Yaşamı güzel fakat zor kılan, basitlikteki derinliği algılama çabasıdır. Bu süreç oldukça meşakkatlidir. Bu çabanın dışında kalanlarsa farklı canlı türleridir.
Tavus kuşu, övüngenlik denen kötü huya diğer hayvanlardan daha yatkındır çünkü hep kuyruğunun güzelliğini seyreder. Kuyruğunu tekerlek biçiminde açar ve ötüşüyle çevresindeki hayvanların bakışını üzerine çeker. Ve bu kötü huylar içerisinde alt edilmesi en zor olandır. (Leonardo Da Vinci)
Bilgi fazlalığı yorgunluk toplumu doğurur. Çelişkili verilere sürekli maruz kalma bireylerde bir yönelim kaybına sebep olur. Bilgi seli, aydınlatmak yerine bireyleri gerçekle sahteyi ayırt edemez hale getirir. Birey bir aşırılık ve boşluk paradoksuna düşer. (Byung Chul Han-Şeffaflık toplumu)
Kanunlar gibi etik değerler de sürekli olarak gözden geçirilmelidir. Dikkatli ve tarafsız hiçbir gözlemci buna karşı çıkmaz. Doğru ve yanlışa dair ilkelerin ebedi ve değişmez olduğu görüşü eskidir ve artık geçerli değildir. Tıpkı fiziki dünya gibi ahlaki dünya da sonu gelmez değişim kanunlarından muaf değildir. Yalnızca farklı ülkelerde yaşayan farklı halklar değil, aynı ülkede farklı çağlarda yaşayan aynı halklar da etik düşünce ve uygulamalarda değişime uğrarlar. Antropoloji, sosyoloji ve arkeoloji ilminden bihaber olanlar, kendi içlerinde yaşadıkları toplumun ahlaki yapısını ve geleneklerini yeryüzünün yegane gerçeği zannederler. (James George Frazer-Tabu)
Sükunet tamlığın içindedir. Tamlığın yansımasıdır. Her inilti, her aksiyon, her söz, her itiraz bir eksikliğin dışavurumudur. Tamlığa giden yolun insan için ucu bucağı yoktur. Yoldan çıkmış olanın ise hissettiği ancak anlamsız bir boşluktur. Tutarsızlığın, çelişkinin kronik yorgunluğudur.
Çağlar öncesinin insanı her gördüğüne anlam yüklemiştir çünkü evrende boşluk yoktur. Her boşluk gibi her beyin de mutlaka düşüncelerle, anlamlarla, hayallerle doldurulurdu. Söz gelimi güneş ışınlarını görünce insanlar buna ne demiştir? Apollonun okları… İnsan vücudunda canlılık organı kalpti. Dünyanın canlılığını sağlayan da güneş ışığıydı. Bunun için bazı kabileler özel ritüellerle bazı insanların kalbini canlı canlı söküp güneş tanrısına armağan etmekteydi.
Aşkla isteyelim. Onun bizi istila etmesine izin verelim. Tüm bu anlamsızlığın içinde bir anlam inşa etmenin tek yolu aşk olarak sunulur kadının ışığında! (Aristophanes)
Zamanı ölçmek, düzenlemek ve anlamlandırmak insanın kaosa karşı geliştirdiği bir savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma aynı zamanda insanın yarattığı yanılsamaların içinde kaybolmasına da neden olur. Zaman sadece ölçüm aracı değil insanın varoluşsal kaygılarının da bir dışavurumudur. Zamanın dilimlenmesi insanın sonsuzluğu kavrayamayacağı gerçeğini gizlemek için geliştirdiği bir yanılsamadır. Bu yanılsama aynı zamanda insanın trajedisinin de parçasıdır. (Umberto Eco)
İnatçı ve mücadeleci ruhlar, kendi özgünlüklerinin farkında olan, bunu açığa çıkarmak isteyen, kendi iç dünyasını en uygun şekilde kurmanın, kendi ideallerini yaratmanın derdine düşmüş olanlardır. Bu kişilerin siyasi oyunlarla, güçle ve parayla doğrudan işi yoktur. Bunlarla kandırılamaz. Para, güç ve otorite ile ilgili bir hırsı olanlar ise iç dünyalarını kuramadıklarından bunlara yönelirler. Hasta ruhlar içlerini sahte materyallerle doldururlar. Hasta ruhlar kaybeden ve kaybettirendir.
