Yaz ikindilerinin loş odalarında okumak isterim ben onu. Henüz kırışmamış taze çarşaflarda, beyaz uykuların sonunda, saçlarını toprağa bırakan salkım söğütlerinin dibinde, seslerin duvarlarda çatladığı tenha avlularda, dağların serinliğini içine çeken geniş teraslarda, kameriyelerin gölgesindeki alçak sedirlerde, tıpırtılı yağmur saçaklarının altında...
Onun incecik dokunuşlarından çıkan en dingin mısra bile görünmez dikeniyle orasını burasını çizer insanın. İçerden yanan şair, bu ‘dünyanın katı huyundan’ intikamını kelimelerle alınca okurunu da haliyle ta içerden yakıyor. Ağrıttığı yerin ağulu acısı geçmiyor öyle kolayına. Şimdiki zamanın tasasız kıpırtısıyla avunurken siz, onun kanatlı mısraları usul usul dönmeye devam ediyor içinizde. Sonsuzluk hissinin kıyısında geçici bir varlık olmanın kederli, lirik bazen de sert sesini işitiyorsunuz. Öylece durup dağlara, göğe, ağaçlara, kuşlara, denize, sonra yine durup kendi karanlık uçurumunuzdan aşağı bakıyorsunuz o vakit. Başınız dönüyor, durduğunuz yerin altında tersine akan nehirler uğulduyor. Karanlıkla aydınlığı ayıran silik bir çizgide hayatı kalbiyle yoklayan uyurgezerler misali sallanıyorsunuz.
Yeryüzünün acılarla yarılan kalın kabuğuna, insanın kusuruna, uçucu zamana, parçası olduğun tabiatın yüzüne bakışlarını kaçırmadan bak, diyor size sanki. Korkmadan bak, derdinin biriktiği yerdeyim, burada, dünyanın ucunda seni bekliyorum, diyor. Biraz korkuyorsunuz haliyle. Böyle hakiki bir ‘çıplaklığa’ dokununca ürperiyorsunuz çünkü. Olduğunuz yere yığılıverecekmişsiniz gibi sendelerken hayatın tekinsiz boşluğunda yine onun dizelerine tutunuyorsunuz. ‘Kederlerini yol yapıp önüne gidenlerin’ peşine takılıyorsunuz. Sarsarken okşayarak iyileştirebilen şairlerin hasıdır o. Düşüncelerin tutarlı ikliminden sıyrılıp ılık hisler âleminde soluklanmak isteyenlere kapısını cömertçe açar ama duyguların içini boşaltan gevşeklikten, manayı çürüten ağırlıktan hoşlanmaz onun zarif şiiri.
Sadece yıldızlardan değil, hafif bir kımıltıyla uzanıp dokunabileceğim bütün varlıklardan daha yakın görünüyor mehtap. Öyle kışkırtıcı bir yüzü var ki bakışlarımı onun tılsımlı bilinmezliğinden alıp suni ışıklar saçan bilgisayar ekranına çeviremiyorum bir türlü. Etrafı gümüşten sicimlerle halelenmiş incecik ay, şeffaf bir ayna gibi gök kubbede asılı kalmış. Biri ona yanlışlıkla haddinden uzun baksa yeryüzüne düşüp milyonlarca parçaya ayrılacak, yüreklere kıymık gibi batacak sanki. Yazarak düşünmek, çatlak duygularımın izlerini belli edecek taşları yerinden oynatmak istemediğim için muhtelif bahaneler icat ettikten sonra çaresiz masanın başına geçiyorum.
