Ben uzaklardayken Türkçeyi sokaklarda rahatça dolaşamayan, korunmaya muhtaç mahcup kızkardeşi özler gibi hasretle ararım. Bu şefkatli sevgide yaşadığım coğrafyaya dair aidiyet hissinin etkisi kaçınılmaz elbette ama onlar bende pek güçlü değil. Hangi dilde olursa olsun, hayatı yeniden yorumlamak, dünyanın ince kabuğuna çentik atmak için zihin heybelerinde taşıdıkları kelimelerle oynayanları, onlarla sevişenleri severim aslında. Manayı sesle genişletebilen, duygularla düşünceleri ahenkle bütünleştiren ‘söz kuyumcularının’ mucizesine inanıyorum. Onların dille kurduğu mahrem ilişki yazıya dair inancımı güçlendiriyor. O kutsiyete teslim olmak sözcüklerin sihriyle ibadet eden müminler gibi hissettiriyor bana kendimi. Sanki mümkünmüş gibi dili kirleten bütün fenalıkları, günahları yeryüzünden kazıyabilmek istiyorum.
Dil zamanla yıpranan, eriyip gittiği için çok iyi hatırlanamayan buğulu bir rüyaya benziyor. Dalgın bir şairin defterinde, sokaktan geçen satıcın yanık sesinde, kâbus gören bir ihtiyarın anlaşılmaz sayıklamalarında, şehvetli kadınların kesik solukları arasına sıkışan basit sözcüklerde, çocukların sevinç çığlıklarında, hararetli bir tartışmanın içinden yükselen uğultuda, yazıyı silah gibi taşıyanların karmaşık zihninde... Milyonlarca kez kullanılmaktan aşınan, yıpranan dilin hayatımızdaki hakiki yeri ne? O bizim kavga ederken, yazarken, sevişirken, ağlarken, konuşurken, sığındığımız, kendimizi içinde rahat hissettiğimiz huzurlu bir oda mı? Geleneği temsil eden sesin gücü mü? Zihin akışımızı tekrar tekrar yorumlarken Tanrı’nın kelamı gibi kendini efsaneleştirerek dönüştürebilen, insandan bağımsız yaşamını sürdürebilen bir varlık mı? Galiba hepsi...
Kürtçe eğitim yasak, peki Türkçe kalacak mı?
Durduk yerde münasebetsiz bir kafa travması yüzünden son günlerde defalarca girdiğim beyaz tabutumsu, gürültülü tüpün içinde ineği düşünüyordum. Rus yazar Andrei Platonov’un ‘İnek’ isimli hikâyesindeki o kederli varlığı. Biliyorum, cümleyi böyle kurunca pek inandırıcı gelmiyor belki kulağa ama ne yazık ki gerçek bu. Geçtiğimiz hafta niyetim hayatı dalgın bakışlarla kuşatan Rus yazarlarını düşünerek çıktığım eve dönüp yazımı yazmaktı ama maalesef kendimi fevkalade sürprizli bir şekilde hastanede buldum. Sonra hadiseler büsbütün tuhaf bir hal aldı.
(Bu arada; bu köşede kendime dair bir hikâye anlatırken uydurmaya hiç heves etmedim ama şımarık bir çocuk gibi okurdan ilgi bekleme merakım da yok. Lakin geçen hafta “rahatsızlığım yüzünden ara verdiğim” ibaresinden sonra bile biraz sitemkâr ama övgü dolu mektupların yanı sıra hayal kırıklığını alaycı cümlelerle ifade eden notlar da aldım. Kafama göre, istediğim vakit yazıyormuşum. Ne güzel bir hayatmış bu, vs. Doğrusu isterdim ama gazete yöneticileri bundan pek hoşlanmaz. Okul hatta neredeyse kışla disiplini sever onlar. Dolayısıyla kafama göre değil de kafamın içinde beni yöneten organın yaşamsal direncine göre yazmaya çalışıyorum bu aralar.)
Stalin yasakları...
