Beyazlığının ürperten belirsizliğiyle iç kamaştıran sayfaya bakıp ne yazmak istediğini sezdiği halde, ilk cümlenin önüne çit çeken korkunun esiri olmuş. Kâinatı yeniden yaratabileceğine, yeryüzünün kabuğuna ince bir çentik atarak ‘ölümsüz’ olabileceğine inanıyor ama pek emin değil. Kendine fazla güvenmenin tekinsiz kuyusuna düştüğünde oradan kolayca çıkamayacağını biliyor. Huzursuzluğunu, keskin bir kılıç misali boşluğa doğru savurmak ve ondan yazarak kurtulmak istiyor. Bir ayine hazırlanır gibi durup önce kendi uçurumuna bakıyor. Baktıkça başı dönüyor. Dünya büyük, hayat küçücük oysa. Sözcüklerden bir şato yapmayı bilse ne rahat yaşardı orada. Biricik olduğunu bildiği ‘ben’ halinden, ‘insana’ uzanan köprüde her defasında eskimenin tadını çıkarsa da ilk ‘bebek adımından’ ödü kopuyor aslında. Sonrasındaki çetrefilli yoldan defalarca geçmiş olması onu hiç rahatlatmıyor. Yazıda tecrübeye yaslanmanın bir tuzak olduğunu öğrenecek kadar çok kanatmış dizlerini çünkü.
Kitap yığınıyla dolu ‘mabedini’ terk edip avareliğin tadını çıkarmaya karar veriyor. En çok sevdiği mavi atkısını boynuna dolarken ‘çocukluğun kayıp zamanı’ hakkında yazmayı düşünüyor ama sonra bakışları eski terliklere takılıyor. Ne çok hâtıra yığılır o terliklerin eprimiş tabanlarına. Keşke kimsenin önemsemediği o nesnenin artık kimsenin yüzüne bakmadığı yaşlı bir kadın gibi orada öylece durmasını kendi tecrübeleriyle anlatabilse. Ama belki de duyguları erken baharda açan narin, soğuğa dayanıklı çiçeklerin geçiciliğiyle buluşturmak ister. Acaba insanlar böyle masum bir kıpırtıyı roman sanatının inceliklerinden daha mı az önemser? Hiçbir şey bilmiyor, her defasında bu acemi sıkışıklığı kabinin en derininde hissediyor. Yazının başka hiçbir şeyle değişmeyeceği hazzını yitirmemek için, bulmaktan ziyade aramak onu fena halde kışkırtıyor. Ah bir bilse ne yazacağını, ama bilmiyor işte. Duvarlara parmaklarını sürterek yürümek, tutkularından, zaaflarından, pişmanlıklarından kurtulmak, limon bahçelerinde kaybolmak istiyor. Kendini beğenmiyor ama sabahtan beri kırıştırdığı o boş sayfaya gönlüyle yerleşebilirse mutlu olacak. Yazmak istediklerine hep geç kaldığını düşünüyor. Bir kedi sürtünüyor bacaklarına, sepetine parlak, sarı ayvalar dizmiş bir ihtiyar geçiyor yanından. Vitrin camında yakalandığı yabancı bir bakıştan seyrediyor kendini. Acaba ‘yalnızlığın’ iyileştiren mucizesini mi yazsa? Ya da belki sadece bütün dünyayı dolaşan serseri bulutların bilinmeyen maceralarını anlatır. Neticede hepsi insan tabiatının sırrına değmiyor mu?
Gençken onu anlamamıştım...
Seni ilk gördüğümde cılız bir portakal ağacının dibindeki çitlerin önünde durmuş, kış ortasında yeşeren kırların uzantısındaki denizin suskun canlılarıyla konuşuyordun sanki. Küçük bir kıpırtı, usul bir dokunuş gelecekte defalarca hatırlayacağım o kımıltısız, yosun kokulu ânı parçalayabilirdi. İlk bakışta sarsılan ruhumun heyecanı hiç solmadı. Saçlarının henüz kırlaşmamış, yüz hatlarının yeterince derinleşmemiş olmasına üzülmüştüm. Daha ilk konuşmamızda bunu sebepleriyle itiraf ettiğimde söylediklerimi çocukça bulmuş, alaycı kahkahalarını dizginleyememiştin. Beni ciddiye almadığını belli eden kibirli bakışlarını yakaladığım o kısacık an, zamanı kendiliğinden soyan bu masalın sadece başlangıcıydı. Hâlâ o basit cümle içimde modası geçmiş bir şarkı gibi tınlıyor: “Bir ilişki ona hükmeden duyguların zaferiyle başlar ve sonuna kadar öyle devam eder, bu dengeyi istesek de bozamayız.”