İnsanlar kendilerini tanımazlarsa insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı da ortaya çıkmaz. (Jean Jack Rousseau-İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı)
Orta Çağ’ın başlarında Andreas Capellanus, Latince aşk anlamına gelen amor’u, ‘kanca’ anlamına gelen amus kelimesinden türetmişti: “Aşık olan, arzunun zincirlerine yakalanır ve kancasıyla başka birini yakalamak ister.” Bu Orta Çağ papazı “daha büyük bir azap yoktur” diyerek aşktan bir tür acı çekme olarak söz ederken diğer yandan şöyle devam etmişti: “Ah, insanı bu kadar çok erdemle parlatan ve kim olursa olsun herkese pek çok güzel karakter özelliği öğreten aşk ne harika bir şeydir!”4 Binlerce yıldır aşktan bahsederken bu yerme ve övme hiç değişmedi. Ancak aşkı basitçe onaylamak ya da reddetmek ya da aşkı muhteşem bir mucize olarak övmek veya zararlı bir bela olarak yermek yerine ‘Aşk nedir?’ diye sorulduğunda durum çok daha karmaşık bir hal alacaktı: Birine göre aşktan bahsetmek teolojiden bahsetmektir, aşk bize tanrılar tarafından gönderilmiştir; bir başkasına göre aşk, birine aşık olmadan önce değeri kesin olarak anlaşılması gereken bir yatırımdır; bir üçüncüsüne göre aşk, partnerler arasındaki farklılıkları bir tür müzikal uyum içinde çözüme kavuşturan şeydir. Dördüncüsüne göre aşk, insanın diğer yarısını bulma ve onunla yeniden kaynaşma çabasıdır; beşincisine göre aşk, barışçıl ve adil, ılımlı, ölçülü ve aklıselimdir; altıncısına göre aşk, ölümlüler ve ölümsüzler arasında bir elçidir ve güzelliğe tapınmakla eşdeğerdir. Bu altı aşk görüşü, yani aşk hakkında farklı görüşlerin tümü Platon’un Sempozyum’unda bir araya gelir.(Jacques Lacan-Transference)
Zengin kesimde gösterişli ve mutlu görünen çiftler vardı. Bunlar enerjilerini aşka ve sevgiye değil, sevgiliyi oynamaya harcamaktaydı.(Marcel Proust-Kayıp zamanın izinde 5.Bölüm:Mahpus)
Az gelişmiş topluluklarda tarih ilmi kimsenin umurunda değildir. Analitik bir tarih anlayışından uzaktır bu tür topluluklar. Sadece destanlar, efsaneler ve büyük anlatılar üzerinden bir hafıza oluşturulması çabası vardır. Kısaca halkın aklının değil duygu ve hayal dünyasının harekete geçirildiğini görürüz.
Hesiodos’un eserlerine baktığımızda kendimizi adeta bir tiyatro sahnesinde oynanan bir oyunu izlerken buluruz. Kaostan kozmosa doğru esneyen o kocaman yarıktan düzenli evrene nasıl geçildiğini adım adım görürüz. Başlangıçta sahne bomboştur. Henüz hiçbir tanrı ve insan yoktur. Ne yunanlıların olimpos dini vardır ne de kahramanlar. Hesiodos eserlerinde kaostan sonra ortaya çıkan ikinci öğe Gaia’dır. Halk dilinde toprak anlamına da gelir. Gaia bir nevi toprak anadır. Gaia göğe ve yeraltına uzanırken zıtlıkları da beraberinde getirir. Karanlık ve aydınlık arasındaki gerilim de bu anlatıyla birlikte oluşur. Gaia kendi içinden Uranos’u çıkarır. Bu onun hem oğlu hem de eşidir.