Zaman, nehir yeşili tüylerini yeryüzüne bırakıp mukaddes diyarlara kanatlanan cennet kuşları kadar hafif, uçucu, hülyalı... Bazen de kalbe saplanan bir hançer gibi keskin, vahşi, kıpırtısız. Varlıkla hiçlik arasında uzayıp giden ebediyet arayışının bilinen ismi... Istırabın, kadere rıza göstermenin, tevekkülün, isyanın, umudun, korkmanın, güvenmenin, mutluluğun derinlerde saklı yüzünü güya ölçülebilir anlara hapseden basit bir sözcük. Kendi kuyruğunu ısıran bir canavar gibi durduğu yerde eksilen tuhaf bir mahlûk sanki.
Tanrı bu bilinci, müphem hayat yolculuğumuzda iç ahengimiz büsbütün bozulmasın diye bize bağışlamış olabilir mi? Onu kaybettiğimizde delililiğin sınırında dolaşmamız bu yüzdendir belki. En mutlu, kederli, heyecanlı, tutkulu, ümitsiz, coşkulu anlarınızı hatırlamaya çalışın. O zar kadar ince anın içinde bir daha hiç öyle hissetmeyecek sanıyor insan. Halbuki pekala biliyoruz, duygular doğumunu bilemediğimiz dünya kadar eski. Asırlardır savaşlarla, depremlerle, aşklarla, ayrılıklarla, vicdansızlıkla, adaletsizlikle mücadele eden insanın duyguları hiç değişmiyor ki. Yaşama biçimimizi belirleyen kurallar, koşullar, sistemler, felaketler ve keşiflerle birlikte kavimler, medeniyetler ve hayatlar üst üste yığılıyor.
Aslında zaman diye bir şey yok, o bizle soluk alıyor. Ucu görünmeyen bir tünelden akıp gidiyoruz. Üzüntümüzün, yılgınlığımızın, yenilgimizin, çaresizliğimizin sadece bize ait olacak kadar taze olduğunu hissettiren güce şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum bazen. Bizi biz yapan hikâyelerin içinde gizlenen bu mucizevî sırrın ardında rahatça dile gelemeyen masum bir kibir var çünkü. Yaşama arzusuyla yola devam edebilmemiz için O, hepimizin anlayacağı dilden kutsal bir mısra mırıldanıyor; “Tek ve biriciksiniz, vaktin kıymetini hayatın kutsallığıyla tartabildiğiniz her ayrıntıda bu hakikati görebilirsiniz” diyor sanki. Hatıralar içimizde yankılanacak saati kendileri seçsin, eksik kalan hayaller hiç değilse rüyaların zamansızlığında iz bıraksın istiyor sanırım.
Bu yazıya başlamadan birkaç saat evvel, Japon bir ressamın paletinden dünyaya rastgele savurduğu kan rengiyle halelenen kızıl bir gökyüzünün altında, küçük bir adacığa doğru hiç acele etmeden yüzerken hoyrat tabiatın karşısında ne kadar aciz olduğumuzu düşünüyordum. Başımı sudan her çıkardığımda kuyruğuyla köpükler saçan neşeli yunusları da görüyordum açıklarda. Büyük bir depremle karadan kopan adada, iki bin yıl evvel yapılmış küçük bir kilisenin kalıntılarını bulmak için çalışan arkeologların sessiz siluetleri kıpırdıyordu.
