Mutluluk ormanının derinliklerinde, huzur ve mutlu isimli iki yol ayırımının kesiştiği noktada, yedi kandili içinde taşıyan, cezve şeklinde yıldız kümesi varmış. Bu yıldız kümesi tüm canlı ve cansız varlıkları farkındalığa ulaştırırmış. En çok değer verdiği ise sonbahar da bağbozumu yaşadığında topladığı yıldız değerleri yaprak sepetinin içine yerleştirmekmiş. Yerleştirme sebebi ise katkı sağlamakmış. Yeşil kelebek yardımsever ve paylaşımcıymış.
Yeşil kelebek farkındalık için seyahatteymiş. Kozasından çıktıktan sonra, değişim ve gelişimini tamamlayabilmek için, fedakarlıkta bulunmuş, özverili davranmış. Birliktelik için uzak diyarlara da gidebiliyormuş. Fakat elinde kalan hep sıfır rakamıymış.
Mavi Kelebeğin misyonu değişimci düşünüş tarzı ile canlıları özgürleştirirmiş. Her özgürleşene küçük sözler ile ay dede hediye edermiş.
Haykır Hayata Olduğunca...
Asla Vaz geçme! ... Tekrarla...
Yarın « Benim » Diyen Sesi Duyduğunda...
Al Ve Tut Eksik Yanlarını Avuçlarında...
Tüm Korkularını Benimse...
Amacını Belirle...Aşkın Doğduğu Yerde...
Bir varmış, bir yokmuş uzak bir diyarda, bir kalenin tepesinde “ Hayal” adı altında bir cafe varmış. Tepeden bakıldığında, sonsuz maviliğin gizemi ve huzur veren yeşilin saf dokunuşları ile yeşil ve mavi notalar üzerinde yaşama dair sevgi bestelermiş.
Kuş sesleri, karıncalar, sivrisineklerin vızıltısı, ağustos böcekleri, yaprak sepetinin hışırtısı, balık kılçıklarına gelen arılar, ay adamın on dördüncü gecesi bu kalede bir başka saz eseri sunarmış, insanların hüzünlü bakışlarına, sevinç naraları atarmış. Ruhlarına… Bedenlerine… Zihinlerine…
Hayal Cafe aslında üç çocuğun geleceği için kurulmuş… İkisi gerçek, biri hayal.
Özgürlük”
Seni içime sakladım. Başkaları şeffaflığını görmesin diye…
İçindeki duygularda saklıydı tembelliklerin…Gizemin… Her seferinde kendini suçlardın ölesiye… O kadar anlamsızdı ki düşüncelerin… Sana dokunsam, sana sarılmak istesem, sanırdın ki! ... elinden bir şeyler kaybolacak… düşecek yıldızın…nazar değecek. Güneşine…Ay, parlamayacak eskisi gibi...
Ansızın çıka gelen bir eve misafir isen…
İlgili olmalısın hem kendin ile, hem evin ile…
Laz, Çerkez, Kürt, Türk ayırtmaksızın evlendiğin ile…
El ele ver… koş
dostluğa…barışa…birlikteliğe….
Sine-i gönül’e değen, yağmur olsam.
Olup da gelsem, aşık bir can-a konsam.
Zahmeti bir hoş, sofranda ağırlansam.
Özveri çiçeğine konup, renklensem…
…
Karar fırtınası gemileri ile okyanusları aşıp, kültürümüzdeki kişilik ve karakter balıklarımız “SAVAŞ GEMİSİ ve “ GEZİ MOTORU” ile içimizdeki bulunan olumsuz ve olumlu mürettebat ile “ HIRS ÇAMURU”, “KUŞKU DERESİ”, “ÖRÜMCEK AĞI” kültür ve değerlerini bulabilmeleri için “İLK ADIM” yolunda ilerlemektedirler.
