A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Biliyorum, biraz absürd tiyatro gibi ama sabahları ya en galiz sözcüklerle birbirlerine küfür eden şoförlerin kavga sesleriyle ya da penceremin altından geçen akordeoncunun çaldığı meşhur valslerle uyanıyorum. Arası yok, hemen her duygunun, hadisenin uçlarda yaşandığı sürprizli bir ülke burası. Aslında bu tuhaflığın insanı sarhoş eden müphem halini seviyorum ama bazen karmaşadan, şiddetten, kalabalığın manasız uğultusundan, kötülüğün tahakkümüne boyun eğenlerin sığ oyunlarından uzaklaşmak istiyorum. Ayrıca arada herkes gibi kendimden, tozlu alışkanlıklarımdan, yorgun beklentilerimden ve hayatı sıradanlaştıran ilişkilerin ağırlığından da fena halde sıkılıyorum.

Böyle tatsız bir hissiyatla gözlerimi araladığımda başka bir şehirde tertemiz, geçmişi olmayan bir güne doğduğumu hayal edip, tekrar gözlerimi yumuyorum. O yumuşak vals melodilerine eşlik eden kısa rüyalarım, geleceği gölgeleyen muhtemel sıkıntıların, buğulu mazinin üstünü ipeksi bir ışıkla örtüyor sanki. Akordeoncu sokağın köşesinden bana doğru yaklaşırken usulca kendi üstüme doğru kıvrılıyorum, bir cenin gibi iyice küçülüyorum. Artık karanlık bir rahmin içinde olmak istediğim şehirdeyim...

Fotoğraftaki pencere...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Leyla’yla mutat ‘hayat ve memleket sorunlarını değerlendirme’ konuşmaları yapıp, “nasıl sancılı, yorgun bir ülke burası” diye iç geçirirken haliyle söylenmeye başladım: “İnsanlara sıradan bir pazar günü bir gazetenin kültür-sanat sayfasında edebiyattan, sanattan, müzikten, felsefeden, sinemadan, resimden bahsetmek tuhaf mı olur acaba, diye düşünmeyeceğim bir yerde yaşamak istiyorum galiba.” Sonra bir an cazip gelen o fikre de pek bayılmadım. Neden kaçıp gitmem gerekiyor. Evet, her güne nedensiz ölümlerin içimi yakan berbat acısıyla başlamak istemiyorum. Yaşadığım bu ülkenin tekinsiz ortamı beni de herkes gibi fena halde üzüyor, hırpalıyor ama gitmek istemiyorum. Her türlü acıyı siyasetin arkasına saklanarak çoğaltanlara, “Tam da sizin yüzünüzden bir yere gitmek istemiyorum. Ben bu coğrafyanın, bu kültürün, bu toplumun, bu tarihin beğendiğim ve bazen hiç beğenmediğim yanlarıyla bir parçasıyım. Burada kendime benzemeyenlerle birlikte yaşayabilmeyi hayal ediyorum mümkünse” demek istiyorum. İnsan her daim böyle sağlam ve kararlı duramıyor tabii. Malum, yine o en zalim haftalardan birisini yaşadık...

Yazmayı planladığım her sözcüğün karşılığı acının ve öfkenin yanında eksilecek gibi geldi bana. Sipariş ettiğim kitap paketini açarken gözüm televizyondaki şiddet ve cenaze görüntülerindeydi. Sokaklarda taşlarla, sopalarla, silahlarla koştururken basit bir hayat tasavvuruna bile sahip olamadan ölümün koynuna girmeye hazır görünen çocukların, içlerinde saatli bir bomba gibi taşıdıkları çarpıtılmış aidiyet duygusuyla nasıl ‘hiçleştiklerini’ düşündüm. Bilmiyorum, belki sadece tanık olduğum şiddet değil, o paketin içinden çıkan bir kitap da ‘aidiyetsizliğin’ manasını hatırlamama sebep olmuştur.