Yüce tanrı size yaşamın biricik gönül çelme aracını, sevdayı bağışlamış! Buna şu kısacık ömrümüzün biricik eğlencesi olan tatlı sözlerle övmeyi eklemiş. Siz ise kalkıp buna kezzabı, tabancayı karıştırıyorsunuz! Tıpkı güzelim bir İspanya şarabına çamur katar gibi! (Guy de Maupassant-Bir zamanlar)
Geçmiş günlere inat taşıyordum sırtımda yükleri Olanca sabrımla, hayat ağacının dallarına tutunuyordum Gökyüzüne bakmak, o turuncu güneşe Yol bulmak gerek dedim kıvranan gönlüme Serseri kurşunlar gibi yağıyordu etraftan dertler Besleniyor, büyüyordu içimde yeni düşler Başarmaktan vazgeçmek, yaşamı seçmek sadece En büyük zevk, En gerçek tutku tanıtır kendini Varoluş içimi eritirken Yeni bir yere doğar insan büsbütün kurumuşken Çaresizlikten akan çarelerle kuruyordum hayatı İmkansızlıklarla dolduruyordum yemyeşil dünyayı O sevgiler şelale olup dökülmekte içime Bu nasıl bir cömertliktir düşünürken Yeni sevinçlere sarılıyordum Kaynağı bilinmeyen serin sular dolardı bilinmezliğe O bilinmezlik, kanatlanıp dalardı en derinime Şimdi bendim kaybolan, yok olan Yüzleşme devam ederdi her an! Artık bitmez bu serüven, anlamıştım Yolun varlığıydı aslolan
‘’İçtenliksizliğinizi suç olarak ileri sürmek istemiyorum. Lafın gelişi söyledim bunları. İnsanın içtenliksiz olması çok doğaldır. Onun yaratılışında vardır bu. Eğer tüm insanlar el birliği edip içten konuşmaya başlasalardı her şey tepetaklak olup güme giderdi.’’ Felsefe yapmak gibi bir isteği yoktu Sofia Petrovna’nın. Gene de konunun değişmesine memnun kalarak: ‘’Nasıl güme giderdi?’’ diye sordu. ‘’Çünkü içten olanlar yalnızca ilkel insanlarla hayvanlardır.'' (Anton Çehov-Mutsuzluk)
Nadir rastlanan bir güzelliği hep yanında görmek ister şair de filozof da, Güçlüyüm diyenin ruhu göç eder bilinmezliğe, dur diyemezsin bu gidişe hiçbir şekilde, Kalp de akıl da o güneşi tutmak ister, her akıntı uzaklaştırmasın diye! Paylaşılan sözler, gidilen yollar birleştirir en sapkın benlikleri! Düşünür savrulmak ister en derin alemlere, yeter ki yanında olsun nadir rastlanan sevgili! O parlak ışık gücüne güç katar ansızın, Kendini kaybetmesinde dahi sır vardır o an arayıcının. Ne aradığını, ne sorduğunu ancak yanındaki nadirle bilir. Çünkü o nadirin bakışları artık kendi algısı ile birdir.
Gençliğinle yaşlılığını kesin çizgilerle ayıramazsın. Akan hayatın içinde ikisi birbirine girer. İnsan iki tarafa da gelir gider. Sevdiğin zaman da yaşarsın benzerini. Karşında duranın aşkıyla karakterini ayrıştıramazsın. Bu iç içeliğin ömür boyu sürmesi kimini deli eder kimini asi!
Kendi hayatlarını ilgiye değer bulmayanlar, içlerindeki kapanmayan boşluğu starların hayatına dalarak kapatmaya çalışırlar. Medyanın her gün beslemeyi pek iyi bildiği tuhaflıklar karşısında büyülenmemiz, sıkıntılı bilincimizin meyvesidir. Durmaksızın haz peşinde koşmamız, bizi çevreleyen boşluk karşısındaki kaygımızı açıkça ortaya koyar. (Lars Svendsen)
Bütün vaktini yanlış birtakım tahminlerde bulunmakla geçiren kıskançlığın, gerçeği keşfetmeye gelince ne yoksul bir hayal gücü sergilediği şaşılacak şeydir. Sadece kazanmanın önemli olduğu iskambil oyunlarında ve savaşta blöfe karşı durabilsek de aşkın ve kıskançlığın, hele hele acının yarattığı koşullar çok farklıdır. Seni unutmaya çalışmak, tüm mevsimleri unutmak kadar zordu! (Marcel Proust)
Yaşamı güzel fakat zor kılan, basitlikteki derinliği algılama çabasıdır. Bu süreç oldukça meşakkatlidir. Bu çabanın dışında kalanlarsa farklı canlı türleridir.
