A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Ben Didem Madak’ın şiirleriyle çok geç tanıştım. Şiirlerini bulduğumda onu kaybetmiştik. Sevgili Mahmut Temizyürek, konuşmasının sonunda “Şiir turna kuşudur, döner gelir, kaybolmaz” dedi. Onun bu harika tespitine katılıyorum ve küçük bir ekleme yapmak istiyorum. Şiir bana göre nereden ve nasıl ne vakit geleceği belli olmayan bir mucizedir. Onunla karşılaştığınızda eğer gerçekten severseniz hayatınızın geri kalanında onu karnınızda, yüreğinizde, bakışlarınızda, kelimelerinizde taşıyacağınızı da sezersiniz.

Didem’in kitaplarından birini rastgele açıp efsunlu kaleminden dökülen tek bir mısra okuduğumda onu bir daha hiç unutmayacağımı anlamıştım. Farklı iklimiyle has olduğunu hissettiren şiir fena esir alır insanı. Bunu öğreneli çok olmuştu ama o ansızın hayatıma sızıp ‘Hiç borcu olmadığı için çok acıyan şiirleriyle’ bilerek acıttı canımı.

Didem Madak’ın ‘Grapon Kağıtları’ ismini verdiği kitap için yazdığı cümleler, hayatıyla iç içe geçen şiirinin çıplak tabiatını da açıkca gösteriyor: “Bu kitapta yer alan şahıs ve mekanların gerçekle alakaları tamdır. Kahramanları hep yanlış ata oynayanlardır. Kediler, kadınlar, muhabbet kuşları, gözyaşları…hepsi sahiden vardır ve bir dönem yaşamışlardır. Şiirden hazetmeyenler, Grapon Kağıtları’nı yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mırıldanabilirler”.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Kıpırtısız bir gölün kıyısında, boyunlarını çok hafif bir rüzgârla eğen sazlıkların arasındaki sarı nilüferlere bakarken kökleriyle yuvalarına tutundukları ilk ânı hayal ettim. İnsandan çok daha uzun yaşayabildiği söylenen o mahcup bitkiler için zaman yoktu. Tohumlarını tabiata savuranları tanımıyor, bildikleri hayatla hiç vedalaşmayacakmış gibi sessizce salınıp duruyorlardı. Eğer insanın bitkilerle ilişkisi hakkındaki çok eski gerçekleri bilip, ‘başlangıç ve bitiş’ tasavvuruna sahip olabilselerdi, sert tecrübelerle yaşlandıkça bizim kadar rahatlayabilirler miydi?

Sonbaharın son cılız ışıklarıyla bulutlanan gölün üzerindeki tahta iskelede oturmuş, yeşil, minik kadifemsi başlarını hayvanlara özgü o bilinçsiz neşeyle suyun içine daldırıp çıkaran ördekleri izlerken, geleceği tutkuyla merak eden insanın başlangıçlara karşı böylesine hoyrat olabilmesinin gerçek sebeplerini merak ediyordum. Bir gece evvel yabancı bir otel odasında okumaya başladığım kitabın ‘âşıklarıyla’ sonunu sezemediğim uzun bir seyahate çıkmıştım. Onlara can veren yazar, başlangıç ânına adım attıkları efsunlu anları, birbirlerinin içinde nasıl kaybolduklarını, anılarla bedenlerinin eksikliklerini tamamlayan hikâyelerini o kadar çarpıcı cümlelerle anlatıyordu ki sonlarını hiç bilmek istemiyordum. Baktığım her nesnede, insan yüzlerinin gizli haritasında onları görmek, iç dünyalarını görünmez bağlarla ören mucizevî keşiflerine tanık olmayı arzuluyordum sadece.