Dibi görünen yeşilimsi bir suyla çevrili yosunlu taşlara ulaştığımda yoğun bir ıssızlık hissiyle ürperdim. Sorumsuz bir ‘sarı yaz’ gününde felaketlerin neden olduğu koyu acılarla yüzleşmek istemediğim için biraz suçluluk duyuyordum galiba. Kayaların üzerine öylece ıslak vücudumla uzanıp bildiğimiz dünyanın zamanından uzaklaştım. Geçmişi çağıran, tanıdık, acı bir turunç kokusu vardı havada. Vaktiyle o kilisede dua edenlerin hayattan beklediklerini hissedebilmeyi istedim. Sonra yüz yıl evvel yaşamış olan Alma Mahler’in sevilme saplantısıyla yeteneğini nasıl çürüttüğünü düşündüm. Başkalarının içinde yaşarken sezemediği, ömür dediğimiz o ‘muammadan’ süzülen hakikat parçacıkları, zamana yazılan sözcüklerle hiç beklemediğimiz anlarda hayatımıza sızıveriyordu. Âşıklarından tanrılar yaratan bir kadının hırslarını, mutsuzluklarını, pişmanlıklarını ıssız bir adada yazının gücüyle hatırlamak tuhaftı. Şimdi o anki karmaşık ve dingin hislerimden çok uzakta, şehirdeki karanlık çalışma odamda, Mahler’in ruhu tedirgin eden huzursuz senfonilerini dinlerken bu yazıyı yazmaya çalışıyorum.
Alma’nın kare ası...
Onu gördüğüm ilk ânın bulutsu narinliğini olduğu gibi anlatabilseydim keşke. Yenilginin çorak topraklarına henüz adım atmadığım vaktin sırrıyla göstermek isterdim o masal ülkesini size. Ama artık kelimelerini yanlışlıkla yutan birinin onlara bir daha dokunamaması kadar imkânsız bu. Doğup büyüdüğü köye buruk bir özlemle bakan çoban misali kimsesiz ve kalabalığım. Çok büyüdüm ben. Dilimin çatallandığı çıkmaz sokaklarda iç sesim de yırtık tüllerle perdelendi sanki. Muhayyilemdeki dev kahramanlar, ceplerime sığabilecek kadar küçüldü. Kekeme hayaletlerimi kaybetmemek için yıllar boyu iplerinden tutup boşlukta oynattım. Onlara çocukluğun umudunu, safiyetini, gökkuşağı rengindeki sevincini hatırlattım. Yine de her seferinde çocukluğun odasına hapseden sıkıntılı sesi galip geldi. Çocukluk öyledir. Bir yanıyla hep biraz mutsuz olmak demektir. Hasretlerin yığıldı, henüz öfkeye dönüşmemiş kederlerin katmerlendiği kovuğun içinden bakar dünyaya. Dışarıya çıkamamanın huzursuzluğuyla kuşatılmıştır. Sınırlarının güvenli oluşu, sığınağı cazip kılar belki ama aynı zamanda fena halde boğar. Ne evdesinizdir, ne de şiddetli dünyanın tekinsiz ortamında.
Olsun. Öyle de olsa tılsımlıdır. Efe’yi düşününce ilk aklıma gelen nedense güneşin altında ustura gibi parlayan saçları oldu. Onları sürekli arkaya doğru tarayarak şekil vermek için uğraşan parmakları ipince bir çizgiydi sanki. Hayata meydan okur gibi göğe doğru kaldırmaktan hoşlandığı kibirli burnunun kusursuzluğu ona gıpta edenin canını sıkardı. Neredeyse doğuştan hergeleydi. Gömleğinin üst düğmelerini bilhassa açar, marifetlerini görünür kılacak bir vücut diliyle dünyaya kesik atardı. Onun yaşındaki bütün oğlanlar gibi utangaçlığını hırçınlıkla gizlemeyi öğrenmişti. Merhametliydi ama çocuk felci geçirmiş olan arkadaşımızı merdivenlerden indirmeme yardım etmezdi mesela. Tam bir yıl boyunca bu yazıya sığdıramayacağım kadar çok heyecanlı ve “imkânsız” serüven atlattıktan sonra sekiz yaşında arkadaş olmayı becerdik.
