Rüzgar boca etmiş şehre tüm nefretini
Güllelerden ağır yağmur damlaları düşmekte
Ufak bir nehir akar kaldırım kenarından
Bir karınca çırpınır durur o nehirde
Bir yaprak son nefesini verir
Sığınacak yer arar yavru bir kedi
Sen gibi olmasada başka ellerde de sürülür tarlalarım,kimseye kızamam elbet geçer sürgünlüğüm.Bir el belki bir gün çiğdem tohumlarından atar tarlama,gökyüzü duyar hasretliğimi başlar ağlamaya ve bir gecede açar adını taşıyan tohumlar mor beyaza boyanan tenimde.Gölgende serinler böcekler,bir günlük ömrünü dünden harcamaya razı kelebekler uçuşur,bir arı balına katar polenlerini ve dökülen yapraklarınla özün kalır senden geriye,beni kahreden toprağımı kabul etmeyen o vurdumduymaz,inatçı özün...Dört mevsim açıp solarken çiğdem çiçekleri,dört mevsimde üç yüz altmış beş gün ne açar ne de solar hasretliğim.Geçer günler; tükenmek bilmeyen,yüreğimi delen asitli özlemin kuraklaştırıp çatlatır topraklarımı ve hayat verecek bir tohumum kalmaz geriye.Yolunu şaşırmış bir arı geçer,son nefesini verir bir kelebek,bir böcek sığınacak gölge arar parelere bölünmüş bedenimde.Gün gelir dikenli tellerle sarılır etrafım; iki üç kepçe kazarken öldürür son umutlarımı ve betonlar döküp,demir çubuklar saplarlar yüreğime.Temel atma adı altında köklerini taşıyan temelimi delik deşik edip kat kat betonlara hapsederler.Çiğdem apartmanı derler bu beton yığınına ve bir kız çocuğu gözünü açar hastaneye yetişmeden kalıpların esir aldığı arsamda,onun da adını çiğdem koyarlar.Artık baba olan gençliğini arkasında bırakmış bir adam elinde toprağından koparılmış çiğdemlerle koşup gelir eşini kutlamaya.Gördün işte sen olmasan da,ne kadar sahte olsa da yaşıyor hala çiğdemler beton zırhına bürünmüş toprağımda.
Bazen diyorum ki; bir gün çıkıp gelsen bütün gemilerinle kuşatsan denizlerimi,işgal etsen her yanımı,savunmaya geçmeden sallasam beyaz bayrağı,görsen nasıl esir düştüğümü gözlerine,bir daha bakmasan yüzüme öylece sussan.Bense kimseye hissettirmeden verdiğin nefesi çeksem ciğerlerime.Beynimin en ücra köşelerindeki şarteller atsa kararsa gözlerim ve çıkıp gelsem kapına,tutsam ellerinden sonra delice koşsak tek kelime etmeden,dursak bir çiçekçinin yanında,o anda çiçeklerin nasıl solduğunu görsen ve otursak sahil kenarına...Hala konuşmasak içerken demli çayımızı,martılara simit atsak,dizlerimin üstüne çöküp kapansam ayaklarına öylece bakışsak,o taçlanmış alnının ortasına bir buse kondursam ve ayrılsak ama tek kelime konuşmasak.
Bazen diyorum ki uzaktan uzağa bağırsak; sen beni duymasan bense sana koşan ayaklarımı zincire vursam,ne sesin gelse ne kokun,gözlerinden uzak yaşasam bu kentte bir gün döneceğini bekleyerek.Kafa tutsam hayata,geceleri yastığıma sarılsam,konuşsam duvarlarla ama sen hiç olmasan,son nefesimi verene kadar kendimi avutsam.Derken bir tabut görüyorum caminin bahçesinde,etrafı kalabalık; siyahlar içinde insanlar,göğüslerinde bir resim,bir delikanlı bekliyor elleri tabutun üstünde,parmağında yüzük üstelik ben yaşlarında,duyuyorum ki yeni evlileri ayırmış ölüm,tükeniyor kelimeler o anda düşünüyorum ki ölüm uzaklıklardan daha beter.
Artık diyorum ki gelme sen; uzaktan uzağa seveyim,kapansın sana giden yollarım,düşlerimde kal,bedenimde kal,dışarıda yağmur var sızma yüreğimden,bilme seni sevdiğimi yaşarım tek başıma nasıl olsa herşeyin sonu varken...
Hiç kimse senin gibi bakmıyordu gözlerime
Ruhumdaki taş duvarlarda erirken tüm bakışlar
Senden kalanı arıyordum bedelli bedenlerde
Sevgi kıvamındaki o cevher işlenemiyordu yüreğimde
Bir usta daha gelmemişti bu sokağa sen gibi
Ve saklayıp,biriktirdiğim herkes bir tane sen edememişti...
