İki tarafı mezarlık servileriyle döşeli daracık, gölgeli, toprak bir yoldan ufkun erguvani çizgisine doğru koşmaya çalışırken sürekli tökezleyip düşüyorum. Canım acıyor. Sıska bacaklarımdan aşağıya ılık bir şeyler aktığını hissediyorum. Masum bir çocuk dikkatiyle dizlerime, henüz buruşmamış dirseklerime, geleceği fısıldayan avuç içlerime bakıyorum ama kan yok, yara izi yok. Çizgiler büsbütün kaybolmuş. Yaşamanın gözle görülebilen ıstırabı gizli bir güç tarafından tamamen silinmiş sanki. Varolduğuma dair hiçbir kanıt yok. Ben insanları görebiliyorum ama onlar beni hiç görmüyor. Çok uzaklardan belli belirsiz çan sesleri geliyor. Konuşabilen geyiklerin sesleri karnımda, kalbimde nabız gibi atıyor. Kendimi puslu bir kameranın objektifinden bakar gibi izlerken, bu koskoca dünyada bir gece kelebeği kadar ürkek, yalnız ve geçici olduğumu düşünüyorum. Tül gibi yırtılan kanatlarıma rağmen hayatın kokusunu alabiliyorum ama ona dokunamadığım için bitkinim. Rüyada olmanın çatlamış bilinciyle direnmek beni o yerçekimsiz, ağırlaşmış ıssızlığa doğru sürüklüyor.
Daha birkaç dakika evvel köpüklü dalgalarla kabaran lacivert denize uçurumun kenarından bakıyordum. Yanımdaki ihtiyar, ben orada değilmişim, hiç yaşamamışım gibi yüzüme bakmadan bir şeyler mırıldanıyordu: Asırlar önce birbirlerini görkemli bir kilisenin kapısında bulan bir kadınla erkeğin efsanevi sevdasını anlatıyor. O konuşurken mavi masalını görüyorum. Kadın, karanlık gök kubbede parlayan yıldızlar misali ışıldayan adak mumlarının önünde öylece duruyor. Hafif bir rüzgârla kabaran mavi elbisesini, dua eder gibi havaya kaldırdığı mavi damarlı ellerine bakıyorum uzaktan. Kim olduğunu görebilmek için ona yaklaştığımda yüzünü usulca bana doğru çeviriyor. Kızıl ateşlerin gölgesindeki soluk, ağlayan yüzümle karşılaşınca ürperiyorum. Çok eskilerde kalmış bir yazar kulağıma fısıldıyor: “Korkma acıdan kaynaklanan gözyaşında reçine ve amber vardır, iyi gelecek sana.” Gözlerimi açıp kendi hayaletimden kaçmak isterken ihtiyar beni fark ediyor. “Uyandığında beni, kendini, gördüklerini hatırlamaya çalışma, onlar hatıraların gibi uçucudur. Bırak öyle kalsınlar. Hayata ancak böyle tutunabilirsin” diyor. Gerisini duyamıyorum. Sadece simsiyah bir boşluk ve kayalarda patlayan hırçın dalgaların derinden gelen uğultusu...
Rüyalar ve yazarlar...
Nar gibi kızarıp dağılmış korların arasında dolaşan buğulu bakışlarını benden gizliyordu. Sesinin kırılganlığı ürperticiydi. Kendini hikâye etmeyi sevenlere özgü anlatımı, anlattıklarından daha cazip gelmişti. Kısa hikâyeler yazıyordu. Sezgileriyle gelişen doğal yeteneğinin farkındaydı ama onu her an tüketen bir ‘eksiklikle’ de boğuşuyordu sanki. Bir yazarı seviyordu. Anladığım kadarıyla onu taammüden seçmişti. Henüz suretini bile görmeden, kitaplarındaki çakıl taşlarını izleyerek ihtiyacı olan ‘mucizeyi’ onda bulabileceğine inanmıştı. Bu rezil dünyaya dayanabilmek için yazma arzusuyla kıvranıyor, yaralı bir hayvan misali kendisi gibi can çekişen bir yazı insanının mağarasına sığınmak istiyordu.