Özgürleşmekten korkmak...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Kadim şehri kucaklayan camilerin kuşattığı bir meydanda yaşlanan çınarların altında mırıl mırıl konuşuyorduk. Titrek yaprakların kızıl taş duvarlara yansıyan gölge oyunlarını seyrederken işittiğim boğuk sesten memnundum. Odunkömürüyle yanan tütünü içime çektiğimde gündelik sıkıntılar nargile şişesinin içinde bir süre fokurdadıktan sonra dudaklarımın arasından, burnumdan yavaşça çıkıp bir daha hiç gelmemek üzere bedenimden, zihnimden uzaklaşıyordu. Kalabalığın uğultusuna rağmen hırçın ruhum da uysallaşmıştı sanki. Üzerinde oturduğumuz gülünç tahtlar beni hem eğlendiriyor hem de garip bir güven hissi veriyordu. Arada hortumların uzantısındaki uzun ince gövdeleri kucağımıza koyup hayatı zorlayan dertlere karşı dervişçe susuyorduk. Bir an hayat hep öyle kadife gibi yumuşacık olsun, kendiliğinden akıp gitsin istedim. Serince bir bahar esintisi, samimi sohbetiyle sağlam tutan bir dost ve derin fokurtulara eşlik eden düşünceler...

Arada tahtımıza uğrayan ateşçi sönen korları yenilerken, dünyanın bildik ritminden azade, binlerce yıldır kirletilen ‘dilden’, genetik kodlarla alışkanlıklarını miras alan insanın tutsaklığından, ‘kavuşamamanın’ dayanılmaz çekiciliğinden ve buna benzer birbirlerine uzaktan dokunan mevzulardan bahsedip durduk. Bir ara yolda okumaya başladığım, ismi güzel (Öğle Uykusu Bir Sanattır) akademik dili nedeniyle kendisi biraz sıkıcı olan kitabın çağrıştırdığı hislerle iyice gevşedim, göz kapaklarım ağırlaştı. ‘Öğle uykusu hazzının’ çocukluk yıllarına, tembelliğe, ülkelerin coğrafi özelliklerine hapsedilme koşullarını düşünce, anaokulu yıllarımda öğle uykusuna direnen küçük kızın beyaz pikenin altındaki hülyalı saatlerini ve onun geleceğe dair puslu hayallerini hatırladım. O günler hem çok yakınımdaydı, hem de çok uzakta... Çok uzun gibi görünen bu ‘aralıkta’ olabilecek ne varsa yaşayıp görmüştüm; buna biraz çocukça ama içtenlikle inanıyordum hakikaten o anda. Ürpertici bir kesinlikle, “yine de güzeldi” dedim kısık sesle. Kısa sessizliklerde, öğle uykularına yakışan romanların yazarlarını zihnime çağırırken Anatole France, konuşmamıza uygun, basit ama iç burkan hain cümlesini söyleyiverdi: “İnsanlar doğar, acı çeker ve ölürler.”


Yıldızı hiç sönmedi...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Taze çimen kokan saçlarını rüzgâra tutmuş bir kadın misali hafifçe salınan huş ağacının dibinde durup “şimdiye” sığamayan bir ânın içinde hiç büyümemiş olmayı diledim. Özlediğim yer çocukluğun safiyetini kaybettiğimiz eflatuni bir rüya değil. Eskilerden kalan bir hikâyenin, sesin, kokunun içinde olma hayali, bugünlerde ani bahar sağanakları gibi şöyle bir ıslatıp geçiyor. Bu çırpıntılı sıkıntı, bahar yorgunluğunun sıradanlığını, fani dertleri bile eziyor. Bir tür kendini anlama, duyma, kavrama ya da özüne dönme arzusuna benziyor sanki. Bilmiyorum, belki Tanrı’nın paletinden rastgele savrulup çimenleri gökkuşağı rengine boyayan bir çiçek tarhının ortasında kaldığım için ruhum yumuşadı o gün. Ağır bir uykudan sonra dirilen tabiatın hayatın döngüsüne eşlik etmesiyle kıpırdayan sevinç o kadar sahih ki, her türden samimiyetsizliği doğal bir refleksle reddediyor. O buğulu ânın içinde mutluluk da diğer duygular gibi tasarlandığında özünü yitiriyor. Hayat bir süre için şeffaflaşıyor. Açık kalmış pencerelerden dışarıya savrulan tüller gibi savruluyor sonra bir yıldız kayması kadar kısa bir sürede etkisini yitirip düşüncelerin karmaşasında kayboluyor.