Bir gün okul çıkışı birlikte resim yapmaya karar verdik. Başlangıçta birbirimizi yakınlaştıran sessiz soluk alışların ipeksi yumuşaklığı harikaydı. Konuştuğunda değerli bir maden merdivenlerden çınlayarak yuvarlanırdı. Karınca bacağı gibi kara ve kıvrık olan kirpiklerinin gölgesinde parlayan yeşil gözlerindeki sevinç, damarlarımdan akıp büyük okyanuslara karışıyordu. Muhteşem geleceğimizi sanatla çoğaltıp içini dilediğimiz gibi boyayacaktık. Kimse karışamayacaktı bize. Ona nasıl göründüğümü bilmiyorum ama ben onu değerli taşlardan yapılmış tacı olan bir prens gibi görüyordum. Bazen de başının üzerinde haleleri olan bir melek. Sonra o korkunç kavganın içine düştük. Natüralist bir sanatçı olan ben, elbette gökyüzünü içinde bembeyaz bulutların sürüklendiği berrak bir maviye boyamak istiyordum. Hatta mümkünse ilerde oturacağımız ev de mavi ve aydınlık olmalıydı. O ise bıçkın bir delikanlı gibi koyu renkler kullanmak, üzerinde kırlangıçlar uçuracağım denizleri, ormanları, gökleri büsbütün karartmak istiyordu. Bense onun “yenilikçi”, karamsar üslubunu hiç anlamıyordum. Her şey oraya kadardı. Ağzından ateş püskürten ejderhalara dönüştü birden. Ani bir hareketle üzerinde boyalarımın olduğu masamı devirip koşarak kaçtı evden. Ve çocukluğumu sarsan, yaşadığım sürece benzer “sarsıntılarda” hafızamı zonklatan korkunç kapı çarpmasıyla ben o gün ilk kez öldüm! Dünyanın bütün bahçeleri soldu, ağaçlar, kuşlar, rüzgârlar dilsiz kaldı. Bulutlar pare pare döküldü toprağa. Gök kubbe yanık bir feryatla çatladı. Bir daha kimse o “resmi” saf, bozulmamış haline döndüremedi. Acı, utanç, pişmanlık, hayal kırıklığı gibi iz bırakan duygusal sarsıntılarda, “ilklerin” sahih diğerlerininse sadece onların tekrarı olduğunu ancak büyünce öğrenebilecektim.
Kadın pamukçular gibi dağılmış bahar bulutlarının oyunlarıyla ve tabiatta nadir bulunan mavi bir çiçek hayaliyle geçmişinde kayboluyor. Geleceğin umudu besleyen ve aynı anda kıran oklarından kurtulmuş. Zamanın tozundan arınmış billur bir su gibi akıyor zihni. Kucağındaki kitabın kahramanlarının iç seslerini dinliyor. Yeşil kadife bir kumaş misali önünde uzanan çimlerde yürüyen kara kedinin çağla gözleriyle karşılaşınca ürperiyor. Varlığını ancak başka bir varlıkla hatırlayabilecek kadar yorgun. Sırtını kunt bir ağaca yaslayıp ona bahşedilen “hediye paketlerini” açmaya korkuşunu anlamaya çalışıyor. İçindekilerin beklentilerine yeterince cevap verememesinden ürküyor belki. Rüzgâr, salkımsöğütlerin sarkıttığı saçları okşarken o sevgisini ancak “yaratmanın” önlenemez çekiciliğiyle ifade edebilenlerin koyu yalnızlığını, kalbinin onlara yakın durmasındaki hikmeti düşünüyor. Morsalkım yağmurlarıyla yıkanan toprak ona puslu bir rüyada hikâyeler anlatan bir adamı hatırlatıyor. Yerden toplayıp avucunda ezdiği yaprakları usulca defterinin arasına yerleştiriyor.
Sonra hayalî bir ülkede yaşadığına inandığı “mavi çiçeğin” peşine düşen romantik sanatçılar kadar sevdiği sütmavi şifon elbisesinin etekleriyle örttüğü bacaklarını karnına doğru çekiyor. Sayfaları çoktan eprimiş defterinin arasından yıllar evvel yazıp göndermediği mektubu çıkarıyor. Muhtemelen onu hiç göndermeyecek. Bu hiç kimse için kayıp olmayacak. Güvendiği ve bir zamanlar kendisini sevdiğine inandığı insanlar onun yokluğunu hissetmiyor artık. Uzaklardan hafifliğiyle inciten bir piyano sesiyle kalbi bir gece denizi gibi yakamozlanıyor. Novalis’in “Tabiat, tınılarıyla ruhumuzu okşayan bir rüzgâr arpı gibidir” demesini hatırlıyor. Ruhu kuşatan hakikatin sırrını bir insanda aramanın umudunu çoktan kaybetmiş olsa da onu hayata bağlayanın ancak zarafetle kuşatılmış bir “aşk ve dostluk hikâyesi” olduğunu biliyor. Ve derin titreşimlerle onu anlama ihtimali olana “adanmışlık”, gerçek acılardan daha çok yaralıyor. Tam da o anda göğüs boşluğuna sıkışmış eski bir korku rüzgârlanıp havadaki baygın leylak kokusuna karışıyor...