Arada volta attığım odanın penceresine yaklaşıp dev sokak lambalarının aydınlattığı çöp yığınına bakıyorum. Biliyorum biraz sonra o cılız bacaklarını ağırlaştıran yalpalayışıyla gelecek. Önce kâğıt yığınından şişeleri ayıklayacak. Birer birer ters çevirip son damlalarıyla halleşirken homurdanacak. Sonra yeşil, mavi, beyaz camlar misketler gibi şıngır şıngır yokuştan aşağıya yuvarlanacak. Eğer hırka, çorap türü çaput bulursa onları itinayla katlayacak. Keyfi olursa rüzgârda titreşen poşetlerin dibine çöküp bir izmarit yakar. Gece hava tarçınlı cevizli anne kurabiyesi kokuyor. Çiçeğe durmuş eriklerin pembe yapraklarını uçuran ılık bir meltem esiyor Boğaz’dan. Belki daha uzun kalır. O gelmediğinde kimsenin meraklandığını sanmıyorum. Ötekine yabancılaşmanın çürüterek yalnızlaştırdığını kavrayabilseler belki onlar da kaygılanır ama bilmiyorlar işte. Kimsesizliğin yanık tülü öylesine uçucu ki, adamın beyaz çiğ ışığın altında parlayan kızıl sakalları bile bakışlara değmiyor. “Yoksulluğun prensi”, her akşam karnını doyurmak için ava çıkan kızgın martılar gibi çöp dağının üzerine tünüyor. Bense onu başka bir gezegende yaşıyormuş gibi uzaktan izliyorum. Bütün yaptığım bu. Bazen düşünüyorum da bir gece onunla “okyanusun” zifiri sularına dalıp, çocukluğumuzdan kalan eski bir hatırayı arar gibi kimbilir hangi omuzlara dokunan ceketlerden kopmuş kırık düğmelerin, eprimiş bir mendilin, eşini arayan yırtık bir terliğin, en kıymetli sayfalarını kaybetmiş defterlerin peşine düşsek. Birbirimizi kalp gözüyle anlar mıydık? Sanmıyorum. Bunun için ikimiz de epey yaşlıyız artık.
Kelimeler yuvanızdır!
Bu pazar, tembellik hakkınızı biraz erteleyip vatandaşlık hakkınızı kullanmak için her zamankinden daha hızlı ve çevik hareketlerle güne başlayacaksınız muhtemelen. Kim olduğunuza, var oluşunuzla neye hizmet ettiğinize, eskimiş hayallerinize, hayatta gerçekten ne istediğinize, gündelik hayatınızı düzenleyecek ihtiyaçlara çok da aldırış etmeden birilerine ‘evet’, kaçınılmaz olarak birilerine de ‘hayır’ diyecekseniz. Düzenin çoktandır sizi sıkıştırdığı kapanın adı ‘siyaset’ çünkü. Tercihlerinizi, epeydir hissettiklerinizle, vicdanınızla, aklınızla değil size dayatılan çürümüş bir sistemin artık pek geçerli olmayan ölçüleriyle kullanmak durumunda bırakıldınız. İşin tuhafı, bu sadece burayı yönetenlerin kabahati de değil.
Hayatı cam bir kavanozdan seyrederken, soru sormamanın, fazla merak etmemenin, diğerlerini korku ve kibirle ötekileştirmenin, hakikati kalple idrak etmeye çalışanları küçümsemenin, bazen gerçekleri gizlemenin sinsi rahatlığıyla yaşıyoruz aslında. Hayatın gerçekte ne olduğunu, bize ne ifade ettiğini çok iyi tarif edemediğimiz için belki, kendimizi yok ederek oynadığımız tuzaklı bir oyunun içindeyiz sürekli. Hepimiz farklı kimliklerle bir biçimde bu oyunu oynuyoruz.
Peki, bir gün için bütün kuralları toplum tarafından ezberletilmiş bu oyunu oynamaktan vazgeçsek ne olur, ne değişir hayatımızda? Bütün gün televizyonlarda ve gazetelerdeki yorumlara, soğuk rakamların dizili olduğu grafiklere baktıktan sonra ertesi gün hayata nasıl devam edeceğimizi bilmiyor muyuz? Kimlere kızacağımızı, kimlerden demokrasi dileneceğimizi, iktidarın çizdiği yolda hayatımızın nasıl şekilleneceğini bilmiyor muyuz, elbette biliyoruz. Hayatın kendisi bunu sürekli farklı biçimlerde hatırlatıyor zaten.
İsmi “hayat ışığı” anlamına gelen asırlık hastanenin bahçesinde, zaman bilincini yitirmiş bir meczup misali dalgın bir hayranlıkla izlediğim tabiatın deruni sükûnetinde hissetim o kırılmayı. Geçen sene başka bir vesileyle gelip altında oturduğum ihtiyar salkımsöğüt, akıp giden mevsimlere, hayatın debdebesine, süratle değişen manzaralarına, yanından geçip giden insanların aldırışsızlığına inat ak saçlarını öylece toprağa salmış Boğaz’a bakıyordu. Sislerin arasından süzülen huzmelerin munis denizle oynaşması ikimizin de muhayyilesini kışkırtmaya çalıştı ama işe yaramadı. Bir balıkçı motorunun tıpırtısı sessizliği delip geçti. Hemşireler, sedefli bir aydınlığın içinde neşeyle şakıyan kuşlar gibi uçuştular.