Yaşadıklarına ilişki denemezdi. Zamanla hiç çaba göstermeden birbirlerinin her şeyi ve ‘hiçbir şeyi’ olmuşlardı. Adam pek ortada yoktu ama kadının kılcal damarlarında, ruhunda, hayallerinde, geleceğinde, rüyalarında, yazılarında, saç diplerinde dolaşıyordu. Onu hatırlamak istediğinde bileklerinin içini kokluyormuş. Anlamıyordum. Onunsa hiçbir koşulda vazgeçmeyen inatçı bir sahibi ve ‘evcilikten’ sıkıldığı zaman sokakta oynadığı başka ‘kadınları’ da varmış. Koşullar eşit değilmiş, hiç olmayacakmış. İşin tuhafı başından beri isteyerek kabullendiği bu dengesizlik, kadının ilgisini çekmiyordu. Sesinin titremesi gizlemeye çalışarak çok yorulduğunu itiraf ettiği gece, zihnime kazınan cümleyi sonradan çok düşündüm; “Kiminle olduğu, başkalarıyla ne kadar vakit geçirdiği o kadar önemli değil, ben ona sahip olmak istemiyorum, yeter ki beni aldığı o mahrem odaya kimseyi sokmasın. İşte buna dayanamıyorum. Ne yazık ki bunu anlamadığını söyleyecek kadar çok küçümsüyor beni” demişti. Onu acıtan bu konuşmanın derinliğini kavrayamayacak kadar gençtim o zaman. Kendisini tamamıyla istemeyen, onunla toplum önüne çıkmaya, yanında iki günden fazla kalmayan bir erkeğe böylesine koşulsuz bir ‘fedakârlıkla’ teslim olmasına çok anlam verememiş, onun için cidden üzülmüştüm. Önünde koskoca bir hayat ve onu isteyen çekici, zeki erkekler vardı ve maalesef takılıp kaldığı bencil ‘yazarla’ mukayese ettiğinde hepsini kolayca reddediyordu. Yaşadığı yalnızlık ne kadar çürütücü olursa olsun bedelini ödemeye hazırdı. Onun tanrısal yazma kudretinde kendi boşluğunu dolduracak bir mana arıyordu sanırım.
Aşk bir uçurum...
Eski çağlardan beri insanın hayatını kültürel olarak zenginleştiren, modern hayatla beraber unutulan ‘sükunet’ yaşlanmayla birlikte daha mı kolay anlaşılır. Ya da azalan arzular, seçenekler, hormonlar, artan tecrübeyle birlikte sükuneti doğal olarak mı davet eder? Felsefeci, yazar Wilhelm Schmid, yaş almaktan ziyade insanın hakikat olarak gördükleriyle ve onları kabullenmenin ardındaki sırla sohbet ediyor.
Onu her gece aynı pozisyonda, hep aynı koltukta karşısındaki mavi ışıklı kutuya dalgın bakarken görüyorum. Onları ayırabilecek hiçbir kuvvet yokmuş gibi birbirlerinin hayaline sarılmış öyle sessizce oturuyorlar. Koyu lacivert sabahlığı, ensesine gevşekçe tutuşturdu dağınık, beyaz topuzu, hayat belirtisi göstermekten ürken ifadesiz yüzü, sınırlı bir hayatı ‘sonsuzluk’ hissiyle esnetiyormuş duygusu veren kıpırtısızlığıyla beni biraz hüzünlendiriyor. Ama ümit veren bir ışığı da var karşı pencerede boyaları eprimiş bir tablo gibi asılı duran bu görüntünün. İtalyan yazar Svevo’nun yaşlılık tecrübelerini aktardığı ‘Boş Zamanlarım’da andığı doktorun benzetmesini hatırlıyorum onu seyrederken; “İhtiyarın vücudu hangi yana devrileceğini bilmediğinden ayakta durur” diyordu. Geleceği, loş bir odanın perdelerinden sızan kızıl gölgelerde hayal etmek bazen iç burkucu olabiliyor ama hakikate dokunun merhametli bir yanı da var. Yaşlı komşumun mağrur duruşu, biraz sıkıntılı görünmekle beraber modern insanın kaybettiği ‘sakin olma’ hissini, onun etrafında çiçeklenen ‘sükunet’ iklimini de düşündürüyor. Ve bugünlerde başucumda duran kitabı.
Daha önce ‘aşk’ ve ‘mutsuz olmak’ hakkındaki denemelerini de ilgiyle okuduğum Wilhelm Schmid, ‘Sakin Olmak’da doğal akışına bırakamadığımız yaşlanma sürecinde, hayat ileriye doğru yavaşlayarak akarken ihtiyaç duyduğumuz sakinliği kazanmayı bir erdem olarak da sorguluyor. Felsefeci Schmid, her ne kadar “olaylara itidalle bakmak yaşlanmanın en büyük imtiyazlarındandır” diyorsa da atmış yaşına geldiğinde sakin kalamadığını da itiraf etmiş. Ama “insan hissettiği yaştadır” türünden fiyakalı cümlelere cevabı net; “insan genellikle hissettiğinden daha yaşlıdır” diyor. Bu denemelerde, yaş almaktan ziyade insanın hakikat olarak gördükleriyle ve onları kabullenmenin ardındaki sırla sohbet ediyor. Yaşlanma sürecinin zıddına bir hayat kurmaya çabalamak yerine hayatın kendisiyle birlikte bir ‘yaşama sanatı’ keşfetmek kendi bireysel ve toplumsal anlamını da yaratıyor.