Her güneşin doğuşunu izlerken, dilekleri her an için geleceğe dönüktür. Geleceği hayal etmeyi sağlamak ve ilk adım için “HIRS ÇAMURU” adındaki kayanın zirvesine çıkmak ve burada “ GÜÇ, YÜKSEK PERFORMANS,KAZANÇ” sağlamak ve insanlarla dikkat çekici olaylarla yüz yüze gelerek iletişim kurma yolunda ilerlemektir ki bu geçmişin sesidir…
Geçmişin sorumsuzluğu, “YIKICILIK, İKİYÜZLÜLÜK, BENCİLLİK, YALAN, ZAYIF NOKTALAR” beşlisinden oluşur ki “AYNA” NIN bu tarafı devdir. Ve bu beşli içerisini barındıran kendince kuvvetlendiren eksi değerlerimiz aptallık, üstünlük, kararsızlık, iradesizlik adında kangren hastalığıdır… En büyük korkusu “KENDİNİ SUÇLAMA” Özgürlük korkusudur… Her an “savaş gemisi” ve kendisiyle seyahattedirler…
Amacın varsa yok olup gitme
Yaşam güzel sakın terk etme
Yavrum, canım oğlum...Doğdun acılarla, Rabbim nasılda sığdırmış onca çileyi...Ben de isterdim koşup oynamanı, sende isterdin. Nasıl mutlu olurdun. Kim bilir her topu yakalayışında, her adım atışında, kadife sesinde söylediğin her şarkı sözü, her mırıltı, nasılda mutlu ederdi beni? ...Sende mutlu olurdun. Benim gülümsediğimi görerek, kaç kere söylerdin. “Anne,Baba” kelimelerini bir gün içinde. Kaç kere ağlardın. Sürekli ağlardın sesini duyurmak için bizlere hatırlamıyorum... Ama, kollarını bana her uzatışında, elini öpmen için verdiğinde, sesini duyurmaya çalıştığında, nasılda mest ederdin beni... Binlerce kelimenin dürüldüğünü, bakışlarınla anlatırdın. Bana kendi dünyanın hayallerini, isteklerini... Canımsın! ...Sen benim! ... Sevgili Çocuğumsun! ...Seninle ne kadar çok acıyı paylaştık. Bilir misin? ...Hastaneler evimiz olmuştu. Hâni, olsun. Seninleydik ya... Seni seviyorum yavrum. Her hâlinle seviyorum. İşte, senin teninde duyduğun acıları ben yüreğimin derinliklerine gizledim. Bir kor ateş ki yanar yüreğim. Sana batırılan her iğne, benim yüreğime batırıldı. Canının yanmasını ister miyim ben senin? ...Senin canının yanması benim dünyamın kararması idi.... Senin çektikleri
ni bir ben bilirim... Benim acılarımı da sen... Ah! ... Yavrum herkeste olanlar sende yoktu. Ama, kimsede olmayan bir şey vardı. Sende...Göz yaşlarımı okurdun sen. Ellerdin düşüncelerimi. Yüreğim ağlardı. Yüreğine yol açardı. Göz yaşlarım. Saçlarını okşardım. Dudaklarını büzer, elimi başına götürür. Defalarca öperdin. Yanaklarımdan, Ama, günler çabuk geçiyor, yavrum. Benim bütün çabam senin iyiliğin içindi. Seni biraz daha hayâta bağlamak ve güzellikler sunmak için...Çiçek oğlum...Benim...Sana sarılmak, bağrıma basmak istiyorum. Seninle yaşayacak güzel günlerin özlemini çekiyorum.
Türkiye Gazetesi, 14 Kasım 1999/ Pazar
Gece,
Yolculuğa çıktım. Bavuluma terliklerimi, çoraplarımı ve kırmızı elbisemi ve siyah ayakkabılarımı da yerleştirdim. Sonra bindiğim taksiye beni havaalanına götürmesini istedim. Şoför aynadan dikizliyordu beni. Rahatsız oldum. Gözlerinin üzerine maske takmıştı. Maskeli baloya gidiyormuş gibi giyinmişti. Bende rahatsızlık duyduğum maskeli adamdan kaçarcasına yan camdan dışarıyı izliyordum. Gidiyordum.Ve gece sokak lambalarının ışıltısı altında mehtaplı bir günün akşamı yolculuk kararı vermiştim. Ağaçlar bir insan siluetinde sırıtıyorlardı bana...
Maskeli adam bana dönerek:
- “Yolculuğunuz ne tarafa hanımefendi.” Dedi.
Kadın, Ud taksimini dinlerken, kendini unutmuş, O toz pembe aleme dalmıştı. Onca el değmemiş, sevgi dolu, soylu, ahlaki düşünceyi uyandıran ümit ve arzu dolu yıllarına uçuvermişti. Onu yakalamak için özlem ve merak dolu yılların derinliklerine dalmıştı. Dudaklarındaki tebessüm, kırmızı bir gülü andırıyordu. Müziğin ahengi ile dağlarda, ovalarda, nehirlerdeki türküleri duydu. Ninni gibi gelmişti. Göz pınarlarından akan inci deneleri, notalar üzerinde tango yapmaya başladı.
Udi Edip Erdem tellere vurdukça mest oldu. Nefesi kesildi. Kalbi çarptı. Dili tutuldu. Bir iç geçirdikten sonra uyudu. Seher vakti, ezan seslerine karışmış bir ağlama sesiyle silkindi. Camii avlusunda terkedilmiş gibi hissetti kendini... Anne, kucağına hasret, vücudu üşümüş, açlıktan nefesi kokmuştu. Bu sevgiye muhtaç bedeni aldı. Bağrına bastı. Ninni söyledi. Gökte denizi, yerde yıldızı görmek, gökkuşağını andıran kelebeklerle yarışmak, arılarla kovam kovan dolaşmak, güneşin her doğuşu ve batışında ateş böceğiyle dertleşmek, bir çiçeğe renk vermek, büyümesi için güneşten ve topraktan aldığı gıdayla beslemek sonra, iklim iklim bir daldan öteki dala fırlatmak mıdır sevgi... Bilir misin? ...Sana insânî duyguları hatırlatabilir sevgi...Bir çiçeği ezmemeği, yeşili hissetmeyi, mavi ile yaşamayı, emeği öğretir sevgi... İnsân isek her çeşit acıyı paylaşmayı yüreğimizin derinliklerinde korkarak sakladığımız, iyiliklerimizi, güzelliklerimizin sıcaklığını, özlem ve gerçeği, duygu ile mantığı karıştırmamaktır. Hüzün ve mutluluk gözyaşları ile ânı insân gibi yaşayabilmek, yaşatabilmek, sevgi taşıyıp aşılayabilmektir. Sevgi, duygular ve düşünceler ile raks etmek doğumdan ölüme kadar yaşamayı bilmektir.
Türkiye Gazetesi, 19 Aralık 1999/ Pazar
Meyve veren ağaç taşlanır devam edin.