Caddeden gelen korna sesleri, çocuk çığlıkları, simitçinin kelimeleri sündüren yanık sesi, ezanın titreyerek gök kubbeye yükselen tınısı, telaşla koşturan insan gürültüsü, hepsi birer birer uzaklaştı. Yakınlardaki bir kilisenin çanları son kez boşlukta yankılandı ve sonra dünya büsbütün sustu. Deniz kuşları da... Zamanın kadere hükmeden gücü tükendi sanki. Bir daha bahar gelmeyecekti. Ormanlar uğuldamayacaktı. Şafak çiyleri çimlerin üzerinde solgun inciler gibi parlamayacaktı. Bizi kimse fark etmeyecekti zaten artık bunun bir önemi de yoktu. Soğuk bir mağara gibi kararan bilincim yırtılarak ikiye bölünmüştü ve ağacımla ben bildiğimiz dünyadan hızla uzaklaşıyorduk. O “kopuş” ânında bana kendimi öylesine çaresiz ve “kaybolmuş” hissettiren duygunun ne olduğunu düşündüm sonra. Bilincimizin katmanlarında, bazen çok yoran bu hayata katlanmamızı sağlayan dönüşümün sağaltıcı kudreti var. İçinde bulunduğumuz zaman eskiyip çatlamaya başladığında iradi olmayan bir güç bizi aklın sınırlarına doğru çekip kalp zamanımızı da yeniliyor. O vakit her yeni günün bir lütuf olduğuna inanıyoruz. Buna inanarak hayata tutunabileceğimizi biliyoruz. Tekâmül edebilmek için tabiata, inançlarımıza, sevginin büyüsüne, hatta en derin acılarımıza, talihsizliğe bile teslim oluyoruz. Mecbur olduğumuz için değil, hareketsizliğin, gelecek tahayyülünü kaybetmenin bizi hepten yok edeceğini bildiğimiz için acı çekiyor böylece “şimdiki ânı” hissederek çürüdükten sonra tekrar yenileniyoruz. Bunun da bir lütuf olduğunu seziyoruz çünkü.
Milimetrik harflerle anlam kazımak
Ölüm haberini okuduğumda korkunç bir ürpermenin ardından imzası olan görüntüler üşüştü zihnime. Onları puslu çerçevelerin içine yerleştirmeye çalışırken kazanın ayrıntılarını okudum. Beni sarsan sadece yetmiş altı yaşında bir adamın, sevdiğim bir yönetmenin hayatını sonlandıran motosiklet çarpmasıyla caddenin ortasına savrulması değildi. Benzeri bir kazayı altı yaşındayken geçirdim. Sabahın erken saatlerinde okul yolunda sevdiğim bir şarkıyı mırıldanarak yürürken motosikletli bir adam bana çarpmış ve aynı şekilde beyin kanaması tehlikesiyle hastaneye götürülmüştüm. Sanırım büyük travmalar yaratan korkuların, acıların tohumu yaşadığımız sürece benliğimize yerleşiyor ve son âna kadar bize eşlik ediyor. Onu hayalimde öylece tek başına yerde yatarken gördüm ve o ilk şoku atlattıktan sonra biraz gaddar ve bencil bir arzuyla yanına oturup bu garip ‘son’u konuşmak istedim. Ömrünü sinemaya adamış, filmlerin sonunu bilerek hep ‘açık’ bırakmış usta bir yönetmen, eminim kendi sonuna dair ‘filmler’ çekmişti. Böylesini hayal eder miydi bilmiyorum. Edebilse bile hikâyeyi böyle çekmeyeceğine eminim. O sertliği, vahşeti, şiddeti doğrudan göstermekten ziyade hayatın şiirini görüntülerin diline tercüme etmekten hoşlanıyordu çünkü.
O gece ne zamandır izlemeyi isteyip nedense her defasında garip bir dürtüyle ertelediğim son filmi Zamanın Tozu’nu buldum ve bir süre öylece pencerenin önünde oturdum. O “insanlar bugün filmleri hatırlamak için değil unutmak için seyrediyorlar” diyordu. Karanlığın içinden elmas yüklü şilepler geçiyordu. Sisli Manzara filminde babalarını aramak için sonu olmayan bir yolculuğa çıkan çocuklar dumanlar arasında kayboluyordu. Küçük kız “korkuyorum” diyordu, oğlan “korkma, sana bir hikaye anlatacağım” diye teselli ediyordu kardeşini: “Başlangıçta kaos vardı, sonra ışık karanlığı deldi.” O filmin sonunda sis yavaşça dağılır, çocuklar ufukta bir ağacın gövdesine sarılırlar. Ben o son kareyi değil de nedense karların üzerinde can çekişen yaralı ata ağlayan çocuğu görüyordum sürekli. Güçlü imgelerin de travmalar gibi hafızamızda, kalplerimizde derin yarıklar açtığını biraz şaşırarak hatırladım.