Benliğinin zulmüne boyun eğip olmayı arzuladığı varlıktan uzaklaşan insanın içinde karanlık, ürkütücü, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi uzayıp giden dar bir geçit var. Düşünüp duygularımızın derinliğini, akılla savaşan arzuların birbirleriyle bitmez tükenmez çatışmasını fark ettiğimiz anda varolma bilincinin duvarlarına çarpıp dağılıveriyoruz. O vakit sığındığımız masal, genellikle köklerimizin başlangıcına, ilk bakışa, ilk sevgiye, ilk acıya, ilk özleme, ilk korkuya ya da aslında gözümüzü açtığımız toprağa dönme tahayyülü mü oluyor acaba? Orası bazen insanın suretini dünyanın sırlı aynasında yansıtan bir varlık, bir nesne, bir ses bazen de büyük bir boşluk! Ve bir kez bilmenin tehlikeli sınırlarına adım atan yetişkin, hatıralarının çoktan gölgelediği o aydınlık bahçeye nasıl geri döneceğini bilemiyor. Kendi bilinciyle sakatlanıyor.

Şiirin meydan okuyan yüzü...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen uzun, karanlık tünellerden geçip üniversitenin geniş bahçesine varınca, ilk zili kaçırdığı halde derse girmek için hâlâ vakti olan öğrenci rahatlığıyla bir banka çöküverdim. Merhametli kış güneşi, “boş ver şimdi dersi, bir sigara yak, acı bir kahve iç, çimlere kaygısızca uzanıp romanına kaldığın yerden devam et” diyordu. O ses bana muhtelif şehirlerdeki okul bahçelerinde, geleceğe umut, merak, korku ve heyecanın karışımı olan bir tür sarhoşluk iksiriyle baktığım serseri günleri hatırlattı. O vakit dersten kaçmaya kışkırtanın ‘mecburiyet’ olduğunu fark ettim. Yeterince büyümüştüm, kimse bana ne yapacağımı söylemiyordu ve aslında bu insanı pek özgürleştirmiyor tersine biraz yalnızlaştırıyordu. Dev çınarların altından aheste yürüyüp sınıfı bulmak için epey vakit kaybettikten sonra geç kalmış olmanın utancıyla kendimi içeri atıp, öğrencilere bakmamaya gayret göstererek ilk bulduğum sandalyeye oturdum.

Murat Belge, ‘Karşılaştırmalı Edebiyat’ bölümü öğrencilerine Batı Medeniyeti tarihi anlatıyordu. Harita üzerinde farklı asırlar ve coğrafyaların arasında onun sakin sesiyle dolaşırken, memleketimizde ‘muasır medeniyet’ seviyesine ulaşmaya çabalayanların nerede yanlış yaptıklarını gördüm. Tarihi dikte etmekle içinden geçtiği dönemi etkileyen gerçek hikâyelerle kavramak arasında ciddi bir fark vardı. İlk Ruslardan, Macarların Almanlarla birlikte Türkoloji yaratmasına, oradan kelimelerin etimolojik kökenleriyle Magrep’e, Endülüs’e, Arapların yarımadadaki kültürel etkilerine, divan edebiyatına, ortaçağ saray aşklarına, Haçlı seferlerine doğru ilerlerken, ormandaki sincaplar gibi zıplayarak Avrupa’nın oluşmasına eşlik ediyorduk. Kibirden arınmış tevazu ve ince bir mizah duygusuyla daima biraz geride durarak bilgi paylaşanların kıymetini ve yerlerinin kolay doldurulamayacağını düşündüm. Magna Carta’nın öneminden, Kürt komutanı Selahaddin Eyyubi’nin neden iyi bir asker olduğundan bahsederken yeri geldiğinde “Beşiktaş’la Galatasaray berabere kalınca Fenerbahçe sevinir ya” diye benzetme yapabilen bir hocayla tarihi hayata dokunarak idrak etmeyi isterdim doğrusu.