Martıların köpekler gibi uluyarak feryat ettikleri bir mahallenin kesif çöp kokan sokaklarında yürürken aniden bacaklarım titremeye başlayınca gölgelik bir merdiven eşiği bulup olduğum yere çöktüm. Dünya fırıl fırıl dönüyordu, aksi gibi benim etrafımda... Önümden çamurlu bir nehir gibi sürüklenip giden hayata bakakaldım öylece. Birbirlerine aldırmayan telaşlı insanların kayıtsızlığını izledim biraz. Bakışlarım biraz evvel yediğim karadutların beyaz keten pantolonumda bıraktığı ‘mor mürekkep’ lekelerine takıldı. Onlar hiç çıkamayacak, dedim. İyi ya da kötü, kurtulduğumuzu sandığımız anılar da böyledir. Onlardan uzaklaşırken geride hep bir parçamızı bırakıyoruz. Zamanı hapsetme hevesiyle yaşayan biz faniler, basit bir kolaycılıkla başımıza gelenler başlar, biter ve bir gün izleri silinir gider zannederiz. Hâlbuki bir yere gitmezler, yok olmazlar, son âna kadar hayatımıza eşlik edip bizimle birlikte yaşlanırlar. Eğer istediklerimizi anlatarak miras bırakmayı becerirsek ölmezler. Nefes aldırmayan yoğun bir nem bulutunun altında böyle kopuk kopuk düşünceler akıyordu zihnimden işte. O sırada bir arkadaşımın sevdiği basit bir şarkı sözünü hatırladım: “O an ihtiyar oldum.” O cümleyi fısıldayarak tekrar edince karadutların morarttığı parmak uçlarım sızladı nedense. Hayatı böyle kâğıt kesiği gibi çizen incecik anlar vardır, acının sıcaklığını sonradan hissedersiniz. İhtiyarlığın başladığı o ilk silik ânı idrak etmek de buna benzer ‘çatlak’ bir his sanırım. Sonrasını düşünmek epey ürpertici...
O kadar iddialı değilim...
Geçenlerde eğlenceli alıntılarla konuşan bir yazar televizyonda, Truman Capote’ye dair kısa bir anekdot anlatıyordu: “Röportajcı Capote’ye mutluluk hakkında ne düşünüyorsunuz, mutlu musunuz, diye sormuş. O kadar hırslı değilim, diye cevap vermiş yazar.” Son zamanlarda durup dururken bunu hatırlayıp gülümsüyorum. Mümkünse birilerinin bana “yaşlılık hakkında ne düşünüyorsunuz’ demesini istiyorum. Cevabım net: “O kadar iddialı değilim! ” Değilim ama çocukluğumdan beri kendimi ihtiyar dünyanın kızkardeşi gibi hissettiğim için bu hususta ‘iddialı’ olanların neden ve nasıl öyle olabildikleri ilgimi çekiyor. Seviyorum yaşamaya tutkun insanların arsız coşkusunu, kıpırdak hayat enerjilerini. Şanslı olduklarını düşünüyorum. Kâinatın sonsuzluğunda kendini tekrar eden, kelimelerin, hikâyelerin, acıların, hayalkırıklıklarının, birbirine benzeyen mutsuzlukların üst üste yığılan ağırlığını taşımaktan yorulmuyorlar. Bazen gerçekten kıskanıyorum onları, bu ürkütücü tekrardan, bezdirici döngüden hiç sıkılmıyorlar çünkü. İnsanın tecrübeyle eksildiğini fark etmiyormuş gibi yaşayabilme yeteneğine sahipler. Bir gün geliyor, “galiba artık ihtiyarladım ben” diyorlar çocuksu bir sesle. Hâlbuki o güzel mısradaki gibi insan, ruhun kurak ve solgun coğrafyasına ilk bebek adımını attığı andan itibaren usulca ihtiyarlamaya başlıyor zaten.