“Bu ölüm anlamlı olsun”
Belki de asıl ilk günah budur; sevmeyi ve mutlu olmayı, zamanı, ânı bir an önce tüketme, bir an önce bitirme saplantısı olmadan sonuna kadar yaşamayı becerememek. Michaelstader, buna razı olmayı becerememek, derdi. İlk günah, hayatı zapt eden, geçişi sırasında alıp götürdüğü her saati dayanılmaz hissettiren ve hayatın zamanını yok etmek, bir hastalık gibi zamanı daha hızlı geçirmek zorunda bırakan ölümü takdir eder; zamanı öldürmek, intiharın nazik bir şeklidir.” Kitabı kapatıp hafızama hızla akan kum saatini ters çevirince zamanı taammüden öldürdüğüm yıllara geri döndüm. Saatleri hoyratça tüketirken gençliğin saflığıyla hayatı hiç bitmeyecek sanmasının huzurunu düşünce çokbilmiş bir rahibin sorduğu soruyu hatırladım. Küçük bir çocuğa, “hayatının son beş dakikasını ne yaparak harcamak isterdin” diye soran din adamına çocuk omuzlarını silkip “hiiiç, yine oynamaya devam ederdim, ne yapmalıydım ki” diye cevap vermiş. Hiç büyümemek de güzeldir, dedim kendime.
Boğazın kıpırtılı sularını köpürten teknenin arkasında durmuş, o an içinde olduğumuz mahzun ruh ikliminin kimbilir kaç kez tekrarlanmış olduğunu düşünüyordum. Güneşi örtemeyen yırtık bulutlar bizi de uysallaştırmıştı. Sıvaları dökülmüş virane evlerin, servilerin arasında dağılmış inci taneleri gibi ışıldayan mezarlıkların, müşfik anne ifadesiyle tebessüm eden yalıların, manolya ağaçlarının ihtiyarladığı bahçelerde derin uykulara dalmış ruhların, eski zaman kadınlarının solgun çehrelerini hatırlatan köşklerin, zarif minareleriyle ebediyeti resmeden camilerin önünden geçerken onun gibi hissediyordum. Zaman ve mekân bizim çizdiğimiz sınırlarla var olabilirdi ancak. O sırada içinde nefes aldığım ‘şimdiki ânın’ sadece bana ait olmadığına inandım. Üst üste yığılan hatıralarla, tecrübelerle kırılan zaman algısının, hayatın geçiciliğini gizleyen büyüsüne kapıldım. Sonbaharın şehre sokulmaya hazırlandığından bahseden arkadaşlarımın mırıltılarını belli belirsiz duyabiliyordum.
Güneşin tepelerin ardında yitip gitmesiyle bakıra kesen Boğaz’ın ışık oyunları, hepimizi karmaşık bir rüyaya hapsetti. Birbirine hiç benzemeyen hayallerimizin gölgesinde, eriyip giden yaza bir kez daha birlikte veda etmenin tanıdık sevinciyle maziye çekildik. O sessiz, kısa molalarda zihnimde hep aynı konuşma çınladı: Küçük bir oğlan, ucunda fener yanan bir kayıkta bülbül seslerini dinlerken annesine soruyordu: “Bir gün biz de Boğaz’da yankılanan bir sesten mi ibaret olacağız? ” Annesi ona, “güzel oğlum, henüz bunları düşünmek için çok erken” diyordu. Artık ne o vardı, ne de annesi ama sesleri gerçekten Boğaz’da yankılanıyordu. Akşamüstü serinliğinin giderek biraz daha üşüteceğini müjdeleyen esintiyle ürperince o buğulu rüyadan uyandım. Üstümüzde dönüp duran deli kuşlara baktım bir süre, “bir gün biz de Boğaz’dan yükselen martı çığlıkları mı olacağız”, dedim kendi kendime.
Zamanın dışına taşmak...