Çıkışta yakışıklı delikanlıların bana “siz bu sınıfta yenisiniz galiba” demesinin (Birisi editörümüz Tamer Kayaş’ın oğluymuş meğer, olsun Can ve arkadaşı beni henüz tanımıyordu, söylediler bir kere) abartılı sevinciyle birlikte, Murat Belge’nin Buckingham Sarayı anılarını dinleyerek bir İngiliz bahçesinde dolaşıyor edasıyla yürümek gençliğimi diriltti.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Dünyayı incecik bir tülün ardından seyretmek, o puslu mesafeden varoluşun umutsuzluğunu, çaresizliğini duyarak ama buna rağmen isyan ederek yaşamak kusur değil bir tercih de olabilir. Bütün yıkımlara, acılara rağmen dünyanın döneceği bilincinin yarattığı tatminsizlik, insanı duygularına yabancılaştırır. Kimi zaman “hiçliği” bile anlamsız kılan kesif bir bıkkınlık her şeyin saçma olduğunu söyler bize. En fazla ıstırap veren de somut karşılığını bulamayan bu haldir aslında. Zamanın akışını kâğıt kesiği acısına benzer ince bir sızıyla hissederiz. Çoğu kez sadece basit bir melankoli nöbeti sandığımız bu “kırılmayla” birlikte mutlu olmanın imkânsız olduğunu düşünmeye başlarız. Ruhumuzda derin bir oyuk açılmıştır. Avucumuzda gevşekçe tutmaya çalıştığımız yaşama amacı da usulca kayıp gider. Etrafımızda ifadesiz insanlar, soğuk duvarlar, güzelliğini gizleyen gri bir tabiat görmeye başlarız. Bir vakitler bizi biz yapan, asla geriye dönüp bulamayacağımız o kayıp “şeyi” özleriz. Ne istediğimizi, kim olduğumuzu bile unutmuşuzdur. Koca evrenin içi boşalmıştır sanki. Varlığın değil hiç var olmayacak duyguların, insanların kederi yaşadığımızı ve hayatın “absürtlüğünü” olanca gücüyle hatırlatır.

Bazı yazarlar insanın kuytusunda açılan o zifiri uçuruma böyle bir pencereden bakmak istediler. Kökü stoacılara kadar giden, 1945’li yıllarda Avrupa’da moda olmadan evvel Kierkegaard, Heidegger, Jaspers gibi felsefecilerin ürettiği varoluşçu akıma pek yakın hissetmiyorum doğrusu. Camus’nün ve bunu bir ekol haline getiren Sartre’ın kimi romanlarını sevmeme rağmen, insanın varlığını kuşatan dünyayı anlayamamaktan doğan umutsuzlukla hayatı tatsız, saçma göstererek anlamlandırmasına hep biraz mesafeli durdum. Bazıları modern varoluşçuluk deyince hemen Dostoyevski’nin huzursuz romanlarından bahseder ama ben onun deliliğiyle beslenen “bezginliğinin” isyanını diğerlerinden ayrı tutarım. O varoluşçuluğun çıkış noktası sayılan, “Tanrı olmasaydı her şey mubah olacaktı” sözünü, edebiyatın bütün imkânlarını kullanarak, eserlerinde düşünceleri, duyguları paramparça ederek farklı boyutlarıyla tartıştı.