Asırlardır farklı dinlerden, kavimlerden, kültürlerden, dillerden süzülen masalların, efsanelerin dağların eteklerinde çınladığı bir coğrafyanın orta yerinde sessizce duruyorum. Durmak iyi geliyor. Hayatta kalmak için ihtiyacımız olan hızlı ve çevik hareketlerin pek bana göre olmadığını düşünüyorum o an nedense. Boğucu sıcağın da etkisiyle zihnim uyuşmuş, sadece unutmak istiyorum. Hatırlamanın değil, hafızayı büsbütün silmenin sağalttığına inandığım karanlık bir kuyuya düşmüşüm sanki. Ne geleceğin peşinden koşma isteği, ne insanlığın kendini tekrar eden makûs kaderine öfkelenme, ne de bulanık hayallerde kaybolma arzum, hepsi kayıtsız ruhla yitip gitmiş... Birbirini tamamlamayan, karmaşık manalara batmış sözcükler hayaletler gibi etrafımda dolaşıyor. Huzursuz bir kum fırtınası, çıplak ovaların, taş evlerin, onların eprimiş duvarlarından dökülen kızıl tozlarla kaplı kızgın kaldırımların üzerinde dönüp duruyor...
Başım dönünce minareleri kucaklayan bir bahçeye girip ortasındaki şadırvanlı havuzun kenarında oturuyorum. Şırıltılı serinlik biraz ferahlatıyor. Dayandığım cılız ağaca, genizden çıkardıkları hırıltılı seslerle konuşan yaşlı adamlara müzede heykelleri inceler gibi bakıyorum. Buğulu ovaların dinginliği, tarihî yapıların güven veren sağlam duruşu beni pek etkilemiyor. Duygulanmıyorum. İnsan olmanın aynı zamanda dünyanın uğultusuyla sağır olmak, zulmü reddeden tavrıyla kör olmak anlamına geldiğini yorularak öğrenmişim. Bilmek fazla geliyor. Bütün hayatımı, insanlardan uzakta bir dağın, bir ovanın, bir ağacın ıssızlığında geçirebilirim gibi hissediyorum. Arzulamayan, acı çekmeyen, kötülüğe isyan etmeyen, mutluluğu tanımamış, sabretmesini bilmeyen, okuyamayan, yazamayan, beklemeyen kimsenin daha önce görmediği türden tuhaf bir varlık olmak istiyorum. Bu acayip isteklerle kıvranırken onu görüyorum. Uzun, cilveli kuyruğuyla bütün kederleri peşi sıra sürükleyip yeryüzünün günahlarını siler gibi geniş ovanın koynunda süzülen neşeli bir uçurtma beni ansızın hayata davet ediyor.
Modern bir masal...
Kendime bir çay söylüyorum. Bir gün önce kahvede, “ne çayı bu, çok acı” diye sorduğumda garsonun verdiği hınzır cevabı hatırlayıp gülümsüyorum: “Çayımız sıcaktır dostluk gibi, çayımız kaçaktır sevdamız gibi.” Keyfim yerine gelince seyahat için yanıma aldığım romanını açıp okumaya başlıyorum: “Ben ölümlüler arasında yaşayan bir ölümsüzüm... Tanrıların bu dünyada unuttuğu yaşlı bir adamım. Her efsanede, kutsal kitapta ve anlatıda yeni bir adla anılsam da gerçek adım Utanapişti’dir.”
Daha önce hikâyelerini de severek okuduğum Ekinci’nin modern bir masal anlatır gibi yazdığı sarsıcı romanının sayfalarını heyecanla çevirirken ölümsüzlük cezasına çarptırılmanın bedelini ve ‘ölümlü’ olmanın kıymetini de hatırlıyorum. Yazar, Utanapişti’nin sesiyle on binlerce yıldır defalarca anlatılan hikâyeleri, bugünün korkunç gerçekleriyle buluşturarak tekrar yorumluyor. Mitolojiyle, kutsal kitaplardan alıntılarla, menkıbelerle, bu yüzyılın yazarlarıyla desteklediği çok katmanlı yolculuk, okuru insanlık tarihinin acımasızlığına tanık olmaya çağırıyor.
Modern edebiyatın imkânlarını pırıltılı bir zekâyla kullanan kitabı okurken dudaklarım alaycı bir tebessümle kıvrılıyor arada. “Edebiyatın incelikli dokusundan, dil sezgisinden, manevi derinlikten yoksun ‘akıl oyunlarıyla’ kurgulanan yavan romanlara verilecek en iyi cevap yine doğudan çıkmış” deyip kıkırdıyorum. Kahramanı Asvas’ın alter egosu olan yazarın, romanı hayatın sonsuz kuralları olan bir oyuna benzetmesi boşuna değil ama bu tesbitin altını doldurabilmek de öyle sanıldığı kolay değil çünkü.
Bu yazı için oturduğum çalışma koltuğumda öne geriye doğru ritmik sallanışlarla gevşerken, boş ekrana bilinmeyen bir dildeki dualara benzer ‘yabancı’ sözcükler serpiştiriyorum. Yarattığım anlam karmaşasından sıkılınca onları bir yapbozun parçaları gibi dağıtıp oyunu tekrar kuruyorum. Bir yandan da yazı evreninin sınırsız, mucizevî imkânlarını düşünüyorum.