Birbirine dokunan hayatların trajedisi...
Küpeşteye ayaklarımı dayayıp heyecanlı çırpınışlarıyla vapura eşlik eden kuşlara Beaudelaire mısralarının sırrını anlatıyordum; “Ama bir an hazzın sonsuzluğunu bulmuş olan için, lanetlenmenin sonsuzluğunun ne önemi vardır ki! ” Tekinsiz cesaretiyle sarsan bu sorunun modern yaşamdaki cılız karşılığını düşündüm. O hazzın sarhoşluğuyla kendisini unutup sanatla, teninin altında kıymık gibi son âna kadar yaşatabildiği inançlı bir aşkla, bazen acının çaresizliğiyle hayatı kutsayanların direnişi gerçekten kaç kişiyi derinden etkiliyordu? Kış güneşinin ılık rehavetiyle düşüncelerini denize salmış insanlara baktım bir süre. Hayat olanca sıradanlığıyla akıp gidiyordu işte... Solgun yüzleriyle gazetenin kirli sayfalarına öylece bakakalanlar, müzik dinlerken bildiğimiz dünyadan kaçanlar, gözlerini sıkıca yumup vapurun kunt gövdesine çarpan dalgaların ritmiyle hayallere dalanlar... Ve ‘lanetlenmenin sonsuzluğunda’ yarattıklarıyla, trajik hayatıyla ebedileşen özel bir kadının hikâyesiyle nerede yaşadığını kısa bir süre için unutan ben. Arada kucağımdaki kitabı kapatıp onun resme, yazıya, sevmeye tablolarında göstermeyi sevdiği kanıyla tutunduğu halde cehennemine nasıl tahammül edebildiğini kavramaya çalışıyordum.
Frida’nın acı, yaratma ve haz labirentinde parçalanıp dağılmış olan hikâyesini yüzlerce belgeye ve mektuba dayanarak yazan Rauda Jamis, onun kendisine sadık kalmayan adamlara her koşulda sahip çıktığını söylüyor. O sevdiği erkeklerin zekâsından, kendisine hissettirdikleri ‘özel ve çekici kadın’ muamelesinden hoşlanıyor ve sonuna kadar bunun tadını çıkarıyordu anlaşılan. Erkeklere kendisini aldatacaklarsa bunun ‘yataktan’ öteye gitmemesini, bu durumda da arzulanan kadını ‘sevmekten’ özellikle kaçınmalarını istiyormuş. Gerçekten bunu talep edecek kadar kaygısız mıydı Frida? Hayır, ilk anladığınız manada değil. Jamis’in biraz saf tesbiti beni biraz gülümsetti doğrusu. Her koşulda sanatına, bağımsızlığına, özgün duruşuna sahip çıkan, yaşadığı sürece eksikliğinin yerine sabrını, çekiciliğini yeteneğini koyan Frida, çok arzu edilmediği halde sevilebilen kadınların daha ‘tehlikeli’ olduğunu bilmiyor olabilir mi? Bu onun reddedebileceği basit bir gerçek değildi. Belki kendisinden bir başkası için vazgeçilmesi fikrine tahammül edemediği için rahat kadın taklidi yapıyordu. Ya da ‘öteki kadın’ olma ihtimalinin kibri onu çok sıkıştırıyordu, kim bilir?
Uçamayan bir kuş...