Edebiyat ve umut

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Gümüş bir kasenin içine batırılan fırçadan sızan mürekkebin suda usulca dağılmasını anımsatan bir uysallıkla zamanın çeperinden taşabilenleri severim. Eski bir suluboya resmindeki kadar sade bir yumuşaklıkla insanı anlatabilen yazarları daha çok severim. Günü tüketen hadiselerle basit ihtiraslara yenik düşmek yerine önemsiz gibi görünen ayrıntılarla oyalanmalarındaki ‘isyankârlık’ baş döndürücüdür hakikaten. O özel türün zihni olup biteni değil, hemen öncesinde ya da sonrasındaki kamaşma, kıvılcımlanma, sürtünme, yok olma, ebediyete kavuşma halinin ve onun etrafında genişleyen aydınlanma anlarının kaydını tutar. Kainattaki tüm varlıklarla kurdukları gizli akrabalık onların sessiz dilidir. İnsan dokunmazsa ağaç kambur kalır. Kanatların okşamadığı nehir kurur. Rüzgâr esmezse taş şeklini bulamaz. Yağmurun kırbaçlamadığı ot küser. Vaktinden erken patlayan tomurcuk yaşamaz. Suda yüzebilen ahşabın sırrı özünde saklıdır... Kendini görünmez kılmak için güneş ışığıyla yıkanmış berrak bir denizde renk değiştiren küçük balıklar misali saklanarak yazanla, onu seven arasında bu türden bir yakınlık seziyorum. Dudak izleriyle yıllarca aynı çay fincanının yaldızlarını eskiten iki yabancı gibi edebiyatın koyu gölgesinde gün gelir buluşur onlar.
Tabiatın kibriyle insana korkunç bir ders verdiği dramatik bir felaket sonrasında, muhtemel bir ‘cehennemin’ eşiğinde birbirlerine sıkıca sarılmış dünyanın ortasında yapayalnız duran iki kadını izliyordum televizyonda. Hayatın geçiciliğini kadim kültürlerinden gelip tevekkülle kabullenebilen o insanların ölüm karşısındaki vakur duruşu beni sarstı. Yüzlerindeki kasılmayı gördüm. Ağlamıyorlardı. Yırtıcı bir hayvanın ürkmüş ifadesi yerleşmişti derin çizgilerine. Tanrı, kiraz çiçeklerinin zarafetiyle bereketlendirdiği bir toplumu büyük bir trajediyle cezalandırmıştı. O ürpertici an hissettiklerim, unuttuğum bir kültürün, geleneğin hikâyelerini taşıdı bana. Mişima’yı, Kavabata’yı hatta daha da gerilere gidip sarayda köle olan bir kadının bin yıl önce tuttuğu günlükleri hatırladım.
Sevmediğinde başkalaşanlar...
Pencereyi açıp kış ayazında açan mor sümbüllerimin kokusuyla sarhoş olunca, okyanusun kabaran suları altında kalan bir köyde, vaktiyle sabah nemiyle buğulanan erik ağaçlarının taç yapraklarını gördüm. Varoluşun bütünlüğü insanları ipeksi bağlarla düğümlediğinde aslında ne kadar ‘yakın’ olduğumuzu şaşırarak fark etmiyor muyuz? Hünnap ağaçları, dağların yamacındaki bir tapınaktan gelen çan sesleri, sularla sürüklenen çocukların tiz çığlıkları, alacakaranlıkta ışıldayan beyaz zakkumlar, şafak sökerken peş peşe öten kuşların cıvıltısı, zaaflarında, hırslarında, gelecek tasavvurlarında boğulanların ortak kederi, gülhatmilerle saçlarını süsleyen kadınların neşesi, akik taşlarından yapılmış tespihler, sert bir esintiyle kırılabilen bambular, geceleyin birbirlerinin kanatlarındaki donmuş çiyi temizleyen âşık ördekler, sandıktan çıkan kırık bir yelpaze, baharda başka ağaçlara sarılan mor salkımlar, geceleyin seslerini değiştiren kargalar gibi sevmediğinde başkalaşanlar... Hepimiz bir bütünün birbirinin yerine geçen, tekrar eden parçalarıyız işte...
‘İnsan sevildiği ölçüde zor anımsanır’