Odada çınlayan sessizlik ürpertici. Zaman havada uçuşan altın tozlu küçük anlara dönüşmüş. Kum saatinin dibine doğru akan tozlar hatıralarla beraber usulca eriyor. Vaktiyle karnımı, parmaklarımı, yüzümü jiletle kesen anlar o kadar şiddetli yaşanmamış sanki. Sadece bulanık bir tortuya karışan incecik bir sızı var. Düşüncelerim matlaşmış, onları pek umursamıyorum. Bir Rus yazarın söylediği gibi en kıymetli olanlarının saatlerce masanın başında oturarak bulunmadığının farkındayım. Uzun yürüyüşlerin yeknesak dalgınlığında, mahmur gözlerle berrak sabah göğüne bakarken, nar gibi kızarmış bir simidin iştahla ısırılışında ya da kısacık bir ürperti ânında keşfedildiğini biliyorum çünkü. “Sahip olmamak ve istemek, sahip olup da istememekten daha iyidir” diyordu o ihtiyar adam. Yaşam sevincini kışkırtan dürtülerimizden mi bahsediyordu, bilmiyorum.
Tekrarların sıradanlığı boğuyor beni. Kitap okumak, eskileri karıştırmak istemiyorum, yazmayı hiç istemiyorum. Beden gücü olmadan yazı sesinin yakalanamayacağını söyleyenler haklı galiba. Kendimden daha güçlü değilim bu gece. Masamda, yerlerde, raflarda, koltuklarda, mutfak tezgâhında, yatağımın başucumda beni sabırsızlıkla iç dünyalarına davet eden yazarlara bakıyorum. Yüz yıllardır birbirlerine dolanmış ipleriyle ebediyete kavuşmuş binlerce hikâye dolaşıyor evin içinde. “Öff, ne çok yazıyorsunuz, anlatıyorsunuz, bağırıyorsunuz, isyan ediyorsunuz. Hiç ölmeyen düşünceleriniz, duygularınız, huzursuzluğunuz, sevinciniz de iz bırakıyor aksi gibi. Yaşadıklarınızı anlatma hevesiniz, takıntınız yüzünden kendinize saklayamıyorsunuz. Sabaha karşı uluyan hayvanlar kadar vahşi olan çığlıklarınızı duyuyorum. Sizin yazmadan öylece durup benim gibi beyaz sayfanın boşluğuna bakanınız yok mudur” diye söyleniyorum arada.
Ne hayatı kutsamak, ne onu kuşatan doğal güzellikleri kalple görebilme çabası, iyimserlikle tazelenmiş bir sabaha uyanmaya pek müsaade ediyor buralarda. Bu coğrafyanın sıkıntılarıyla büyüyen herkes, lafı hiç dolandırmadan neden bahsettiğimi sezebilir. Modern dünyanın haber alma araçlarından herhangi birisiyle güne başladığınızda ister istemez kirleniyorsunuz. Kan, iftira, riya, incelikten, zekâdan yoksun bir tartışma dili, hafızasızlık, bir türlü iyileşmeyen yaraların sızısı, geçmişinizi, geleceğinizi ele geçirip sizi de içeriden çürütmeye başlıyor. Hayır, niyetim güneşin, ensenizi, parmak uçlarınızı, sözcüklerinizi ısıttığı berrak bir yaz günü hayatın karanlık yanını göstermek değil. Bu tuzağa ben de sıkça düşüyorum. Tam tersine “zorunlu çekip gitmelerin” beyhudeliği ve hareketin, ona eşlik eden duygu dünyasının derinliği üzerine sevdiğim yazarlarla düşünebilmek.
Zihnim sabit ve net düşüncelere sadık kalamayacak kadar dağınık bu aralar. Nedense hep bir gitmek, daha da uzaklara, tanıdığımı sandığım insanlara, bildiğim hayata yabancı topraklara hatta mümkünse olmayan bir ülkeye gitmek arzusuyla kıvranıyorum. Biliyorum bu uzaklaşma dürtüsüyle hepimiz bazen cebelleşiyoruz. Bu ülkenin insanı nasıl yorduğunu öğrenmeye yetecek kadar yaşadım buralarda. Peki, gidebilmek her zaman “gitmek midir” gerçekten? Tek başına çıktığımız ıssız yolculuklarımıza eşlik eden “iç yolculuklarımız” hafızamıza, nicedir kabuk tutmuş hislerimize ayna tutabiliyor mu?