Avery ve Jean’ın güçlü sevgisi, şiddetli bir akıntıyla sürüklenip şekillenen taşlar gibi yavaşça zihnimde hayat buluyordu. Avery, “hep motellerde buluşalım, yüzyıl beraber olduktan sonra bile” diyordu. Ben huzurla ve hınzırca gülümsüyordum. Günbatımının cılızlaşan ışığıyla önümden geçiyorlardı. Güneş geride bıraktıklarını aydınlatırken Jean o günün hareketsizliğinin sadece onlara ait olduğunu düşünüyordu. Küçük mutfak penceresinin önünde, ağaçların arasından süzülen rüzgârı dinleyip baş başa yemek yerlerken Avery, hayatında ilk kez o basit mutluluğu tattığı için kendisini bu dünyaya ait hissediyordu. Birbirlerine anlattıkları hikâyelerin içinde kendilerini şaşırtan cümleler oluyordu genellikle. Jean, “birini unuttuktan sonra bile mutluluklarının ya da hüzünlerinin sesini hatırlayabiliyorsun.Bedeninde hissedebiliyorsun” diyordu. O vakit içiniz burkuluyordu biraz. Unutmanın sandığınız kadar kolay olmadığını hatırlatıyordu size yazar. Karanlık ormanın içinde trenin tıkırtısı usulca kaybolurken, Jean aşk ânının, ‘tek bir gecede insanın tenine nüfuz edebileceğini, bir dalın ucuna toplanan su damlası gibi birikerek gelmediğini –tüm hayatını başka bir hayata geçirme ânı olmadığını- daha çok arkamızda bıraktıklarımızla tanımlandığını’ söylüyordu. Avery içinse ‘aşk ânı’ daha başkaydı. Uzun zaman önce içinde bir parça kopmuştu ve yıllar boyu sisteminde dolanarak kendisine acı veren bu tehlikeli parçayı sonunda tanımıştı. Artık o ağrıya dönüp şöyle diyebiliyordu: “Ah, demek o sendin.” Sonra yan yana uzanıp, avuçlarının içine Dünya haritasının yumuşak kıvrımlarını çizerek yıldızlı hikâyeler anlatıyorlardı. Avery onun kolunu okşarken, Jean aklına gelen bütün bitki isimlerini sayıyordu. Ve o sırada erkek onunla birlikte yaşlanmanın nasıl olacağını hayal ediyordu. Kadının geçmişi hakkında her şeyi biliyordu ve bu acısını keskinleştiriyordu.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Kıpırtısız bir gölün kıyısında, boyunlarını çok hafif bir rüzgârla eğen sazlıkların arasındaki sarı nilüferlere bakarken kökleriyle yuvalarına tutundukları ilk ânı hayal ettim. İnsandan çok daha uzun yaşayabildiği söylenen o mahcup bitkiler için zaman yoktu. Tohumlarını tabiata savuranları tanımıyor, bildikleri hayatla hiç vedalaşmayacakmış gibi sessizce salınıp duruyorlardı. Eğer insanın bitkilerle ilişkisi hakkındaki çok eski gerçekleri bilip, ‘başlangıç ve bitiş’ tasavvuruna sahip olabilselerdi, sert tecrübelerle yaşlandıkça bizim kadar rahatlayabilirler miydi?

Sonbaharın son cılız ışıklarıyla bulutlanan gölün üzerindeki tahta iskelede oturmuş, yeşil, minik kadifemsi başlarını hayvanlara özgü o bilinçsiz neşeyle suyun içine daldırıp çıkaran ördekleri izlerken, geleceği tutkuyla merak eden insanın başlangıçlara karşı böylesine hoyrat olabilmesinin gerçek sebeplerini merak ediyordum. Bir gece evvel yabancı bir otel odasında okumaya başladığım kitabın ‘âşıklarıyla’ sonunu sezemediğim uzun bir seyahate çıkmıştım. Onlara can veren yazar, başlangıç ânına adım attıkları efsunlu anları, birbirlerinin içinde nasıl kaybolduklarını, anılarla bedenlerinin eksikliklerini tamamlayan hikâyelerini o kadar çarpıcı cümlelerle anlatıyordu ki sonlarını hiç bilmek istemiyordum. Baktığım her nesnede, insan yüzlerinin gizli haritasında onları görmek, iç dünyalarını görünmez bağlarla ören mucizevî keşiflerine tanık olmayı arzuluyordum sadece.