İnsanların ruhunu öldürüyorlar ana. İşte asıl cinayet bu. (Maksim Gorki-Ana)
Tavus kuşu, övüngenlik denen kötü huya diğer hayvanlardan daha yatkındır çünkü hep kuyruğunun güzelliğini seyreder. Kuyruğunu tekerlek biçiminde açar ve ötüşüyle çevresindeki hayvanların bakışını üzerine çeker. Ve bu kötü huylar içerisinde alt edilmesi en zor olandır. (Leonardo Da Vinci)
Bilgi fazlalığı yorgunluk toplumu doğurur. Çelişkili verilere sürekli maruz kalma bireylerde bir yönelim kaybına sebep olur. Bilgi seli, aydınlatmak yerine bireyleri gerçekle sahteyi ayırt edemez hale getirir. Birey bir aşırılık ve boşluk paradoksuna düşer. (Byung Chul Han-Şeffaflık toplumu)
Suçluluk duygusuyla bağdaşmayan bir hayırseverlik, günümüzde yok gibi bir şey.
Hiç kimse ne istediğinizi sormazsa yıllar sonra ne istediğinizi siz de unutabilirsiniz.
Kanunlar gibi etik değerler de sürekli olarak gözden geçirilmelidir. Dikkatli ve tarafsız hiçbir gözlemci buna karşı çıkmaz. Doğru ve yanlışa dair ilkelerin ebedi ve değişmez olduğu görüşü eskidir ve artık geçerli değildir. Tıpkı fiziki dünya gibi ahlaki dünya da sonu gelmez değişim kanunlarından muaf değildir. Yalnızca farklı ülkelerde yaşayan farklı halklar değil, aynı ülkede farklı çağlarda yaşayan aynı halklar da etik düşünce ve uygulamalarda değişime uğrarlar. Antropoloji, sosyoloji ve arkeoloji ilminden bihaber olanlar, kendi içlerinde yaşadıkları toplumun ahlaki yapısını ve geleneklerini yeryüzünün yegane gerçeği zannederler. (James George Frazer-Tabu)
Sükunet tamlığın içindedir. Tamlığın yansımasıdır. Her inilti, her aksiyon, her söz, her itiraz bir eksikliğin dışavurumudur. Tamlığa giden yolun insan için ucu bucağı yoktur. Yoldan çıkmış olanın ise hissettiği ancak anlamsız bir boşluktur. Tutarsızlığın, çelişkinin kronik yorgunluğudur.
Çağlar öncesinin insanı her gördüğüne anlam yüklemiştir çünkü evrende boşluk yoktur. Her boşluk gibi her beyin de mutlaka düşüncelerle, anlamlarla, hayallerle doldurulurdu. Söz gelimi güneş ışınlarını görünce insanlar buna ne demiştir? Apollonun okları… İnsan vücudunda canlılık organı kalpti. Dünyanın canlılığını sağlayan da güneş ışığıydı. Bunun için bazı kabileler özel ritüellerle bazı insanların kalbini canlı canlı söküp güneş tanrısına armağan etmekteydi.
Aşkla isteyelim. Onun bizi istila etmesine izin verelim. Tüm bu anlamsızlığın içinde bir anlam inşa etmenin tek yolu aşk olarak sunulur kadının ışığında! (Aristophanes)
Zamanı ölçmek, düzenlemek ve anlamlandırmak insanın kaosa karşı geliştirdiği bir savunma mekanizmasıdır. Bu mekanizma aynı zamanda insanın yarattığı yanılsamaların içinde kaybolmasına da neden olur. Zaman sadece ölçüm aracı değil insanın varoluşsal kaygılarının da bir dışavurumudur. Zamanın dilimlenmesi insanın sonsuzluğu kavrayamayacağı gerçeğini gizlemek için geliştirdiği bir yanılsamadır. Bu yanılsama aynı zamanda insanın trajedisinin de parçasıdır. (Umberto Eco)
İnatçı ve mücadeleci ruhlar, kendi özgünlüklerinin farkında olan, bunu açığa çıkarmak isteyen, kendi iç dünyasını en uygun şekilde kurmanın, kendi ideallerini yaratmanın derdine düşmüş olanlardır. Bu kişilerin siyasi oyunlarla, güçle ve parayla doğrudan işi yoktur. Bunlarla kandırılamaz. Para, güç ve otorite ile ilgili bir hırsı olanlar ise iç dünyalarını kuramadıklarından bunlara yönelirler. Hasta ruhlar içlerini sahte materyallerle doldururlar. Hasta ruhlar kaybeden ve kaybettirendir.