Hareketin içindeki sessizlik
O sancılı kopuş ânına hazırlanan yazar, “varlıktan" varlığın uçucu belirsizliğine doğru sonsuz bir yolculuğa hazırlanırken hissettiklerini kelimelerin diline tercüme edebilse kimbilir geride neler bırakırdı. İpeksi sicimlerle hayatın sihirli anlarını dokuyan kumaşın arka yüzündeki düğümlü resmi görebilir miydik mesela?
Bir trenin camında yorgun suretiyle karşılaşan yazar, o kımıltısız anda ya bütün hayallerinin, dualarının, dileklerinin toplamından daha yoğun, farklı bir aydınlanmayla ürperdiyse ve o masmavi şimşek çakımını kavrayacak, ifade edebilecek kudreti kalmamışsa, o hâlde çemberi tamamlayacak duygunun yok oluşu insanın hikâyeyle tekâmül macerasını da eksik kılmaz mı?
Stefan Zweig’ın Son Günleri ’ni iştahla kurcaladığım mandalina bahçelerinde, yıldızların sonsuzluğunu “Binbir Gece Masalları”nın baharatlı anlatımıyla fısıldadığı ıssız teraslarda, Laurent Seksık gibi onu “son yolculuğa” hazırlayan sızının acısını tahayyül etmeye çalışıyordum. Onun denemelerini, hikâyelerini, kendi kaderini oyunu bozup yeniden kurar gibi yazdığı biyografileri okuyan hemen herkes, o karanlığın muhtemel sebeplerini az çok tahmin edebilir. Eleştirmenlerce en çok yazılan neden, savaşın şiddetinden, bir ırkın yok edilmesinden, ölümlerden duyduğu tiksinti ve yorgunluktur. “Kültür Avrupa’sı” hayalinin çöküşü, aidiyet hissinin tükenişi de onu büyük boşluğun korkunç girdabına doğru hızla çekmiştir elbet.
Peki, Zweig gibi yazının dönüştürücü gücüne yaslanarak yazan biri, kelimelerin büyüsüne olan inancını hangi dönemeçte terk etmişti? Bu sorunun cevabı muhtemelen kendisi için de fevkalade pusluydu. Gök gürültüsünün uzaklardan yankılanarak gelen o ilk uğultusunu duyduğu anda neredeydi? Durgun bir gölün kenarında “kaçak” bir hayat sürmenin vicdan azabıyla karışık “ölümcül bir hiçliğin” dinginliğine mi kavuşmuştu? Duygu dünyasını parçalayan zehirli düşünceler birer birer zihninin kuytusuna yerleşirken çocukluk, gençlik hayallerinden hangileri onu usulca okşuyordu? Unutulmuş Düşler ’de anlattığı hayaller, hayatın ve yazının buluştuğu o “mucizevî bahçenin” gölgesinde ağırlamaya neden yetmiyordu artık? Oysa hafiften esen rüzgârın portakal ağaçlarının dallarıyla oynaşmasını, dağların karanlık yamaçlarından göz kırpan evlerin gece göğünün altında pırlanta tozları gibi parıldayışını anlatmayı ne çok seviyordu. Onu masallarından uzaklaştıran, hikâye yazmaktan alıkoyan, tabiatı, insanı kelimelerle keşfederken yazıdan aldığı hazzı giderek çürüten “gerçeklik” algısı ne türden bir sancıyla katılaşıp koyuşlaşmıştı içinde?
Asıl mesleği doktorluğa ara verip dergilerde editörlük ve edebiyat eleştirmenliği yapan Seksik’in romanını okurken, cevapsız kalmaya mahkûm sorularla, çoktandır arayıp bulamadıklarımı harika bir kitapta buluştuğunu görünce sevindim. Daha evvel başka bir Zweig yazısında, “Kimse onu Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Balzac’ı, Montaigne’i, Stendhal’i ve diğerlerini şefkatle ve yazının şehvetiyle anlatamayacak korkarım” demiştim. Bu küçük etkili roman, korkumu nispeten azalttı.
Huzurlu bir kayıtsızlıkla dünyayı izlediğim köyde, günlerim kendiliğinden kopup dökülen eski takvim yaprakları gibi dingin bir tükenişle eriyip gitsin istiyorum. Kolayca alıştığım ritmiyle tutunduğum tek bir günü yakın gelecekteki müphem günlere benzetmeye çalışıyorum. Sözcüklerin anlamlarının bile eskidiği bir yaşamın hayalinde kaybolmak yorgun ruhuma iyi geliyor.