Vaktiyle okyanus laciverdi gibi parlayan saçların şimdilerde hepten beyaza kesmiş, fotoğraflarına bakarken “işte şimdi tam istediğim gibi oldu” deyip mutsuz ama huzurlu bir teslimiyetle gülümsüyorum.
Sıradan alışkanlıkların hazzını bile kibarca yasaklayan bir ‘faşiste’ isim takmak eğlenceliydi tabii. “Yabancı” dedim sana, o andan itibaren aynı zamanda soğuk bir kelimeydin sen... Kolayca tüketilen süslü anlaşmaların çekiciliğine kapılmayacak kadar vahşi olduğumu biliyorsun. Buna benzer sayıklamalarla dolu küçük ‘müstehcen’ notları, kederli mektupları, komik kartları, bazen eski bir paltonun cebine, bazen çoktan unuttuğun bir kitabın arasına, bazen de hiç bulamayacağın bir yere sıkıştırmak ‘yasaklardan’ biri değildi. Ama onları okuyup okumadığını bile hiç bilemeyeceğim; anlamıyormuş, hissetmiyormuş, yokmuş ve hiç olmayacakmış gibi davranmak senin hayatta kalma yöntemindi çünkü. Bu da kaderden uzaklaşmak değil mi, sen kimin hayatını yaşıyorsun?
Bugünlerde başımı bozulan dolabımın buzluğuna sokup düşünüyorum. Hayır, daha o kadar delirmedim, sadece aldatıcı bir ‘sonsuzluk’ tasavvuruyla avunurken aslında ‘sonlu’ bir varlık olduğumuzu küçük bir buz dağının içinde hatırlamak iyi geliyor bu sıcaklarda. O sırada takıntı halinde dinlediğim bir şarkı çınlıyor evin içinde. Yaşlı bir İtalyan, şarapla yıpranmış sesiyle haykırıyor. Preferisco Cosi... Öyle tercih ettim, diyor. Artık yaşamayan şarkıcı ara verince, kemanların hayatın uçuculuğuna inat iç geçiren kederli sesi, müziğin mucizevî bir lütuf olduğunu hatırlatıyor.
Kimseyi kırmak istemem ama biliyorsunuz değil mi, biz ortalama 80 sene yaşıyoruz. Hayatı ciddiye alıp kendine daha iyi bakanlar ve aramızdan şanslı olan bazıları bunun üzerine en fazla on beş, yirmi sene daha koyabiliyor. Maalesef o kadar. Bütün acılar, pişmanlıklar, hiç unutamadığınız o eşsiz mutluluk anları, kırgınlıklar, “seni değil öbürünü seviyorum” itiraflarının çirkin türevleri, “senden daha zekiyim, yakışıklıyım, zenginim, güzelim, yetenekliyim” böbürlenmeleri, her daim haklılığını savunan, çaresiz sayıklamalar o buğulu ‘rüyanın’ içinde olup bitiyor işte. Varoluş hakikatimize, sevmeyi öğrenerek bazen sevilmemeyi tevekkülle kabullenerek mana katmaya çalışırken, koyu bencilliğimizle paramparça ettiğimiz duygulardan geriye kalanlarda teselli buluyoruz ancak.
Bu aralar bir buz yığınının içine başımı sokup vedalaşmak zorunda kaldığım kibirli bir dostun ardından böyle acayip şeyler düşünüyorum işte... Bir yandan da o hırıltılı adamı dinliyorum. Preferisco Cosi, diye haykırıyor... “Öyle tercih ettim, bu benim seçimim” diyor... Onu dinlerken hiç ölmeyecekmiş gibi davranan ‘meşgul’ dostları bağışlamayı kendime telkin ediyorum. Bu sıkıntılı, zorunlu kabulleniş biraz da hayatın hızla eksildiğini fark etmekle ilgili sanırım.
