin il başkanı üstlerini bilgilendirdiği için başkentte inanılmaz bir ilgiyle karşılaşmışlar ve şaşırmışlardır. Kendi seçim bölgesi milletvekilleriyle görüşmeler yaparak başlarlar işe…Sırasıyla Adalet, Tarım, Milli Eğitim, Sağlık ve İçişleri bakanlarıyla ilçenin kaderini değiştirecek kazanımlar getiren görüşmeler yapılmış ama hepsi de Orman Müdürünün tayini konusunda yardımcı olamayacaklarını söylemişlerdir. Adalet bakanından adliye sarayı, bir hakim ile bir savcı, Tarım Bakanından kooperatif binası ile bir müdür, Milli Eğitim Bakanından her köye bir öğretmen ve ilçeye bir lise, Sağlık Bakanından Devlet Hastanesi ve bir hekim, İç işleri Bakanından da maiyet memurunun yerine bir kaymakam sözü alarak ayrılırlar. Başkan ve şoförü çok mutlu olmuşlardır olmasına da asıl Ankara’ya geliş amaçları olan Sarı Osman’ın tayininin durdurulması konusunda hiçbir gelişme yoktur.
Randevu alamadıkları için Orman Bakanı ile görüşemezler ama bir yolunu bulup Başbakan’ın makamına ulaşırlar.
Önlerinde Başbakan ile görüşmek için bekleyen Kırıkkale, Tarsus, Osmaniye, Yalova, İnegöl gibi bir çok büyük ilçe olmasına rağmen, aradan çıkarıverelim düşüncesiyle hiç bekletilmeden huzura kabul edilirler. Başbakan’ın yanında Sanayi Bakanı da bulunmaktadır. Kısa bir hal hatır söyleşisinden sonra Başkan ilçesi için verilen sözleri anlatır. Başbakan bu yatırım sözlerini onaylar bir ifadeyle başını sallamaktadır. Tam Orman Müdürünün tayininden söz edecektir ki, durumu kavrayan Başbakan sanayi bakanından ne istediklerini sorar. Bu duruma çok şaşıran ve bir sanayi bakanından küçük bir ilçeye ne isteyeceğini bilemeyen Çoban Mehmet bir an kapıda iki eli göbeğinde bağlı olarak bekleyen şoförüyle göz göze gelir.
Otuz beşinde olmasına karşın ellisinde gösteren kadının, ürkek ve kaçak bakışlarında suç işlemiş insanların ezikliğini görebilirdiniz. Tüm yaşamını toprak işleriyle geçiren bu insan, hiç cımbız görmemiş gür kaşları, yüzündeki derin çatlaklar ve nasırlı elleriyle kadından çok erkeksi bir portre çiziyordu.
O gün tarla işlerini bitirip de yorgun ve bitkin bir şekilde eve geldiğinde çocuklarından daha bir önemle ilgilenmesi gereken koyun, keçi ve ineklerin bakımını yapmalıydı. Fakat cinsel organında inanılmaz bir acı ve yanma ile kıvranmaya başladı. Buna pek şaşırmamıştı. Çünkü ara sıra bu türden sıkıntıları oluyordu. Fakat bu seferki biraz daha şiddetliydi. Belki de ilk kez gece olup da yatağa girince kadınlık görevini yerine getiremeyecekti. Bu çok büyük bir felaketti onun için. Maazallah kocası kahveden eve gelince bu durumu görür de kapının önüne koyuverirse ne yapardı sonra? Nereye giderdi? Kim bir lokma ekmek verirdi?
Rahatsızlığını söylememeliydi kocasına. Dayanabildiği kadar dayanmalıydı buna. Acılarla kıvranarak sırasıyla koyun, keçi ve inekleri yemledi, sütlerini sağdı. Bir dert ortağı vardı kadının. Bu montafon cinsi inekten başkası değildi. Ona kara kız diye seslenirdi. O gün de bütün yakınmalarını Kara Kız’a anlattı. Biraz rahatlamıştı sanki.
Ahırdaki işlerini tamamlayıp, evine geldi. Onu aç çocukları bekliyordu. Ne bulduysa yemek hazırladı onlara. Henüz beş aylık son çocuğunun altını değiştirdi, emzirdi. Acıları ise artarak devam ediyordu.
Bir köşede kıvrılıp yatmış, biraz dinlenecekti ki kocasının haykırışıyla uyandı. Eve arkadaşlarıyla gelen kocası oldukça sarhoştu. Evin ayrı bir odasına girdiler. Kadın son gücünü harcayarak onlara meze hazırladı. Masalarını düzenledi. Adam kapının önünden ayrılmamasını, seslendiğinde hemen gelmesi gerektiğini tembihlemişti. Uzun sürecek bir gecenin sabahında yine tarla işleri, akşamında yine hayvanların bakımı, çocuklar ve kocası. Bunları düşünmenin usancında ağrılarının ara vermesinden fırsatla kapının dibinde uyuyakalmıştı.
Kocasının sağ böbreğine vurduğu tekmeyle uyandı. Kocası öfkeyle bağırıyordu. “Ben sana kapıda uyu mu dedim? Çabuk mezeleri tazele! ..Su getir bize! ..”Kadın daha fazla dayanamadı bu işkenceye. İstenilenleri yerine getirmek için tam ayağa kalkacaktı ki; başı dönmeye, gözleri kararmaya başladı. Acıyla inledi bir an. Ateşler içindeydi. Birden içine bir serinlik düştü. Olduğu yere yığılıvermişti.