Sabahın taze esintisiyle odanın içine dolan begonvillerin hışırtısını işitince eski bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum. Hep aynı şarkıyı... Yavaş hareketlerle yattığım yerden doğrulup biraz sonra gelecek olan tıpırtılı balıkçı motorlarını beklerken o anki hislerime uygun bir yaşam tasarlıyorum. Zaman kum saatinin ipeksi sesi gibi hiç yormadan usulca akıyor... Mutfaktan küçük acı sivri biberlerle yapılmış menemen kokusu geliyor. Yüksek tavanlı Rum evinin geniş verandasında kahvaltı yaparken dünyanın en güzel çello sonatlarını dinliyoruz. Domatesler kısa süreceğini bildiğimiz bu ‘molanın’ kendisi gibi sahici ve lezzetli. Evin önünde bağdaş kurup dantel işler gibi geniş sepetindeki misinalarına yem takan balıkçılarla sohbet ediyoruz arada. Genellikle dikenli pembe mercanlardan alıyoruz. Sonra köy oğlanlarının mesaisi başlıyor. Tek eğlenceleri karınlarını yakarak denize atlamak ve nasıl beceriyorlarsa suyun içinde küfrederek tepişmek. Onlara bakıp arkadaşlarıma “bu ayı yavruları türleri itibarıyla büyünce de aşağı yukarı böyle anlaşıyor, biliyorsunuz, değil mi” diyorum. Aynı şakalarla, eğlenmek, hayatın yeknesak ritmiyle oyalanmak beni dinlendiriyor. Sürpriz yok. Sedefli denizden yükselen çocuk çığlığından yorulunca kuşluk vakti tedirgin uykulara dalıyoruz.
Uyanınca çocukluğumun yaz ikindilerinde olduğu gibi karpuz çekirdeklerini havaya tükürmeyi özlüyorum. Henüz yapamadım, gidip karpuz almaya üşeniyorum çünkü. Öyle cazibeli bir uyuşukluk ki... Yüzdükten sonra yarım adanın etrafında yürüyüşe çıkıp mor çiçekli yabani dağ kekiklerinden topluyoruz. Akşamüstleri ağlayan ılgın ağaçlarının altında, kızları suyun altında öpmeyi tercih eden yedi yaşındaki korsan Tuna’yla kısa öpüşmekle uzun öpüşmek arasındaki önemli farkı ve buna benzer derin mevzuları tartışmak istiyorum. Uzun sofrada yenen akşam yemeklerinin yumuşak, telaşsız sohbetleri durgun bir göle atılan taşla genişleyen halkalar gibi bütün hayata yayılsa, diyorum.. Geceleri pırlanta tozlarını geniş gök kubbeye savuran yıldızlara sonu olmayan hikâyeler anlatıyorum bazen. Sonra erkenden yatağa girip gençlik romanlarından birini seçiyorum. Ayaklarımı örümceklerin dolaştığı beyaz taş duvarlara dikipSapho’nun sararmış sayfalarını kokluyorum. Bu acayip halim beni yirmi yıl öncesine götürüyor...
O aşağılık kıskançlık duygusu...
Alphonse Daudet’nin gençlik yıllarında yaşadığı bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı Sapho’yu karıştırırken biraz üzüldüm. Keşke hâlâ bütün yosmaların Paris’in ünlü sanatçılarıyla kırıştıran Fany Legrand gibi ‘masum’, bütün toy erkeklerin geçkin bir yosmaya tutkuyla bağlanabilecek kadar saf olduğu masalıyla kendimi kandırabiliyor olsaydım. Hayat bilgisi artık böyle doğal bir naifliğe müsaade etmiyor ne yazık ki. Yosmalığın sadece ‘namussuz’ kadınlara has olmadığını, erkeklerin zaaflarını incelikle sömüren ‘maskeli yosmaların’ kadınlıklarını kullanma biçimlerini zamanla görerek, yaşayarak, anlamaya çalışarak öğrendim. Çocukken üstüne tırmandığımız meyve ağaçlarının büyüdüğümüzde o kadar da kocaman olmadığını fark etmeye benzer tuhaf bir buruklukla hatırladım sevmekten vazgeçememenin ıstırabını anlatan bu kitabı.