Kaba sınırlarla parçaladığımız hayatı incelikli ayrıntılarla buluşturan usta yorumcularından biridir Kavabata. Onun romanlarını okurken dünyevi meselelerin içinde gizlenen, daha evvel belki üzerinde çok düşünmediğimiz için tanımadığımız duyguları harekete geçiren sihirli bir dokunuşla başka âlemlerde dolaşmaya başlarsınız. O çocukluktan miras kalan bozulmamış bir sezgiyle bir insanı çok basit nedenlerle sevebileceğimize inandırabilir. Vaktiyle günahlarının çekiciliği yüzünden kapıldığınız bir ilişkinin ihtiyarladığınızda size neden artık cazip gelmediğini gösterir. Ya da birini sadece iyiliği ve güzelliği nedeniyle seven bir erkeğin yaşadığı sıkıntıyı sözcüklerin arasına yerleştirdiği nedensiz boşluklarla anlatır. Sadece sevginin değil bütün gerçek duygular gibi öfkenin, suçluluk duygusunun da sonsuz olduğunu basit cümlelerle ifade eder. Yaşamı arzuyla, tutkuyla, şehvetle ölüme bağlayan konuşmalarla dolu romanı Bin Beyaz Turna‘da, “Bir insan sevildiği ölçüde zor, nefret edildiği ölçüde kolay anımsanır” diyordu. O ince adacığın üstünde doğup büyüyen bazı kederli, alıngan, hassas, vahşi insanlar gibi o da hayli kabukludur. Ölenlerin bağışlanmayacağını, tam tersine intikam arzusunu kamçılayacağını da söyletiyordu kahramanına.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Genç olmanın serseri ruhuyla övünen bir arkadaşım, vaktiyle “ben insan sevmem, yaptıkları yapabileceklerinin yanında hiç kalır bunların” diye öfkeyle söylenmeye başladığında biraz küçümserdim onu. O kendisiyle ve etrafıyla didişmekten hayatın tadını çıkaramıyordu bana göre. Sonra büyümenin çakıl taşlı yollarında tam ne oldu bilmiyorum. Zaman derisinden soyundu ve değerlerimi kuşatan düşünceler çıplak kaldı. Tıpkı onun gibi insan denilen mahlukatı fena halde ciddiye almaya başladım. Belki çok sıkıldığım için sığındığım kitapların etkisiyle onları bir arkeolog titizliğiyle tahlil ediyor, çok yakınlarına sokulmadan ne için ve nelere rağmen yaşadıklarını idrak etmeye çalışıyordum; Zordu. Yaşamanın kimse için basit ve kolay algılanabilir kuralları yoktu. Bu ‘sonsuz yolculuğun’ manasını hissetmeden telaşla zamanı tüketenler, teğet geçtikleri hayatı bilerek daha da karmaşık hale getiriyordu sanki. Kalabalığın uğultusu kendisini sağırlaştırmıştı. Kimse biraz soluk alıp ötekini dinlemek istemiyordu. Geçmişin gölgesiyle müphem bir geleceğin arasına gerilen ince telin üzerinde durmaya çalışan herkes gibi ben de sıkça dengemi kaybedip o büyük boşluğun kucağına düşüyordum.
Sınırlı bir bilince sahip olmanın ıstırabıyla ‘şimdiki anın’ hazzında kaybolup sonrasında neye dönüşeceğini sezemediğim için zihni bir sükunete ulaşmam mümkün değildi. O merhaleye varmak için ihtiyaç duyduğum bütünlükten, inanç değerlerinden uzaktım. Hala daha epey uzağım korkarım. Ama artık eşyanın tabiatını, ruhun mahiyetini, varoluşun özünü kavrayamadığım için kendime ve çaresiz ‘insana’ o kadar kızamıyorum.
Bilmiyorum, muhtemelen anlama ve anlaşılma çabasından, yapılan bütün hatalar, masum günahlar, ertelenmiş hülyalar için hayatın kabuğuna bir çentik atmaktan yorulmuşumdur. Onun yerine binlerce yıldır bedenlerinden ayrı dolaşan sahipsiz ruhlara, kainatın sonsuzluğunda hiç yok olmadığı halde işitilemeyen seslere, tabiatın hırçınlığına rağmen bu dünyada tutunmaya ant içmiş yalnız bir kaya parçasına, çoktan unutulmuş bir alfabenin bükümlü harflerine, Nisan ayazlarına yenik düşen yanık mimozalara üzülüyorum mesela. Böylesine sade bir teslimiyet, insanın acısına, kabalığına, çaresizliğine dertlenmekten daha anlamlı geliyor artık nedense. Gündelik, sıradan sıkıntıların etrafında hep aynı başlangıç noktasına dönmekten, anı unutmamak için geleceği hatırlamaktan, üşüten ‘yalancı baharlardan’ bezmişim belli ki.