Bilirim bu aralar
Yeni açmış ıhlamur çiçeği gibisindir.
Buğday tenlim! ..
Şimdi sen:
Bulutun en beyazını giysen,
Sevmezsen sevme,
Gelmezsen gelme demiştim öfkeyle.
Ama sevme diyorsam sev,
Gelme diyorsam, gel anla…
Me’lere takılma sen.
“Kuzu sesi” yazmaz mı sözlüklerde?
Sen olmayınca,
Gözüm gözüme şaşı…
Sesim dilime küs.
Aklım erdiğine hükümdar olurken,
Gönlüm fermanımı dinlemez.
Allah’ı ve Melekleri..
Kader ile Ahireti..
Kitabıyla Peygamberi,
Bilerek yaşamalıyız.
Kelime-i şehadetsiz..
Nahiyenin ileri gelenleri bol güneşli bir pazar günü yürüyüşe çıkarlar. Belediye başkanı Atila bey, Ortaokul Müdürü Ahmet bey, Muhasip Turan bey, Muhtar Bıyıklı Ramazan, Bakkal Gobülcü Mehmet ve Kasap Muzaffer'den oluşan gurup nahiyenin bir kilometre dışında bulunan Ese Pınarına geldiklerinde bir süre mola vermeyi kararlaştırırlar.
Muhtar Ramazan'a Bıyıklı denmesinin nedeni sıhhiye olarak askerlik yaptıktan sonra köyüne bıyıklı dönmesidir. Bakkal Mehmet'e ise patatesi çok sevdiği için aynı anlama gelen Gobülcü lakabı takılmıştır. Ese Pınarı, içi oyuk ağaç yalaktan ibaret, eğreti bir sebilden başka bir şey değildir. Ama özellikle suyu lezzetli olduğundan yaz aylarında yoldan geçen herkesin mutlaka uğrak yeri olmaktadır.
Rakıyı çok seven ve her gittiği yere on'u yanından ayırmayan Muhasip Turan, o gün de ceketinin bir cebine leblebi, ötekine ise bir adet çay bardağı koymuştu. Pantolon kemerinin arkasına sokulmuş 70'lik bir şişe de yeni rakı bulunmaktaydı. Muhasip Turan gözlerinin içi parladığı halde yüksek sesle konuşmaya başlar.
-“Evet, beyler! Ese pınarı dinlenme tesislerine hoş geldiniz! Bugün eşantiyon mönümüzde çay bulunmadığından onun yerine leblebi ile rakı ikramı yapılacaktır! Afiyet olsun efendim! ” diyerek çay bardağının yarısına rakı koyarak üstünü su ile tamamlar ve protokol gereği olsa gerek, Belediye Başkanı Atila'ya uzatır. Yalağın her yanı hayvan pisliği olduğundan leblebileri koyacak yer bulamaz. Yeni buluş yapmış bilim adamı edasıyla hınzır gülümseyerek leblebileri su dolu yalağın içine döküverir. Bu muzipliği çok ilginç ve hoş bulan ekabir uzun uzun kahkahalar atar. Ve rakı ikramı turları başlamıştır. Sırasıyla Belediye Başkanı, Okul Müdürü, Muhtar… Böyle devam edip giderken yolun karşı tarafından kışlık yakacağını hazırlayan Fatma isimli yaşlı bir köylü kadın sırtında topladığı çırpılarla oradan geçmektedir.
Ne olduysa bundan sonra olmuştur. Kadın merakla su başında yalağa eğilenlerin kimler olduğunu anlamaya çalışır bir süre. Sonunda birkaçını tanımayı başarmıştır. Şaşkınlıktan açık kalan ağzını eliyle kapatarak daha seri adımlarla nahiyenin yolunu tutar. Evine geldiğinde kazak ören mahalleli kadınlarla karşılaşır. Kadınlardan bir tanesi –“Hayrola Fatma Nine! ...Ne bu halin? Şeytan Çarpmış gibi selamsız geçiverdin yanımızdan? ” diye sorunca, Fatma Kadın sırtındaki çırpıları yere bırakarak: -“ Evet, tam üstüne bastın. Çek ayağını oradan. Evet beni şeytan çarptı biraz evvel. Hatta şeytan çarpsa daha iyiydi.” deyince çok meraklanan kadınlar Fatma kadının etrafında daire oluştururlar.
Fatma Kadın gördüklerini anlatmaya başlar. –“Gördüklerime hala inanamıyorum. Kıyamet yakınlaştı a dostlar. Nahiyemizin büyükbaşları toplanmışlar. Sırayla Ese pınarı yalağından su içiyorlardı.” Buna hiç şaşırmayan kadınlar, ne var bunda bu kadar şaşılacak? Büyükbaş elbet yalaktan su içecek. Bardaktan içecek değil ya, diye konuşarak dağılmaya başlarlar ki; buna sinirlenen Fatma Kadın sesini yükselterek,-“Büyükbaş dediysem inekleri kastetmedim. Nahiyenin bakkalı, kasabı, müdürü, muhtarı, muhasibi, reisi, deyyusu tekmil oradaydı…
Hava zıpkın gibi ayaz.
Bağrımı deler geçer.
Yerde yığınla kar.
Üstelik dağ başındayız.
Daha ne olsun?
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!