Hırçın yağmurun çürük pervazların arasından eve sızışını izlerken zamanın akışında hissetmeden kaybolduğumuzu düşünüyorum. Kış, gelişini camlardaki ılık nefeslerin buğusuyla hatırlatıyor. Evin katı soğukluğu kaloriferlerin yanmasıyla hafiften kırılmış. Martıların takıntısı yüzünden çatılar hep aynı yerden akıyor. Tıpırtılar arasındaki uzun sessizlikler birbirine benzeyen bezgin hayalleri çoğaltıyor. Okuldan dönen çocuk cıvıltıları aceleyle çöken kurşuni akşamların sıkıntısıyla kaybolmuş... Bozacıların geceyi yırtan ürpertici sesi yine tenha sokaklarda yankılanmaya başladı. Kalın hırkaların, topukları kayan gevşek ev çoraplarının, yün sabahlıkların, ekoseli battaniyelerin, rutubet kokan atkıların tekrar hayata katılma vaktinin geldiğini hep aynı basit işaretlerle hatırlıyoruz. Evin her köşesinde unutulan ipli mandalina kabuklarının acı kokusu, zamanı sıradan alışkanlıklarla çürütüyor. Ve ben belki de gerçeklerden fena halde sıkıldığım için o bilinen zamanın büsbütün dışına çıkıp masallarda yaşamak istiyorum...
Geçenlerde tesadüfen Dr. Jivago’nun unutulmaz melodisi eşliğinde bir asır geriye gidip öyle bir masalda buluverdim kendimi. Vaktiyle hayatımdaki mevcudiyetine inandığım eski bir dosta “Biliyor musun, ben yanlış bir asırda, yanlış bir toplumda ve galiba yanlış bir sınıfta doğmuşum” dediğimi hatırladım birden. Çok gülünce benimle alay ediyor sanmıştım. Meğer o da öyle hissediyormuş. Birbirlerini kokladıktan sonra sakinleşebilen yabani hayvanlar gibiydik. Ona ne olduğunu bilmiyorum. İnsan ‘kayıp anların’ izleriyle neden hiç beklemediği bir anda böyle eski bir filmde, bazen unutulmuş bir romanın tozlu sayfalarında karşılaşır?
O destansı filmi izlerken saatler boyu ihtişamlı balo salonlarında, vahşi savaşlarda, yarım kalan bir aşkın gölgesinde akan mevsimlerde, kristalleşmiş ağaçların aydınlattığı sokaklarda, devrime inananların zorlu mücadelesinde, hayal kırıklığını avutan yeknesak tren tıkırtılarında, şafak vakti kızakların hışırtıyla kaydığı süt mavisi ormanlarda, tutkusuz soğuk yataklarda, ihanetin suçluluğuyla ağırlaşan rüyalarda, bir kadın için yazılan ölümsüz mısraların arasında dolaşıp duruyorum.
Yıllar evvel Minesotta’da ilk romanını yazdığı New York stili taş evinin önünde durmuş, dar pencerelerde onun yumuşak hatlı, kadınsı güzel yüzünü hayal ederken bir yabancının buğulu sesiyle irkilmiştim. Sonradan akademisyen olduğunu öğrendiğim genç, Türk olduğumu anlayınca “ülkenizde Fitzgerald’ı severek okuyorlar mı, biz onunla gurur duyarız” demişti. Heyecanlı bakışlarıyla karşılaşınca doğruyu söyleyemedim ona. Doğrusu herhalde şöyle olurdu: “Benim ülkemin okuma yazma bilenlerinin önemli bir kısmı kendi yazarlarıyla bile pek ilgilenmez, dolayısıyla o masum kalbinizi kırmak istemem ama sanırım onun edebiyatını pek tanımıyorlar.” Böyle ‘kırıcı’ bir konuşma yapıp yakışıklı bir oğlanla sohbet etme fırsatını oracıkta bitirmek istemedim tabii. “Elbette”, dedim (o yıllarda Benjamin Button fırtınası esmiyordu ve bugünkü kadar çok kitap basılmıyordu) , “özellikle Robert Redford’un Gatsby’yi canlandırdığı filmden sonra meşhur oldu. Biz de çok severiz onu” dedim. Duruma uygun şefkatli yalanımla gurur duyuyordum; tahmin ettiğim gibi Fitzgerald ve Zelda’yla başlayan sohbet yazarların ‘sapkın’ ilişkilerine kadar doğal bir biçimde akıp gitti. O zaman ben de onun kadar gençtim. İçimden, “edebiyat böyle eğlenceli işlere de yarıyor demek” diyerek hınzırca güldüğümü hatırlıyorum.
Bıçkın cümleler...