İnsanlar kendilerini tanımazlarsa insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı da ortaya çıkmaz. (Jean Jack Rousseau-İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı)
Orta Çağ’ın başlarında Andreas Capellanus, Latince aşk anlamına gelen amor’u, ‘kanca’ anlamına gelen amus kelimesinden türetmişti: “Aşık olan, arzunun zincirlerine yakalanır ve kancasıyla başka birini yakalamak ister.” Bu Orta Çağ papazı “daha büyük bir azap yoktur” diyerek aşktan bir tür acı çekme olarak söz ederken diğer yandan şöyle devam etmişti: “Ah, insanı bu kadar çok erdemle parlatan ve kim olursa olsun herkese pek çok güzel karakter özelliği öğreten aşk ne harika bir şeydir!”4 Binlerce yıldır aşktan bahsederken bu yerme ve övme hiç değişmedi. Ancak aşkı basitçe onaylamak ya da reddetmek ya da aşkı muhteşem bir mucize olarak övmek veya zararlı bir bela olarak yermek yerine ‘Aşk nedir?’ diye sorulduğunda durum çok daha karmaşık bir hal alacaktı: Birine göre aşktan bahsetmek teolojiden bahsetmektir, aşk bize tanrılar tarafından gönderilmiştir; bir başkasına göre aşk, birine aşık olmadan önce değeri kesin olarak anlaşılması gereken bir yatırımdır; bir üçüncüsüne göre aşk, partnerler arasındaki farklılıkları bir tür müzikal uyum içinde çözüme kavuşturan şeydir. Dördüncüsüne göre aşk, insanın diğer yarısını bulma ve onunla yeniden kaynaşma çabasıdır; beşincisine göre aşk, barışçıl ve adil, ılımlı, ölçülü ve aklıselimdir; altıncısına göre aşk, ölümlüler ve ölümsüzler arasında bir elçidir ve güzelliğe tapınmakla eşdeğerdir. Bu altı aşk görüşü, yani aşk hakkında farklı görüşlerin tümü Platon’un Sempozyum’unda bir araya gelir.(Jacques Lacan-Transference)
Bedenden arınmış bir aşk yoktur. Kiminin hatası onu bedenin tamamen dışına çıkarmak, kimininki de onu bedenin içine hapsetmek.
Zengin kesimde gösterişli ve mutlu görünen çiftler vardı. Bunlar enerjilerini aşka ve sevgiye değil, sevgiliyi oynamaya harcamaktaydı.(Marcel Proust-Kayıp zamanın izinde 5.Bölüm:Mahpus)
Az gelişmiş topluluklarda tarih ilmi kimsenin umurunda değildir. Analitik bir tarih anlayışından uzaktır bu tür topluluklar. Sadece destanlar, efsaneler ve büyük anlatılar üzerinden bir hafıza oluşturulması çabası vardır. Kısaca halkın aklının değil duygu ve hayal dünyasının harekete geçirildiğini görürüz.
İnsan, kontrol kapasitesi gücünün çok altında olan bir varlıktır.
Hesiodos’un eserlerine baktığımızda kendimizi adeta bir tiyatro sahnesinde oynanan bir oyunu izlerken buluruz. Kaostan kozmosa doğru esneyen o kocaman yarıktan düzenli evrene nasıl geçildiğini adım adım görürüz. Başlangıçta sahne bomboştur. Henüz hiçbir tanrı ve insan yoktur. Ne yunanlıların olimpos dini vardır ne de kahramanlar. Hesiodos eserlerinde kaostan sonra ortaya çıkan ikinci öğe Gaia’dır. Halk dilinde toprak anlamına da gelir. Gaia bir nevi toprak anadır. Gaia göğe ve yeraltına uzanırken zıtlıkları da beraberinde getirir. Karanlık ve aydınlık arasındaki gerilim de bu anlatıyla birlikte oluşur. Gaia kendi içinden Uranos’u çıkarır. Bu onun hem oğlu hem de eşidir.