Tabiatın tasasızlığını kıskanıyorum...
Bereketli yağmurları ve mahcup güneşe eşlik eden ürpertici esintisiyle, toprağın altında uykuya dalmışları, kuru dalları, erken tomurcuklanan badem ağaçlarını dirilten baharı beklemek, onun kozmik gücünden medet ummak iyidir. Tabiatla birlikte yeniden dünyaya gelme coşkusu sağaltır, diri tutar. Tuhaf, nedense bu defa hiç gelmeyeceğini bildiğim bir sevgiliyi karanlıkta sessizce bekler gibi karşılıyorum onu. Halbuki kalp gözüyle dünyayı seyre dalınca biliyorum ki; kırlangıçlar bizden daha ihtiyar olan ağaç yuvalarında uyanıp incecik bir esintiyle titreyecek. Ben yine altın dişli esmer kadınların tenekelerindeki ıslak, eflatuni şebboylara bakıp lavanta tarlalarında koşturan neşeli bir çocuk olduğumu sanacağım. Boğaz balıkçılarıyla sohbet ederken yıllar öncesinin yosun kokulu bahar hatıralarıyla avunacağım belki. Pencere önlerine koyduğum mavi cam kaselerde biriktirdiğim şifalı suların birilerini iyileştirdiğini düşünüp küçük mutluluklar keşfedeceğim, kim bilir?

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Kenarları hafifçe kızarmış kayısı renkli bulutların, başıboş serseri çocuklar gibi gökyüzünde dolaştığı bir güz ikindisinde, kuşlarla, balıkçılarla, vapurlarla, ağaçlarla, adasıyla vedalaştığı o hayalet evi görmeye gitmiştim. Zaman o hülyalı günü var gücüyle silmeye çalıştıkça, onun pek güzel anlattığı sıradan anlara dair kısacık şimşek görüntüleriyle aydınlanan hafızamda kalan resimlerden en parlak olanı, nedense yatağın üzerine itinayla katlanarak yerleştirilmiş pijamasıydı. Kitapları, el yazmaları, mektupları, çalışma odası, küçük döner kütüphanesi, balıkçıların oltalarına takılan sessiz deniz bakışlı fotoğrafları değil, muhtemelen ütülemeye çalışırken yaktığı, mahcup pijamasıydı.