Avery ve Jean’ın güçlü sevgisi, şiddetli bir akıntıyla sürüklenip şekillenen taşlar gibi yavaşça zihnimde hayat buluyordu. Avery, “hep motellerde buluşalım, yüzyıl beraber olduktan sonra bile” diyordu. Ben huzurla ve hınzırca gülümsüyordum. Günbatımının cılızlaşan ışığıyla önümden geçiyorlardı. Güneş geride bıraktıklarını aydınlatırken Jean o günün hareketsizliğinin sadece onlara ait olduğunu düşünüyordu. Küçük mutfak penceresinin önünde, ağaçların arasından süzülen rüzgârı dinleyip baş başa yemek yerlerken Avery, hayatında ilk kez o basit mutluluğu tattığı için kendisini bu dünyaya ait hissediyordu. Birbirlerine anlattıkları hikâyelerin içinde kendilerini şaşırtan cümleler oluyordu genellikle. Jean, “birini unuttuktan sonra bile mutluluklarının ya da hüzünlerinin sesini hatırlayabiliyorsun. Bedeninde hissedebiliyorsun” diyordu. O vakit içiniz burkuluyordu biraz. Unutmanın sandığınız kadar kolay olmadığını hatırlatıyordu size yazar. Karanlık ormanın içinde trenin tıkırtısı usulca kaybolurken, Jean aşk ânının, ‘tek bir gecede insanın tenine nüfuz edebileceğini, bir dalın ucuna toplanan su damlası gibi birikerek gelmediğini –tüm hayatını başka bir hayata geçirme ânı olmadığını- daha çok arkamızda bıraktıklarımızla tanımlandığını’ söylüyordu. Avery içinse ‘aşk ânı’ daha başkaydı. Uzun zaman önce içinde bir parça kopmuştu ve yıllar boyu sisteminde dolanarak kendisine acı veren bu tehlikeli parçayı sonunda tanımıştı. Artık o ağrıya dönüp şöyle diyebiliyordu: “Ah, demek o sendin.” Sonra yan yana uzanıp, avuçlarının içine Dünya haritasının yumuşak kıvrımlarını çizerek yıldızlı hikâyeler anlatıyorlardı. Avery onun kolunu okşarken, Jean aklına gelen bütün bitki isimlerini sayıyordu. Ve o sırada erkek onunla birlikte yaşlanmanın nasıl olacağını hayal ediyordu. Kadının geçmişi hakkında her şeyi biliyordu ve bu acısını keskinleştiriyordu.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Yumuşak, ufak kavisler çizerek yeryüzüne usul usul dökülmekten sıkılıp göğün ağarmış boşluğunda kaybolan kar tozlarıyla konuşuyorum. Damlarda seken martıların cılız bacaklarında, ak sakallı bir ihtiyarın kamburunda, yalnız çocukların ayazla kızaran avuç içlerinde, hep üşüyen bir kadının kuzguni saçlarında dolaşırken bana tekinsiz hayatın dilini tercüme ediyorlar. Aşkın, acının, suçluluk duygusunun tabiatına meydan okumaya çalışanları kâinatın masumiyetine inandırmak isteyen masalsı görüntüsünü seviyorum. Hayatın intikamcı olduğunu kısa bir süre de olsa unutturma kadrine sahip bembeyaz bir resmin içinde, yüz yıl önce kendine mutluluğu yasaklayan bir kadının hikâyesini okuyorum. Öylesine derin bir sessizliğin içine gömülmüşüm ki beni gören hiç kimse ne hissettiğimi anlayamaz. Arada mavi çan çiçekleriyle bezenmiş yaşlı fincanımdaki bergamot kokulu çaydan bir yudum alıp Boğaz’dan geçen şileplere bakıyorum. Buğulu, karanlık bir gecenin içinden geçerken hiç acele etmeden kayıp giden bir yıldız gibi süzülüyorlar. Bir kerelik olduğuna inandığımız hayat tecrübesiyle kıvranırken, yaşamın ve ölümün manasını neden bir bütün olarak idrak edemediğimizi düşünüyorum. Hep hazırlıksız yakalanıyoruz. Aşka, yaşamaya, onun doğal bir parçası olan ölüme... Zırhlarımızı kuşanıp sonunu bilmediğimiz maceralarda dolaşırken kendimize sıkıca tembihlediklerimizi unutmuş gibi sürüklenip duruyoruz. Biraz yaşama taklidi yaparak, biraz da kim olduğumuzu ve neden bu dünyadan geçip gittiğimizi unutarak varoluşun hakikatine tutunmaya çalışıyoruz.


