ALIŞVERİŞLERİNİ GİZLİ KAPIDA YAPMA SÜLEYMAN
Alışverişlerini gizli kapılar ardında
yap-ma
Süley-maaan
Belki sıram gelmişti
Bir gün bende öleceğim
Ama ölüm ne demek
Çocukken biliyordum
Gökyüzü oynaya oynaya geldi
Senin meclisine senin sohbetine geldi
GİTTİ
Dün gece gökyüzü seyre daldım
Ay bakıyordu
Yıldızlar bakıyordu
AVRUPA BİRLİĞİ VE ÖTEKİLEŞTİRME
Ötekileştirme insanın yapısında var. Nerede ve ne zaman bir fırsat bulsak hemen birilerini ötekileştirmeye bayılırız. Kendimizden fakir birini görsek ya da üstü başı kirli bir işçi, bir amele hemen ötekileştirmiyor muyuz?
Yıllar yılı Kürt vatandaşlarımız Kıro diye aşağılamadık mı? Yıllarca Romen vatandaşlarımızı Çingene diye aşağılamadık mı? Hala daha aynı yolda yürümüyor muyuz? Aynı hal ve minval üzere.
İşte Batı da aynı hal ve minval üzere bizi ötekileştiriyor. Önce biz Avrupa’ya işçi diye gittik. Batılı tarihi şuur altıyla biz davul zurnayla karşıladı. Ancak biz o Osmanlı değildik artık. O iman kuvveti ve ahlak timsali Osmanlı hayali ile bu gerçek örtüşmüyordu. Kısa zamanda aradaki farkı anladı batı. Ve bizi işte o gün ötekileştirmeye ve aşağılamaya başladı. O gün bu gündür aynı hal ve minval üzere bunu yapmaya devam ediyor.
Oysa asırlarca batı Osmanlı korkusuyla yaşadı. Anneler çocuklarını ‘Osmanlı geliyor’ diye korkutarak uyuttu. Dahası Osmanlı bir fermanıyla Avrupa’da olan her hadiseyi bertaraf edebiliyor, her türlü haksızlığı önleyebiliyordu. Kralları tahtından alaşağı ediyor, hanedanlıklara son veriyor, yeni hanedanlıklar tesis edebiliyordu.
BATININ GÖRÜNMEYEN YÜZÜ
Batılaşma 150 yılı aştı. Batıyı tanıma safhasını henüz idrak edemedik. Üstelik yanlış tanıdık ve aldandık. Batıyı doğru tanıma adına hiçbir şey yapamadık. Çünkü batı kendisini tam anlamıyla ve doğru tanımamızı istemiyor, buna hiçbir şekilde imkân vermediği gibi, elinden gelen tüm yolları kullanarak buna mani oluyor.
Bin bir maske takıyor batı bu baloda. Bize hiçbir zaman gerçek yüzünü göstermiyor. Bin bir surat O. Bir suratla tanınınca öbür suratını takınıyor. Aslında batının suratı da yok, maskeleri var. Bin bir maske batı. Yalanın, hilenin, aldatmanın vatanı batı. Ortaçağda tam bir Frankeştayn yurdu olan batı şimdi bu entrikacı yanını doğuya en çok da İslam dünyasına karşı kullanıyor.
Rönesans’ını İslam âlemine yaptığı Haçlı savaşları sonrası talan ettiği kütüphanelerden kaçırdığı kitaplarla yaptı batı. Bu artık belli. İslam âlemi hiçbir zaman batıyı aldatmadı, ona asla en ufak bir yalan söylemedi. Batı Kalkınma sırrını İslam biliminden aldığı halde hep inkâr etti, yalan söyledi, aldattı, kandırdı.
Batı İslam’dan aldığı bu bilim meyvesini onunla paylaşmadı. Batıyı hep kâfir diye hakir gören Osmanlı uzun yıllar bir elçi bile göndermedi. Yalnızca savaş söz konusu olduğunda savaş öncesi ve savaşsız sulh için elçiler gönderirdi. İlk defa 28. Mehmet Çelebi Fransa’ya elçi olarak gitti. Paris Sefaretnamesini yazdı. Bu kitapta anlattıklarına bakılırsa Mehmet Çelebi de aldatılan kurbanlardan Sadece Çelebi değil tüm Osmanlı’ydı Çelebi’nin şahsında aldatılan. Osmanlı’dan ziyade zavallı Osmanlı aydını, ve idarecisi. Ümera ve Ulema yani. Ulema yanı aydın, cemil Meriç’in tabiriyle intelijansiya zaten aldanmaya hazırdı.
