Dizimizin ilk yazısında romanın Türk edebiyatına girişinden kısaca bahsetmiş, Sanayi Devrimi, 20. yüzyıldaki hızlı bilimsel gelişmeler ve iki dünya savaşının dünya edebiyatı üzerindeki etkisine çok kısaca değinmiştik. 19. yüzyılda doruk noktasına ulaşan geleneksel-gerçekçi roman anlayışı, 20. yüzyılda da egemenliğini devam ettirmiş fakat 20. yüzyılın ikinci yarısında yeni bir roman anlayışı filizlenmeye başlamıştı. “James Joyce, Virginia Woolf, Marcel Proust, William Faulkner, Franz Kafka gibi yazarların öncülük ettiği bu yeni roman anlayışı, modernleşme süreci içerisinde meydana gelen bilimsel, teknolojik gelişmeler ve bunların topluma yansımasıyla birebir ilişki içindeydi.”(1)
İşte bu yeni yeni filizlenmeye başlayan roman anlayışı, “modernist roman” anlayışının ta kendisiydi. Ruhi İnan* bu dönemdeki değişmeleri ve modernist romanın nasıl doğduğunu, nasıl öne çıkmaya başladığını şöyle belirtiyordu:
“Bu değişimler, 19. yüzyılda materyalist ve pozitivist dünya görüşüne dayanan sanat ve edebiyat anlayışının da yıkımı olmuştur. Gerçekliğin tartışılır hâle geldiği bu dönemde M. Proust, H. James ve J. Conrad gibi yazarlar geleneksel roman yapısının yerine, adına ‘modernist roman’ dedikleri anlayışı yerleştirmişlerdir. Geleneksel natüralist romanın üç ögesi olan; olay örgüsü, karakter, mekân modernist romanda önemini yitirmiş, o güne kadar roman sanatında öncelikli olmayan ve bilinçli olarak kullanılmayan simge, imge, ritim ve bakış açısı gibi ögeler roman sanatında öne çıkmaya başlamıştır…”
* * * * *
Biz, Oğuz Atay ve Tutunamayanlar’ı ortaya koyup anlatmadan ve tartışmadan önce, romanın batıda nasıl doğup geliştiğini, Türk edebiyatına romanın nasıl ve hangi koşullarda girdiğini ve edebiyatımıza giren romanın klasik Osmanlı yazınını oluşturan mesnevilerin yerini nasıl aldığını belirtmeyi gerekli görüyoruz.
Mavi gözlerinde dağılıyordu Bulutlar...
Yine uykusuz bir gece geçirdiğin belliydi
Seyrelmiş sarı saçların dik yamaçlardaki...
Münevver gibi...
Düşmüştü tepelere
Yazık ki gençliğimiz varmış elimizde.
O yanan ateş gözlerimizde, tenimizde
Hicran sel olup, kötülükler akarken çeşmelerde…
Gençlik varmış yaşanası ellerimizde…
Ne deli bir şairin kadehinde şarap
Damaklarındaki tat
N ölü bir ressamın tablosundaki hayat
Ne de bir hattatın defterine işlediği hat hat!
Yetmeyecek beni anlatmaya
Çünkü bugün…
Pembe çatılı evlerin
eflatun gözlü kızları
balıksırtı örülmüş
henüz nemli saçlarıyla
iğ atlıyor boşlukta
çocukluğuma...
Ete, kemiğe bürünüşlerim...
Toprak ana var her bir kıvrımımda
Her bir ayrıntıda gizlenmiş
Ve ben hamileyim, içim sevgi dolu
İçime Bin sekiz yüzlü yılların,
O loş, o aydınlık günleri eklenmiş...
Açık pencerem…
Ardına kadar…
Açık perdem…
Ve umutlarım bu bahar…
Yeşermeye yüz tuttu…
I
Prozodi hatalı şarkım
Dudaklarımdan dökülürken
Dalgaların, sırtına vuran şavk...
Güneşin kızıllığını, çoktan sömürmüştür.
Koynumuzda bir kelebek cesedi
Göğüs kıllarına yapışmış gecenin
Bir dudak yuvarlanmış hoyratça...
Esmek için karanlığa
Mavilikler varsa hâlâ
Bu sahilden…
El ayak çekildiği zaman
Dalgalar usanmaya başladığında…
Tokatladığı kayalıkları…
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!