Ben o kırılgan yazarla sahaflarda bulduğum Büyük Gatsby nin eski bir baskısı sayesinde tanıştım. Benzersiz romanlar, okurunda onu sarmalayan düşünce ikliminden sıyrılıp derin izler bırakan biraz bulanık bir duygu tortusuyla hatırlanır bence. Bu romanın kahramanı Bay Gatsby, dönemin yozlaşmış değerlerinin ve ihtişamlı hayatların anlatıldığı ‘imkânsız’ bir aşk hikâyesinin kahramanı olmanın ötesinde benim için dünyanın en zarif yalancısıydı. Bu kitabı okuduktan sonra biraz romantik ve saf bir yaklaşımla yeni tanıştığım insanların ‘şövalye ruhlu yalancılar’ olup olmadığını anlamaya çalışıyordum ve tabii ki hayal kırıklığına uğruyordum. Maalesef etrafımızda onlardan fazla yoktu. Mevcut yalancılardan bazıları, “yaşadığım sürece sana bir şey olmaz” türünden iddialı lafları mahalledeki bıçkın delikanlıların aniden bıçak çekmesi gibi havaya doğru savurup, en çok ihtiyaç duyulan zamanlarda ortadan kaybolmayı tercih ediyorlardı çünkü. Yalanlar da sahipleri gibi sıradan ve basitti.
Bu sabah çiçeklerimi Mrs. Dalloway gibi kendim aldım.
Temiz ve aydınlık gökkubbenin altında bir bayram sabahını gülümseyerek karşılayan rengârenk çiçeklere baktım bir süre. Kaldırımdaki masalarda oturanlar yüzlerini güneşe çevirmiş ayçiçekleri gibi dingin ve mutlu görünüyorlar. Bir kadın köpeğinin başını şefkatle okşuyor. Bir başkası gözlerini sıkıca yummuş kocasını dinliyormuş taklidi yapıyor. Beyaz, ince, uzun bir yüzü var. Geleneksel bir bayram ziyareti yerine kim bilir nasıl bir günün hayalini kuruyor. Belki o sırada ailesinden, tanıdıklarından uzakta yabancı bir şehirde tek başına bir parkta oturup kitap okuyor ya da onu kışkırtan düşüncelerin heyecanıyla gün ortasında beyaz şarap içiyor. Kristal kadehi buğulanmış. Biraz sonra tanımadığı bir adam gelip masasına oturmak için müsaade isteyecek. Öyle susacaklar. Mesafeli bir suskunluk değil bu. Işıklar kırılıp güneş solduğunda üşüme hissiyle ürperecekler. Birkaç saat içinde neler olacağını hayal edip birbirlerine kaçamak ve biraz mahcup bakışlarla gülümsüyorlar. Ürkütücü bir an...
Yan masada oturan kadını izlerken onun zihninde uçuşan düşünce kırıntılarını tahayyül etmeye çalışıyorum. Gözlerini dünyaya kapatıp, o narin çenesini biraz yukarıya kaldırırken ruhunu şimdiki zamanın bilincinden kopardığında onun hayallerini en çıplak haliyle görebilmeyi istiyorum. Biraz evvel aldığım beyaz zambak demeti tembel bir kedi gibi masamda yatıyor. İçlerindeki tozsu tohumlara dokununca parmaklarım kırmızı oluyor. Onları temizlemeye çalışırken başka bir anı hatırlıyorum. On sene önceki utangaç yüzümü uzun bir vazoya zambakların vanilyamsı kokusunu içime çekebilmek için daldırmışım. Yanımdaki sakallı, kırmızı burnuma bakıp çocuk gibi gülüyor... O sırada garson salep fincanıyla yanıma gelip bayramımı kutluyor. Çapkın bakışlı sempatik bir çocuk. O anda onun zihninde uçuşanları da merak ediyorum. Üstü tarçın tozlarıyla kaplı koyu sütü karıştırırken büyük bir kara parçasından kopup küçük adacıklar gibi dağılan düşüncelerin benliğimizi nasıl oluşturduğunu ve bu kontrolsüz parçalanmaya nasıl tahammül edebildiğimizi düşünüyorum. Ve sabah uyanır uyanmaz aklıma gelen Mrs. Dalloway’in yaratıcısı Virginia Woolf’u hatırlıyorum. Eve dönüp sıradan bir kadının sıradan bir gününde zihninden geçenleri yazmak istiyorum ama onun gibi kurgulamadan, olduğu gibi...
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!