Yoksula yardım, yoksulun durumunun düzeltilmesi için değil yoksulun isyan etmemesi, toplumun başına sonradan bela olmaması içindir. (Georg Simmel)
Yüce tanrı size yaşamın biricik gönül çelme aracını, sevdayı bağışlamış! Buna şu kısacık ömrümüzün biricik eğlencesi olan tatlı sözlerle övmeyi eklemiş. Siz ise kalkıp buna kezzabı, tabancayı karıştırıyorsunuz! Tıpkı güzelim bir İspanya şarabına çamur katar gibi! (Guy de Maupassant-Bir zamanlar)
Geçmiş günlere inat taşıyordum sırtımda yükleri
Olanca sabrımla, hayat ağacının dallarına tutunuyordum
Gökyüzüne bakmak, o turuncu güneşe
Yol bulmak gerek dedim kıvranan gönlüme
Serseri kurşunlar gibi yağıyordu etraftan dertler
Besleniyor, büyüyordu içimde yeni düşler
Başarmaktan vazgeçmek, yaşamı seçmek sadece
En büyük zevk, En gerçek tutku tanıtır kendini
Varoluş içimi eritirken
Yeni bir yere doğar insan büsbütün kurumuşken
Çaresizlikten akan çarelerle kuruyordum hayatı
İmkansızlıklarla dolduruyordum yemyeşil dünyayı
O sevgiler şelale olup dökülmekte içime
Bu nasıl bir cömertliktir düşünürken
Yeni sevinçlere sarılıyordum
Kaynağı bilinmeyen serin sular dolardı bilinmezliğe
O bilinmezlik, kanatlanıp dalardı en derinime
Şimdi bendim kaybolan, yok olan
Yüzleşme devam ederdi her an!
Artık bitmez bu serüven, anlamıştım
Yolun varlığıydı aslolan
(Himself)
‘’İçtenliksizliğinizi suç olarak ileri sürmek istemiyorum. Lafın gelişi söyledim bunları. İnsanın içtenliksiz olması çok doğaldır. Onun yaratılışında vardır bu. Eğer tüm insanlar el birliği edip içten konuşmaya başlasalardı her şey tepetaklak olup güme giderdi.’’ Felsefe yapmak gibi bir isteği yoktu Sofia Petrovna’nın. Gene de konunun değişmesine memnun kalarak: ‘’Nasıl güme giderdi?’’ diye sordu. ‘’Çünkü içten olanlar yalnızca ilkel insanlarla hayvanlardır.'' (Anton Çehov-Mutsuzluk)
Yanı sıra: Doğru
Yanısıra: Yanlış
Nadir rastlanan bir güzelliği hep yanında görmek ister şair de filozof da, Güçlüyüm diyenin ruhu göç eder bilinmezliğe, dur diyemezsin bu gidişe hiçbir şekilde, Kalp de akıl da o güneşi tutmak ister, her akıntı uzaklaştırmasın diye! Paylaşılan sözler, gidilen yollar birleştirir en sapkın benlikleri! Düşünür savrulmak ister en derin alemlere, yeter ki yanında olsun nadir rastlanan sevgili! O parlak ışık gücüne güç katar ansızın, Kendini kaybetmesinde dahi sır vardır o an arayıcının. Ne aradığını, ne sorduğunu ancak yanındaki nadirle bilir. Çünkü o nadirin bakışları artık kendi algısı ile birdir.
Türkiye'de sosyolojinin kullanım biçimi, ütüyle tost yapmaya benzemektedir. (Besim Dellaloğlu)
Üretim ve tüketim çarkının bir parçasıyken özgür kalmak, değer üretmek ve değer üzerine düşünmek zordur.
Gençliğinle yaşlılığını kesin çizgilerle ayıramazsın. Akan hayatın içinde ikisi birbirine girer. İnsan iki tarafa da gelir gider. Sevdiğin zaman da yaşarsın benzerini. Karşında duranın aşkıyla karakterini ayrıştıramazsın. Bu iç içeliğin ömür boyu sürmesi kimini deli eder kimini asi!
Kendi hayatlarını ilgiye değer bulmayanlar, içlerindeki kapanmayan boşluğu starların hayatına dalarak kapatmaya çalışırlar. Medyanın her gün beslemeyi pek iyi bildiği tuhaflıklar karşısında büyülenmemiz, sıkıntılı bilincimizin meyvesidir. Durmaksızın haz peşinde koşmamız, bizi çevreleyen boşluk karşısındaki kaygımızı açıkça ortaya koyar. (Lars Svendsen)
Bütün vaktini yanlış birtakım tahminlerde bulunmakla geçiren kıskançlığın, gerçeği keşfetmeye gelince ne yoksul bir hayal gücü sergilediği şaşılacak şeydir. Sadece kazanmanın önemli olduğu iskambil oyunlarında ve savaşta blöfe karşı durabilsek de aşkın ve kıskançlığın, hele hele acının yarattığı koşullar çok farklıdır. Seni unutmaya çalışmak, tüm mevsimleri unutmak kadar zordu! (Marcel Proust)