Ucu görünmeyen uzun, karanlık tünelin içinden aydınlığa doğru endişeyle beslenen kırık bir cesaretle yürüyenler bilir. Yaratmayı müjdeleyen doğuma hazırlanırken çoğalmanın tuhaf çekiciliğine rağmen sıkıntıların girdabında boğulmak cidden ürkütücüdür. O sancıyı her zaman aynı şiddette hissetmeyiz belki ama hepimiz farklı biçimlerde bu dünyaya yaratmak için geldiğimizi sezeriz. Bize bahşedilen yeteneği nasıl kullanacağımızı kavrayamadığımızda ‘kayboluruz’ bazen. Duyguların kaotik sessizliğinde, iç seslerimizin çığlıklarıyla yankılanan ıssız bir ormanda yapayalnız kalırız. Böyle ürpertici zamanlarda herkes kendi hakikatini mi arar? Ayakkabıları tersten boyayan sıska oğlanın, duyguların renklerini masallarla anlatan öğretmenin, elmalarını tezgâhına her seferinde başka türlü dizen ihtiyarın, seher vakti kuşlarla konuşan bekçinin, minik bir ahşap kutuyu yontan marangozun da güçlü bir yaratma dürtüsüyle hayata tutunduğunu biliriz. Eğer Tanrı kimilerinin inandığı gibi usta bir yazarsa, sonu belli bir hayatın içinde yaptıklarımızla, yol boyu aradıklarımızla onun ‘büyük şiirini’ tamamlıyoruz belki de. Kaderin ihtişamlı, ezici gücüne karşı koymak isteyenlerin kendilerini yeniden yaratarak hikâye yazma arzularını da anlıyorum. Kabullenmek çok zor.
Tanrı’yı taklit ederek kendi suretimizden yarattıklarından, zihinlerde, bedenlerde, ruhlarda sonsuzluğa kavuşmasını istemek insanı kibirli kılıyor sanırım. Onların da bizim gibi fani olacağı düşüncesiyle umutsuzluğa kapılıyoruz bazen. Ama yine de en baş döndürücü hazzın, küçük de olsa, başkalarına önemsiz de görünse dünyanın kalın kabuğuna bir çentik atarak iz bırakma arzusu olduğunu biliyoruz. Ayrıntıların arasına sıkışan büyük evreni fark ettiğimizde ‘yaşama sanatı’ dilimizi de kamaştırmaya başlıyor.
Görünmez bağlar...
Yaratma serüvenini, sınırlı bir hayatın imkânlarından daha fazla önemseyen dostlarla zevklerimi, hayallerimi, yazı hazzını çoğaltabildiğim için şanslıyım. Bunu parlak kış güneşinin kahvaltı için buluştuğumuz limonluğun camlarını menevişlendirdiği uysal bir öğle vakti hatırlayıp sevindim. O dostlardan birisi benim de yakından tanık olduğum yolculuğunu anlatıyordu. Yolda karşılaştıklarını sevdikleriyle paylaşmaktan duyduğu heyecan ışıltılı ifadesine, duruşuna yansımıştı. Yazar Leyla İpekçi’yi değil de en sarih haliyle tanıdığım Leyla’yı izlerken Tanrı’nın ona bağışladığı hikâye edebilme yeteneğini gördüm. Yıllar içinde kendisiyle birlikte dönüşen, hayat ritmine ahenkle eşlik eden, birbirini tamamlayan iç seslerle hayatının önemli bir uzantısı haline gelen romanını nihayet okuruna armağan ediyordu. Beni şaşırtan kısacık bir andı; henüz gün ışığına çıkmadan okuduğum Ateş ve Bahçe’de bahsi geçen ‘hakikat ruhunun’ yazıya inanları birbirine bağlayan sihrini o an fark ettim. Yazarın tahayyülündeki resimler, sesler onu dinleyenlerin algısında hayat bulmaya başlamıştı. İnsanı şiirlerle, dualarla, anılarla, efsanelerle buluşturan sözcükler, yaratılış destanının sürekliliğini ve yeryüzü buluşmalarının mucizesini de anlatıyordu sanki.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!