41 ALTIN YIL
Arif Damar’ın marka tespiti ne kadar doğru. Evet, İmam Hatip Okulları bir markadır… Yarım asırlık bir marka. Ülke tarihine damgasını vuran bir marka. Bu ülkenin kurtuluş sembolü olan bir marka.
Bu ülke yıllar önce oryantalizmin hain planları sonucu yıkılan imparatorluğun son mirasçısı. Koca bir imparatorluktan küçük bir vatan parçasına sığınan İslam’ın son temsilcisi olan devleti aliye: yüce devleti yücelikten indirip alçaklığa aşağılığa mahkûm ettiler. Hem de kimin eliyle. Oryantalizmin yetiştirdiği iç ve dış düşmanlar eliyle… Bu düşmanlar ki Devleti Aliye i Osmaniye’ nin yedi kıtada at koşturduğu yıllarda bu büyük devletin himayesinde olmayı, onun tebaasıyla herhangi bir ilişki kurabilmeyi iftihar vesilesi saymış kendi aralarındaki ihtilaflarda onun hakem ve hâkimliğine başvurmuş, başı sıkıştığında ona sığınmıştı…
Ne oldu da koca bir cihan devleti ve onun coğrafyasında İslam ümmeti parça parça oldu, zillete düştü, küfrün elinde inim inim inler oldu. Milyonlarca İslam evladı katledildi, milyonlarcası yurtlarından çıkarıldı bir o kadarı da zulmün pençesinde kahrı perişan oldu ve olamaya da devam ediyor…
Batının karanlık dediği ortaçağda Osmanlı ilim düşünce ve sanatta en ileri noktalara varmış bu yolla fetihlerden fetihlere koşuyordu. Bu fetihlerde ışığını İslam’dan alan bir ilim ve düşünce vardı. Ama ne oldu batı bu sırrı çözdü. Haçlı seferleriyle ülkesine götürdüğü eserleri çevirerek başladı işe. Teknolojiyi keşfetti. İslam âlimlerinin kitaplarında gösterdiği yoldan giderek pratikte devrim başlattı. Onunla da yetinmedi bir türlü benimseyemediği İslam âlemin gizli ve açık bir savaş başlattı. Oryantalizmi kurdu. Müsteşrikler yetiştirdi. Onunla da yetinmedi. Mustaripler yetiştirdi.
Müstağripler batının gönüllü köleleriydi. Makam ve mevki uğruna ülkelerini satmayı seve seve kabullendiler. Ünlü sadrazamın dediği gibi ‘ Biz içten, siz dıştan bir türü yıkamadık şu Osmanlıyı. O halde en güçlü devlet Osmanlı’. Evet, bu batıcı aydın 2 yüzyıldır bu milletin hayatına damgasını vurdu. Önce Jön Türk’ler, Genç Osmanlılar, sonra İttihat Terakki ve hempaları sonra mason localarında yetiştirilip ülkenin başına bela edilen zavallı karanlık intelijansiya…
DEPREMLER BİZE NE DİYOR?
Her şey bize hayatın faniliğini fışkırıyor. Bu fani dünyaya geldiğimiz günden beri hep yanlış bir hesap yapıyoruz. Sanki hep bu dünyada kalacakmış gibi bir kuvvetli inanç içindeyiz. Bu inanç aslında bir gerçeğe dayanmıyor. Bu inanç bir büyük aldanışın eseri.
Çevremizde her gün bir insan ölüyor, her gün bir insan göçüyor. Ama biz hep ölüm başkaları için diyoruz. Ölümü kendimize hiç mi hiç konduramıyoruz. Ölüm başkalarının hayat bizim. Yapacak çok işimiz var. Emellerimiz bitmiyor, duygularımız fokur fokur kaynıyor. Hırsımız tavan yapmış. Biz alemlerden alemlere koşuyoruz. Emellerden emellere yuvarlanıp duruyoruz. Gözümüzü açamıyoruz, basiretimiz bağlanmış, dünyaya geliş amacımızı unutmuşuz.
Önümüze dünyevi hedefler o denli yığılmış ki onları aşıp ebedi yurdumuzu unutuyoruz. Hedefler asıl hedef ve maksadı unutturmak için konulmuş. Bir yanlıştan bir yanlışa yuvarlanıp duruyoruz. Şeytan büyük bir oyun kurgulamış bize. Biz bu oyunun zavallı kurbanlarıyız.
Önce büyümek istedik. Tüm amacımız bundan ibaretti. Bu amaç gerçekleşti ama önümüzde yığınla mesele bulduk. Problemlerimiz arttı, meşgalelerimiz çoğaldı. İbadet etmeye vakit bile bulamadım. Bulduysak bile huşu ve huzuru yakalayamadık ibadette. Bunu dert bile edinmedik. Başka dertlerimiz vardı. Gündelik işler her şeyin önüne geçmişti.