Ayrıldık; bir buğdayın başaktan ayrılışı gibi değil bir kovanın çekirdeğiyle vedalaşması gibi.Önce cinsiyet ayırımı yaptılar peşine yediye böldüler yurdu,her bölgeye bir isim verip diğer bölgeyi düşman ilan ettiler.Sağ-sol diye taraflar yaratırken insanları zengin fakir diye sonu belli merdivenlere basamak yaptılar ve yüreği sevgi nedir bilmeyen doğuştan fakirleri o tahta sultan yaptılar.Yetti mi? O da yetmedi insanların sıcak yüreklerini birbirinden ayırmaya...Ve mezhepleri meze yaptılar nefislerinin masasında.Çok canlar yaktılar,bir çok canı hayatla sevdiği arasında barut yapıp o kovanın dip kısmına ansızın vuran iğne oldular ama özünde sevmek yatan yürekleri yine de ayıramadılar.Yüreği sıfır çekerken üstünde bol sıfırlar bulunan kağıt parçasına sahip olanı kocaman gösterip taparlarken o sıfata anlam veren en baştaki rakamları görmezden gelip yerden yere vurdular.Aslında insanları birbirine düşürüp kutuplaştırırken hem kendilerini hem de insanların güvenini sıfırladılar ama sevmenin din,dil,ırk gözetmeksizin doğuştan var olan iki el,iki ayak,iki göz gibi büyüyen gizli bir organ olduğunu hala anlayamadılar.Ey benim doğmadan ana rahminde sevgiyle beslenmiş insanım; sen ne kadar bu kutuplaşmalarda bir yana kayıp gitsende,göğüs kafesini oluşturan kaburgalarının koruduğu bir yumruk büyüklüğündeki kalbinin içinde her daim seninle büyüyen sevgiyi istesende yok edemezsin...
Bu sefer sorma bana neden gittiğimi
Sıkıca tutma ellerimden,ağlamaklı bakma
Sende biliyorsun nedensiz olmaz gidişler
Ama sorma bu sefer,bilme kaçış sebeplerimi...
Anlamaya çalış farzet ki güzel bir rüya
Ya da hep duyduğun,tanıdık bir şarkının
Bir mektup bekliyordum,bıkmadan usanmadan yazdığım onca mektup karşılığında tek kelimelik bir mektup.Oysa ne çok zarf almıştım ne çok kalem; bitmek tükenmek bilmeyen bir sevdayı yazabilmek için.Sayfalar dolusu yazmıştım,tam on iki sayfaya sığdırmıştım adını onikinci mektubumda.Her gözgöze geldiğimde bıyık altından gülüyordu posta kutusu.Yüzüncü mektuptan sonra kesmiştim umudumu,anlıyordum artık beni unuttuğunu,umursamadan geçiyordum posta kutusunun yanından hızlı adımlarla.Buğulu camların ardından geceyle yüzleşip derin ahların gölgesinde iç çekiyordum gizli gizli.
Bir sabah işe gitmek üzere çıktım evden ve gözgöze geldim kapının önünde postacıyla bir mektup uzattı hasretimi azad ettim o an beyaz zarfın şahitliğinde.Titriyordu ellerim; üstünde adını görünce tuzlu damlalar yakmaya başlamıştı yanaklarımı ve süzüldü zarfın üstüne,heyecanla hemen açtım zarfı.Nasıl da bilmişti gözyaşlarım düşeceği yeri çünkü ölüm gelmişti bir mektupla,heyecanla açtığım kendi mezarımdı oysa.Çöküp kalmıştım merdiven basamaklarına,tek bir kart çıkmıştı zarftan yüz mektup karşılığında.Adının yanında tanımadığım bir isim ve ortak bir dilek:''Bu mutlu günümüzde sizleri de aramızda görmekten mutluluk duyarız''.Yavaş yavaş düşerken başım,gözlerim bu dileğin altındaki tarihe takılıyordu on iki şubatla başlayıp devam eden o tarihe.Ne kadar hazin bir sondu benim için.Seni ilk tanıdığım ve bizim için ölümsüz olan bir günde beyazlar giyinip yürüyorduk tüm sevdiklerimizin içinde.Tek farkımız sen el bense omuzlar üstünde yol alıyordum kalabalığın gölgesinde.Üzerinde gelinliğinle attığın her adımda,kefenimin içinde taşınıyordum sevdiklerim tarafından adım adım mezarıma.Sana takılar takılırken,bana kürek kürek toprak takılıyordu.
Yarım kalan sigaramın dumanında son bir mektup yazdım sana; o cok beklediğim bir türlü gelmeyen tek kelimelik mektubun aynısından ama ne adresi ne de pulu yoktu bu mektubun.Çünkü bu mektup on iki şubatta doğup on iki şubatta can veren sevdanın elvedayla başlayıp üç noktayla son bulan tek kelimelik vasiyetiydi.
Her günün bir önemi vardı insan hayatında
Bu benim uğurlu sayım,falanca yaştayım
Kiminin doğum günü,kiminin tuttuğu yastı aslında
Yaşamsa yüz üzerinden puanlar dağıtıyordu insana
Günlerler yirmi dört saatle sınırlandırılıp bağlanmıştı
Altmışları topladığında önce dakika sonra saat
Ansızın çeker silahını gece
Ve doğrultur ilk gördüğüne
İlk gördüğüyse hep gündüz olur
Çarpar kurşunlar gündüzün göğsüne
Bir mermi peşine bir mermi daha
Gündüz hain bir pusuda vurulur
Ateş pahası saatler tükenirken odamda
Bir kalemin ucunda dönüyor dünyam
Umutsuz aşkların uçurumlarını çiziyorum geceye
Bağışla geç kalmışlığımı hayata...
Ceplerimde sahilden topladığım çakıl taşları
Sayıp sayıp bırakıyorum masaya
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!