Aşk, kaderin bir kaprisi mi?

Aşk ve ölüm, bir denklemin bilinemeyenleri... İnsanı yaratıcı kılan esrarengiz bir gelecek vaat ediyorlar. Aşkı kaderin bir kaprisi gibi gören, alçakgönüllülük ve cesaret yoksa aşk yoktur, diyen Bauman, ondan kaçılamayacağını, ertelenemeyeceğini söylüyordu. Hakiki bir aşkın ölümle benzerliği ne tuhaf değil mi? Sonunu bilemediğimiz tuhaf bir yolculuğa çıkmayı bu kadar çok arzulamak neden? İmkânsız bir geleceğin içinde kaybolmayı istemeye iten bu zehirli içgüdü hakkında düşünmek beni fena halde kışkırtıyor. Camille Claudel’in unutulmuş biyografisini tekrar okurken neden bu yazıyı yazmak istediğimi de keşfettim; kâinatta hepimizi birleştiren, bir yapboz oyununun parçalarını tamamlayan eksik hikâyeler var.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

İnsan sevdiğini üzer mi, gibi klişe bir sayıklama, Oscar Wilde’ın unutulmaz baladında söylediği gibi “herkes sevdiğini öldürür” ama neden sorusuna dönüştüğünde kurcaladığı kaotik duygu dünyanızı nasıl ifade edersiniz? Biraz zor değil mi?

Çok sevilen bir kadın, bir erkek tarafından ‘yok edilmenin’ hayal kırıklığı, cam kırıkları misali parçalanan gururu ve yakıcı ümitsizliğiyle yola devam edebilmek için, bu gerçeğin romantik bir mısradan ibaret olduğuna inananların çoğunlukta olduğu muhakkak. Ben kendisini kandırabilen aklın kurguladığı ‘son’lara inanmak istemediğimden belki bu engebeli yolda kabalıktan hemen ayrılıyorum. Ve kaybetmek istemediğim billur anları sonsuza kadar hafızamda muhafaza edebilmek adına o ölümsüz mısraların manayı genişleten bütünlüğüne sığınıyorum: Ama gene de herkes sevdiğini öldürür/ Bu böylece biline/ Kimi bunu kin yüklü bakışlarıyla yapar/ Kimi de okşayıcı bir sözle öldürür/ Korkak, bir öpücükle/ Yüreklisi kılıçla, bir kılıçla öldürür! / Kimi insan aşkını gençliğinde öldürür/ Kimi sevgilisini yaşlılığına saklar; / Bazıları öldürür arzunun elleriyle/ Altın’ın elleriyle boğar bazı insanlar/ Bunların en üstünü bıçak kullanır çünkü/ Böylelikle ölenler çabuk soğuyup donar.

Kimbilir, muhtemelen cesareti ancak okşayıcı bir sözle ya da korkak bir öpücükle öldürmeye yetenlerin güvensiz tabiatına sadık kalmayı fena tecrübelerle öğrendiğimizden aniden bıçağını çekenleri biraz küçümsüyoruz. Zihinlerini, yüreklerini kuşatan korkularla da sevebileceklerine inanmıyoruz. Hayatın çıplak gerçekleriyle yüzleşmenin bir tercih değil pekâlâ bir zorunluluk olduğunu çoktan unutmuş gibi yalpalayıp duran yorgun ve kırılgan ruhlarımız, her seferinde bize ‘kolayı’ seçmemizi tavsiye ediyor. Kulağımıza fısıldanan, çocukluğumuzdan beri sevginin gücüyle içselleştirdiğimiz sıradan bir hayat bilgisi bu: İnsan hiç sevdiğini öldürür mü?