Tedirgin bir dokunuşla hemen uykusundan uyanacak gibi duran o ‘yaralı’ pijama, sahibinin gösterişsiz, sakin ama ihtiraslı hayatına ihanet etmekten çekinir gibi öyle sessizce kıvrılıvermişti yatağın ucuna. Kim bilir, belki de sisin, denizi yer yer yırtılmış soluk bir tül perde gibi örttüğü serin sonbahar seherlerinde, lodoslu çocukluk rüyalarına ve gizli günahlarına eşlik eden yanık pijamasıyla bahçede bir cigara tellendirip, adanın tek kır kahvesine doğru yürürken topal martılarla söyleşiyordu hikâyelerinde anlattığı gibi.

Öyle sabahlarda zihninden geçenleri değil, gönülden razı olduğu ‘suskun’ hayattan yüreğine neler sızdığını tahayyül etmeye çalışmıştım yaşadığı sürece çocuğu gibi baktığı vakur ada vapurlarından biriyle şehre dönerken. Geçmişi onun kadar incelikli ayrıntılarla hatırlayamıyorum doğrusu. Belki de ısrarla onun ‘tabiat ve insan sevgisinden’ söz edenlere inat, insanlardan uzak durmayı seçen bir adamın, dudağının kenarındaki kederli bir tebessüm gibi hayatına sinen yalnızlığını anlamaya çalışıyordum. Sonradan Sait Faik’in sağlam ve narin bir kuş yuvası örer gibi kendiliğinden şiirli mısralarla ölümsüzleştirdiği o basit insanlık hallerini, kurgulamaya bile fazla ihtiyaç duymadan yazdığı hikâyelerdeki o eksiklik duygusunu, biraz daha olgunlaşınca maneviyatımla ve kendi tecrübelerimle sezer gibi oldum.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Kavruk bir mandalina ağacının ölü kökünden yonttuğum kadın heykeline dokunuyorum bazen. Onun da bizler gibi hayatının sırlı hikâyeleri var. Ben bir tanesi biliyorum. Şahidiydim. Atını şefkatle tımarlayan bir seyis gibi pütürlü doksunu temizlemek için zımparalıyorum onu arada. Bu ikimizi de büsbütün iyileştirmiyor ama hatıralarla beslenen acıyı diri tutuyor.

Eğer bana “Neden durduk yerde acıyı diriltip üzülelim” derseniz, ben size derim ki “Her acının altında onu gizleyen kederle gölgelenmiş bir mutluluk vardır ve insan çoğu kez bu alacalı duyguyu yaşarken derinden hissedemez”. O zaman yüzüme bakıp sorarsınız belki: “Peki, geriye kalan mutluluk kırıntılarını saf hâliyle hatırlamak mümkün değil mi? ” Ben de derim ki, “Hiçbir duygu o en saf hâliyle kalmıyor. Hikâyelerle kristalize olurken, kendimize söylediğimiz yalanlar gerçeğe, gerçekler yalanlara dönüşüveriyor. Ve biz bu büyük akıntının ortasında dalından düşen çürük meyveler gibi bilinmeyen bir sona doğru sürüklenip duruyoruz”.

Sizi değiştirecek, çoğaltacak, hiç ummadığınız kadar mutlu edecek bazen üzerek sağaltacak, bilmeden benliğinizin zehirli kısmından uzaklaştıracak, ömrünüzü ağulu acılarla törpüleyecek “kayıp hayatları” düşünür müsünüz hiç? Ben çocukluğumdan beri “ıskalanmış ömürler” dükkânı açmak isterim. Ne renkli bir yer olurdu kimbilir. Ama oraya gelenler sadece taammüden kaçırdıklarını görmeyecekler. Geçmişte onları kıvrandıran zorunlu tercihlerinin sonradan nelere mal olduğunu da kendi eksik hikâyeleriyle yapılmış bir film gibi izleyecekler. Kimse gelmek istemezdi benim dükkâna değil mi? Ben de öyle tahmin etmiştim. Yüzleşmek belalıdır ve hâliyle herkesin harcı değildir çünkü.

Devamını Oku