FAZLADAN UMRE VE NAFİLE HAC
Adam bir Hac yapmış birkaç da Umre. Hala Hac ve Umre peşinde. ‘Sana ne oluyor be adam’ diyeceksiniz. Öyle değil. Eğer maksat Allah’ın rızası ise Allah’ın rızası bunda değil. Eğer o büyük önder Peygamber efendimiz (AS) ın izinden gidiyorsak bu yaptığımız doğru değil. Bu yaşadığımız din onun dini değil.
Neden diyeceksiniz. Bir kere efendimiz hayatında öyle çok fazla Umre ve Hac yapmış değil. Hudeybiye antlaşmasıyla Mekke’yi ziyaret etmeden dönen Efendimiz as. Mekke Fethinde bir Hac ve bir de Veda Haccı olmak üzere iki Hac yapmıştır. Gelgelelim bizim Hacı Efendi Hac üstüne Hac, Umre üstüne Umre yapıyor, kendisini ziyaret edenlere kasım kasım anlatıyor, bilmem kaçıncı haccını ilaveten bilmem kaçıncı umresini yaptığını anlatıyor da anlatıyor.
Diyanet işleri başkanı da Haccın konfora kurban edildiğini, şeklin öze, görüntünün manaya, cesedin ruha feda edildiğini anlatıyor. Aslında Haccın bir mana, bir ruh olduğu, bir erdem ve ahlak eğitiminin oluşması gerektiğini ilave ediyor.
Nerede? Biz Haccı ve Umreyi bir turistik gezi yapmada birbirimizle yarışmakta, nefsi öldürmesi gereken ibadetlerin onu daha fazla kuvvetlendiren bir eylem haline dönüştüğünü acı acı müşahede etmekteyiz. Nerde kaldı nefisle mücadele. O büyük Peygamber savaştan dönen Sahabeye ‘Küçük Cihat’tan Büyük Cihat’a geçiyoruz dediğini düşünürsek, bu mukaddes ibadeti ruhuna aykırı bir hale sokmak, VIP Hac yarışına girmek İslam’ın ruhuna ne kadar uymaktadır.
İbrahim Ethem (k.s.) nafile hacca giden bir Müslümana söylediği şu sözler ne kadar manidardır.’ Eğer maksadın Allah rızası ise o parayı fakir ve muhtaçlara dağıt.’ İşte ölçü bu. Maksat Allah rızası ise varlıklı Müslümanların yapması gerekenin ne olduğunu bu menkıbeden daha iyi hiçbir şey anlatamaz bize. Dünyanın neresinde olursa olsun bir Müslüman aç yatıyor yahut zulüm görüyorsa yahut fakirlikte eğitimin aksatıyor veya evlenip ev ve iş kuramıyorsa Müslümanların nafile hac ve umre yapması ne derece Allah rızasına uygun bir davranıştır. Müslümanlar bu edimlerini sorgulamalı değiller mi dersiniz?
GELİŞEN TÜRKİYE VE ÜLKENİN YENİLEN MAKÛS TALİHİ
Büyük bir devrimle karşı karşıyayız bu gün. Nice yıllardan sonra hatta asırlardan sonra uyuyan devin uyanışına şahit oluyoruz.
En son Cennetmekân Sultan Abdülhamit’le yıllar önce aldığı öldürücü darbelerden sıyrılmaya, yaralarını sarmaya canlanmaya başlayan bu dev Mustafa Kemal Atatürk’le kendine gelir gibi olmuş, anca Milli Şef döneminin uygulamalarıyla yeniden komaya girmiştir.
İlk ciddi müdahale Rahmetli Adnan Menderes’in akıllı tedbir ve tedavileriyle yapılmış, komadaki hasta kıpırdamaya başlamış, Rahmetli Özal’ın dâhiyane müdahaleleriyle kendine gelmiş, önce rahmetli Necmettin Erbakan ve işte şimdi de Recep Tayyip Erdoğan’ın ortak akıl çerçevesinde, gözü kara hamleleriyle doğrulmaya başlamıştır.
İşte yüzyıllardır ağır narkoz verilerek sürekli uyutulan, her uyuma devresinde bir uzvu koparılan o dev imparatorluk, kal son parçasıyla dünyaya gözlerini yeniden açmakta, yoğun bakım ünitesinde kıpırdamaya, canlanmaya ve ayağa kalkmaya çabalamaktadır.
haydi şair dostlar görüşelim