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Kaldırım kenarlarındaki cılız ağaçların gölgelerine serazat uzanmış köpeklerden başka kimsenin güneşle karşılaşmak istemeyeceği kadar sıcak bir gündü. Reha Mağden, yazı işleri toplantısının mutat bezgin ruhunu üzerinden toz gibi silkelemiş, içinden her daim hayat fışkıran güçlü sesiyle gençleri soğuk bir şeyler içmeye davet etmişti. O zamanlar ıssız Anadolu kasabalarını andıran bugünün plazalar semtinde şık kahveler yoktu. Üç kişinin ancak sığabileceği kulübeden bozma bakkalın sundurmasına çöküp yazarlardan bahsettiğimizi hatırlıyorum. Cigarasının acı tadına eşlik eden soğuk birası onu çok keyiflendirmişti. Beni güldürmek için “Bak gardaş”, diyerek başladı her zamanki gibi cümlesine (böyle konuşmanın onu sempatik kıldığını iyi biliyordu) ve sonra hayalinin resmini çiziverdi; “şimdi gidip sıcak bir ülkenin kasvetli kasabasında tenha bir bara tünesek. Tepemizde bozuk bir vantilatör pır pır dönse. İsterse dönmesin ama orda dursun. Birbirini tanımayan insanlar sokak tozlarına öyle bakakalsın. Sevmenin hiç kuralı, nedeni, yeri, zamanı olmasın...”. Kaptırmış anlatıyordu. “Yapma yahu, nasıl olacak o”, diye sözünü kestim, gençliğin, en küstah, umursamaz tonuyla. Yüzüme hiç bakmadan “Sen ‘Yalnız Bir...” dediği anda, “Evet okudum, Avcıdır Yürek’” dedim. Böyle ani bir cevap beklemiyordu herhalde. Kocaman, aydınlık bir tebessüm yayıldı yüzüne. O kitabı okumama neden o kadar çok sevindiğini o günkü aklım kavrayamadı, hakiki bir sevda yanığının nasıl iz bırakacağını hayat henüz öğretmemişti çünkü.

Reha, altı yıldır yok ve biz o gün onunla hayatı, ölümü ve zamanı hiç umursamadan konuşurken “nasıl da yakarak anlatır aşkı” diye tarif ettiği Carson McCullers’la aynı yaşta öleceğini bilmiyorduk. Hırçın bir arı şişesine konmaya çalışıyordu. Uzakta oynayan çocukların sevinç çığlıklarıyla, kızgın güneşte parlayan asfaltın vınıltısını belli belirsiz işitiyorduk. Sıcak kelimelerimizi susuz kalmış çiçekler gibi kurutmuştu. Çok sevip ‘kaybolanlardan’, sevemediği için ansızın yok olanlardan bahsediyorduk mırıl mırıl. Ne kadar da benziyorlardı birbirlerine. Havada tarladan biraz evvel toplanmış taze, pudralı çilek kokusu vardı sanki. O günkü adıyla, ‘Hüzünlü Kahvenin Türküsü’ndeki Amelia’nın iyileştiren, bir anda yıldızları büyüten içkisini tarif edişini hatırlamaya çalıştık. Hayatında dokuma tezgâhından başka bir şey görmemiş işçiler, ondan içince ansızın bataklık zambağına rastlayabiliyordu galiba. Bataklık zambağı neye benziyordu acaba? Derin acılar içinde kıvranabilir ya da zevkten büsbütün başı dönebilirdi insanın. Reha’ın sevdiği konulardı bunlar. Sert bir emirle tekrar toplantıya çağrılana kadar ve sonraki sohbetlerimizde karşılıksız sevdalardan, yoksulluktan, hor görülenlerden, delilerden, aşkın şiddetinden, dünyaya arsızca sataşma arzusundan, kalabalıkların gizlice küçümsediği yazı hazzından bahsettik.


Felçli bir hayat...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Derin bir uğultuyla, gölgeli yüzlere yansıyan mor ışığın birbirine karıştığı kalabalık ve loş bir mekânda, arkadaşımla sohbet ederken çocuksu bir merakla onu da izliyordum. Yazarların ‘yazma hallerinden’ ziyade insanlarla biraradayken hayata nasıl dokundukları hatta nasıl ‘dokunamadıkları’ ilgimi çekiyor nedense. Genellemek doğru değil belki ama malzemesi ağırlıkla ‘insan’ olan bu tuhaf ırk, insanlarla biraraya geldiğinde kayboluyor. Evet, bence doğru sözcük bu, ‘kayboluyorlar’. Üstelik hepsi başka kimliklere bürünerek ve çok farklı biçimlerde...