İçindekileri dökmeden bu dünyadan ayrılmak istemeyen huzursuz bir kadının yakarışını hatırlatan yağmur sesiyle uyanınca günün zembereği boşaldı. Hayatta yapamadığım ne varsa hepsini zamanın dar çemberine sığdırabilirmişim gibi Tanrı’dan bana bir gün daha bahşetmesini istedim. Tek bir gün daha... Pişmanlıklarımı, cevabı olmayan sorularımı, zihnimi kemiren suçluluk duygumu bırakmak isteyeceğim kimse olmadığını hatırlayınca, sana yazma arzum yatağından taşan bir nehir gibi coştu. Ama yapamadım. Durdum ve öylece boğazdan göçmeye hazırlanan yırtıcı kuşlara baktım. Kara bulutların mahmurluğuna, üstünden sıyırmaya çalıştığı sisten elbisesiyle eşlik eden deniz, Tanpınar’dan ödünç aldığı kelimelerle ‘İnsan daima çözemediği bir meseleler çıkınıdır’ diyordu. Bazıları o çıkının içinde bulduklarıyla yüzleşip ötesindeki ‘ışığı’ görebilmek ve hakikate ulaşmak için yaşıyor galiba. Sen onlardan biriydin, değil miydin yoksa? Yanımda olmadığında bile geçmişten kulağıma fısıldadıklarınla, bizi birbirimize bağlayan o ‘yolda’ yönümü şaşırmamam için bıraktığın çakıl taşlarıyla, cazibesi basitliğinde saklı şakalarla güldürdüğün zamanlardan kalan kahkaha kırıntılarıyla idare etmeyi öğreneli çok oldu.
Şimdi fena halde ürperten gri bir seher vakti, şehir gözü kamaşmış bir kadın gibi ışığını kısıp açarken, bu yolculuğa eşlik eden kitap yığının ortasında oturup Tanrı’nın bana bağışladığı o ‘tek günü’ sana yazarak hediye etmek istiyorum. Hatırlıyor musun, insanların kalabalıkların içinde akvaryumunda susuz kalmış balıklar gibi çırpındığı saatlerde, kendi puslu bakışlarına göre insanı tasnif edenlerle dalga geçerdik. O vakit sana Abdülhak Şinasi’nin o küstah ama zarif cümlesini hatırlatırdım: “Siz hayatın zahiri şekillerini görüyorsunuz; ben batini...” Kimsenin bizi olduğumuzu sandığımız gibi göremeyeceğini dolayısıyla geriye kalacak hikayelerin o bakışın hüneriyle gerçekleşmeyeceğini biliyorduk. Sadece bizi şefkatle geleceğe bırakacak anlatıcılara ihtiyacımız vardı. Onları bulabildiğimizde hiç kaybolmuyorduk ki. Bir keresinde “İnsanı çekici kılan hikâyelerinin bilinmezliğidir” demiştin. Davranışlarımızı korkularımızın buğusuyla saran duyguların hayatın her aşamasında bizi beklediğini sessiz sevecenliğinle gösterdin bana.
Doğuştan yaşlıydık biz...
Ben senin başkalarına gösterdiğin yüzünü de kalp gözüyle sevmeyi öğrendim. Doğuştan yaşlıydık bir bakıma. Biz anlatmaktan hoşlandığımız hikayelere dönüştük sonunda. Ve bazen kendimizi daha iyi anlamak için o hikayeleri birbirimize anlatıp durduk. Hayatın incecik titreşimlerini hissetmek yerine telaşla mutluluk peşinden koşmak pek bize göre değildi. Talihimizi buluşturan tesadüfün tohumu belki de o ‘sükunette’ gizliydi.
Birbirimize benzemesek de çok farklı konular arasında bir sincabın çevik ama yumuşak sıçrayışlarıyla dolaşmak aramızdaki mesafeyi büsbütün kısaltmıştı. Sevdiğimiz yazarların uzaktan gelen sesleriyle vecd içinde edebiyat tarihinin kıvrımlı yollarında hiç acele etmeden dolaşıyorduk. Divan şairlerinden, varoluşçulara - ki benim gibi pek sevmezsin onları -, klasik edebiyattan, casus romanlarına uzanabilen macera dolu bir seyahate çıkmıştık seninle. En çok da sabahları uyanmam için dinlettiğin neşeli türkülere gülerdim. Kimse tahmin edemezdi gizlice paylaştığımız o basit zevkin hazzını. Sözcüklerin uyumlu sesleriyle, müziğin büyüsüyle parçalanmış ruhunu şamanlar gibi iyileştirdiğimi söylüyordun. Kozmik bilinçten bahsediyorduk sonra. Sezgisel yeteneği ve zekayı, biriktirdiklerinle hayatın görünmez yanını hissedebilmeyi önemserdin. Sırtını mâlumatın kuru gövdesine dayayan, dili küçümsediği için yavanlaştıran yazarlar senin de biraz canını sıkardı. Sandıkları gibi kibirli değildin aslında. Sade ve basit olanın içinde gizlenen loş noktalara ışık tutup mananın çemberini halka halka genişletmeyi severdin. Bense gerçeği pul pul soyup olduğu gibi bütün çıplaklığıyla göstermeyi...
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!