Ezeldeki ruha
Dünyadaki ruhbana
Hangisi ateş?
Hangisi su? Bul, bana
Suyun, kırmızı mı?
Mavi mi?
Minik serçenin hayat yudumu
Yaprağına saklanmış
* -Sonsuzluğu üzerinde taşır gibisin
Yüreğini renginden almış,
* -Kokunu bahara mühürlemiş gibisin
Her nefesine saklanmış ruhu
Burada da, başka edebiyat sitelerinde de gözlemlediğim bir gerçek var: Kalemler esaret altında! Bu düşünceyle, içtenlikle kaleme aldığım yazımı sizlere sunuyorum.
Şiirin özüne ihanet edilmiştir. Artık şiir, anlamını bulduğu gönüllerde değil, birbirini besleyen sanal menfaat ilişkilerinde yaşamaktadır. Oysa şiir, çıkarın değil vicdanın, beklentinin değil ruhun sesidir. Şair, alkış uğruna değil, içindeki gerçeği duyurmak için yazar. Ama şimdi? Şiir, hakikatin parıltısından uzaklaştırılmış, kalemin ucuna bağlanmış bir ödül sistemiyle yönetilir olmuştur.
İnsan, Platon’un mağarasındaki gölgeler gibi, şiirin gerçeğini değil, sadece yankısını duymakta. Gölgelere tapar gibi, parlayan her kelimeyi şiir sanmakta. Ama sahte ışık, gerçeğin yerini ne zaman aldı? Ne zaman kelimeler, hak ettiği için değil, geri dönüş alacağı için alkışlandı? Şiirin kıymeti, ses çıkaranların sayısıyla ölçülür oldu. Oysa en derin dizeler, bazen fısıltıyla başlar.
Nietzsche’nin dediği gibi: “Hakikatin değeri düşmüşse, ona biçilen bedeli sorgulamak gerekir.” Bugün şiire biçilen değer, onu en çok alkışlayan ellerin sayısıyla ölçülüyor. O eller ki, karşılığını almadan kıpırdamayan, içtenliğin değil, karşılık bekleyen hesapçılığın elleri.
Şiirin gerçek okuru, kelimelerin içine sığınandır. O kelimeleri tüketmek için değil, onlarla var olmak için okuyandır. Ama şiir, özgürlük arayışındaki bir kuş gibi, altın kafeste süs eşyasına dönüştürülmüş. Oysa şiirin doğası, kafeslere sığmaz. Şiir, övgü için değil, hakikat için yaşar.
Rüzgârın, usulca dokundu kalbimin derinliklerine
Tıpkı çiy tanesinin, papatyanın tenine dokunduğu gibi
Açtırdı yapraklarımı gökyüzünün mavisine
Düşüyorsun çise gibi avuçlarıma
Ya, yağmazsan bir gün yüreğime
Rüzgârın, usulca dokundu kalbimin derinliklerine
Tıpkı çiy tanesinin, papatyanın tenine dokunduğu gibi
Açtırdı yapraklarımı gökyüzünün mavisine
Düşüyorsun çise gibi avuçlarıma
Ya, yağmazsan bir gün yüreğime
Söz taşları çarpıyordu gözlerime, saçıma, ellerime…
Ama ben yine de gittim
Hep gittim,
Her yanıma irili ufaklı söz taşları çarpıyor.
En çok da yüreğime vurup duruyorlar
Okul yolunda
Uçsuz bucaksız
şehirler okudum —
Hepsi gözlerimin bebeğiydi.
Işıklı yolları vardı
hep, karanlıkları aydınlatan.
Göğüs kafesindeki dünyanda,
Aklını fasıklığa tutsak etmişsin,
Bundandır;
Gönül gözünle göremediğin
ne güzel kabahatli ne de çirkin.
İkisi de senin şuyuun
Ey zaman,
Beni hangi sahipsiz hatıraya yazdın?
Hangi eksik hikâyenin ortasında bıraktın
Ki?
Renkleri hep birden sönmeye yüz tutmuş gündüzlerin,
Yıldızı gölgeli gecelerin.
Baharı arayan insan yağmurları başlasın,
Çiçekler sulh açıp, böcekler çanak tutsun düzene…
Tomurcuklu, damla damla yağsın toprağa,
Süslü böceğin kanatlarını yıkasın.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!