Onu uzaktan bana ait olmayan yabancı bir bakışla izlerken zihnimde buna benzer fikirler dolaşıyordu işte. Ahmet’e dedim ki, “Baksana ne hoş görünüyor. Sigarayı tersinden yaktı, öyle kendi isli yalnızlığını dinleyip dumanları içine çekiyor”. Arkadaşım iyi kalpli olduğu için hemen yanına koştu ve onu nazikçe uyardı. Doğrusu ben acımasız bir bencillikle, romanlarını sevdiğim bir yazarın sahici, kabuklu görüntüsünü bir süre daha gizlice izlemeyi tercih ederdim. Ahmet, o muhteşem anı bozdu diye üzüldüm biraz. Ama bir defa görmüştüm işte. Onun hafızamda hep o görüntüyle kalacağını bilmenin hazzı bana yetti. Bahsettiğim yazar Hasan Ali Toptaş.

SÖZCÜKLERDEN HAYAT YAPANLAR

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bazen berbat bir ‘sıkışmışlık’ duygusundan sıyrılabilmek için kendime hayali seyahatler icat ediyorum. Bu his daha ziyade bildiğim, tanıdığım dünyayla arama mesafe koyma arzusuyla ilgili. Geçenlerde bir arkadaşıma anlatıyordum: “Bir gemi olsa, olmayan bir ülkeye doğru öylece binip gitsek. Geçmişe dair yanımıza hiçbir şey almasak” dedim. Ama sonra o çıplak yalnızlık hissi ürpertti beni. Aniden “Sevdiğimiz şiir kitaplarını, şarkı söyleyebilen güzel sesli kadınları, kekremsi şarapları, hatta mümkünse biraz da yeşil erik alalım” dedim. “Olabilir ama istersen kitap yerine direk şairleri alalım, hem zaten sen bazılarını da tanıyorsun” diye dalgasını geçti benimle. Hemen itiraz ettim tabii. “Yok istemem, ben aralarında bir süre gönüllü bulundum, hâlâ ara sıra ziyaretlerine gider, onlara hayatın sıkıcı gerçeklerinden bahsederim. İyi çocuklardır ama mümkünse biz sadece yanımıza onların ‘sonsuz’ mısralarını alalım” dedim.

YERYÜZÜNDEN SÖKÜP ATAMAZSINIZ!

Hakikaten bir süre zamanın ve hayatın tutsaklığından kurtulup ufuk çizgisine bakarak sadece sevdiğim şiirleri okumak isterdim. Şair Ahmet Güntan’ın söylediği gibi “edebiyat dünyayı araya sokar, şiir dünyayı aradan çıkarır” çünkü. O saf şiir için edebiyatın unutulması gerektiğine inanıyor. “Şair olunmaz, doğulur” diyor. “Ya öylesinizdir ya da değilsinizdir” demek istiyor açıkça. Fevkalade haklı. Onları tanırım, dedim ya aralarında biraz bulundum. Edebiyatçılara karşı da biraz mesafeli ve ‘acımasız’. Onun şiir üzerine yazdığı makaleleri okurken hınzırca gülümsedim. “Edebiyatçı doğulmaz, olunur” diye ekliyor sonra.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Kristal vazoya itinayla yerleştirdiğim güllerin değişimini bir ayine eşlik eder gibi izliyorum günlerdir. Kanatları kınaya batmış bir kelebek misali parlayan yaprakları büsbütün kurudu. Oysa henüz açılmamış minik tomurcukların döngüsünü ağırdan tamamlayabilmesi için her gün sularını değiştirip, saplarını kesiyordum. Ama olmadı işte; o güller yüzünü bana göstermedi. Bazen çok arzuladıklarımızı da böyle kavuşamadan kaybederiz. Hiç gerçekleşmeyeceğini bildiğimiz bir hayalin, hata olduğunu en başından beri ürpertiyle hissettiğiniz bir ‘maceranın’ peşinden koşar dururuz. Umut ederek yaşamaya devam etmek ruhu sağaltır, diri tutar çünkü ama aynı zamanda insanı tahayyül bile edemeyeceği uçurumlara da sürükleyebilir.

Kendine karşı dürüst olduğunu sananlar, “Onu –o her neyse– çok istediğim halde, buna cesaret edememek utandırırdı beni” diye avutabilir kendini ama gerçekte bu mücadelenin ne kadar süreceğini bilemez. Bir gün, bir ay, yirmi yıl ya da koca bir ömür. İnsanın kendi iradesiyle sevmeye, arzulamaya karar verip, tercihlerinden istediği vakit vazgeçememesi en ıstırap verici çelişkilerinden birisi. O sıkışmışlık hissinden kurtulmak için fazla kıpırdamadan geleceği tersine çevirmek, hükmedemediğimiz kaderimizi değiştirmek isteriz. Yapamayınca, ışık kırılmalarıyla denizin dibinde farklı görünen yosunlara, balıklara, taşlara bakar gibi seyrederiz başımıza gelenleri. Çok çekici ve aynı zamanda çok acıtan bir yanılsama bu. ‘Şimdiki an’ bilincini yitirip kalabalığın uğultusunda kaybolmak... Kâbuslarda dili tutulanlar gibi hayatın içinde yalnızlaşmak... Susmak, sessizlikle çoğalmak, konuşarak eksilmek, ürkek bakışları dünyanın gözlerinden biteviye kaçırmak...


Çıkarılamayan bir kıymık gibi...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Geçenlerde bir arkadaşım, ona çok yakışan ketum bir edayla “Hayat suskunluğu öğrenme sanatıdır” dedi. O bir şair. Bunu benim gibi kelimeleri düzyazı vadisinin yarlarından başıboş kozalaklar gibi yuvarlayarak hayatı anlamaya çalışan birine söylemesinin makul bir sebebi de vardır elbet. Kibarca “gevezelik sanatından” vazgeç dedi sanırım. Halbuki bazen gevezeliğin susmanın en perdelisi olduğunu kendisi de pekâlâ bilir.

Şairlerin böyle tumturaklı lafları dünyanın en sıradan cümlesini fısıldar gibi söylemelerine şaşmamalı. Kelimelerin arasına itinayla yerleştirdikleri boşluklardan beslenen esrik ruhları ve harflerin ağızlarda tıkırdamasına mani olan ritim sezgileriyle, insanın sonsuzluğunu bir şimşek çakımı kadar kısa anların içine sığdırdıkları mısralarla dünyaya savurmaları, onları biz ‘geveze fanilerden’ farklı kılıyor. Bunu anlamak pek zor değil, hatta bu sempatik kibri nesrin dalgalarıyla oynaşmayı sevenlerin daha içeriden hissedebildiğini söylemeliyim; lakin beni suskunluğu öğrenme sanatından ziyade hayat denen muammanın derininde gizlenen ‘sırlar’ kışkırtıyor. Görünmeyeni görünür kılan hakikate kavuşmak için ihtiyacımız olan ‘bilgeliğin’, bilincin, sır dolu sandıklarda uyumaya bırakıldığına inanıyorum çünkü. Eğer bir insan susmak istiyorsa onun ‘suskunluğunu’ değil nasıl sustuğunu önemsemem belki bu yüzdendir. Ancak böyle şefkatli bir bakışla, şairlerin “Çok uzun anlatmak gerekti ve biz sadece imayla geçtik” diyen müstehzi tavrını onlara rağmen büyülü bulurum. Necatigil’in “Çoklarından düşüyor da bunca/ Görmüyor gelip geçenler/ Eğilip alıyorum/ Solgun bir gül oluyor dokununca” mısralarını hatırladığımda tevazula susanların kalp makamına kabul edilmişim gibi hissetmem, şairin sırrı bilerek saklamasındandır muhtemelen.


Tabiatın konuşan hali...

Devamını Oku