Kurşun kalemle yazılmış eski bir mektup sayfasındaki silik harfler gibi ilk bakışta kolayca anlaşılamayan müphem kadınlar vardır. Yorgun yüzleri bulanık bir havada şehrin sisler arkasına gizlenen soluk, sarımsı siluetini andırır. O hayalet yüzlerde, hayata tahakküm edebilen bu kadınların gergin jestleri kadar berrak işaretler göremezsiniz. Şehvet kokan çekiciliğe, erkeklere her daim naz yapabilecek kadar kendinden emin kaprisli bir güzelliğe, hemen fark edilen ışıltılı bir cazibeye sahip olmadıkları için kovuklarında gizlenenlerin mahrem duygularını herkes gibi merak ederim. Ve itiraf etmeliyim ki o hırçın hislerin dikenini önce kendine sonra başkalarına batıran isyanından fena halde korkarım.
Hani meşhur bir klişe vardır; güzel kadının doğal bir üstünlüğe sahip olduğu söylenir. Ben buna benzer tesbitleri hep acı bir gülüşle dinledim zira mesele göründüğü kadar basit değil. Tam tersine çocukluğundan beri ailesinin, yakın çevresinin, erkeklerin ilgisini çekemediği için sevilme duygusunu pek bilmeyen, kendini hırpalayan bir kadının yaşadığı deprem ürkütücü olabilir. O sarsıntının bir kadına neler yaptırabileceğini asla kestiremezsiniz. Onun hayattan beklentileri, ihtiraslarını dizginleme ve arzularını dile getirme biçimi o ‘şiddeti’ yaşamamış birinin algısına epey yabancıdır çünkü. Eğer itinayla bakarsanız bazen hiçbir zaferin onu mutlu edemediğini de görürsünüz. Anne olmak, herkesin etkilendiği bir erkeğe sahip olma çabasının kırık hazzı, evlenmek, mesleki başarı, hınçla etrafa saldırarak kendini sürekli göz önünde tutma çabası, basit intikam oyunları ‘o kadına’ yetmez. Onun büyük boşluğunu doldurabilecek hiçbir tatmin yoktur bu hayatta.
‘Şeytani’ bir portre çizdiğimin farkındayım. Bunu bilerek yapıyorum ve iki sebebi var aslında. Size biraz abartılı gelen bu türden bir karaktere yakın duran kadınlar tanıyorum ve biraz sonra bahsedeceğim Seniha, bu kadar dışa dönük, enerjik ve düz olmasa da ‘kötülüğün’ sızdığı o derin yarığın acısını hissedebilen, kendi yalnızlığının üstüne kapanmış çok ürkütücü bir karakter.
Bir süredir zorunlu sürgündeyim. Evimden, kitaplarımdan, yatağımdan, bildiğim eşyalardan uzakta bir yerde öyle duruyorum. Bu yabancılaşmanın insanın kendisiyle arasına soğuk bir mesafe koymasına yardım eden tuhaf bir cazibesi de var aslında. Sığındığım ev bugünlerde kimsesiz. Çatı katındaki küçük pencerenin demir parmaklıkları arasından kurşuni gökyüzüne bakakalıyorum. Ya da kunt kütüphanenin önünde dikilip hiç tanımadığım bir yazarla tanışmayı bekliyorum. Gözüm daha ziyade okunmaktan yıpranmış olanların sırtlarında. Bazen üst üste yığılmış odunlardan büyük bir parça seçip içinden tutuşan narlar gibi harlanan korların üzerine atıveriyorum. Kuru bir ağaç belinden kırılıp toprağa devrildiğinde insan dünyanın da orta yerinden çatlayacağını zanneder ya, onun gibi tok bir ses işitiliyor. Sonrası hiç bitmeyecek olan hayali bir mutluluk anı gibi hissedilen uysal, çıtırtılı sessizlik... Ateşin sıcağıyla gevşemiş ahşabın üzerine mücadeleden uzun zaman önce vazgeçmiş yorgun bir kaplan gibi uzanıyorum. Huzursuz düşünceler de usulca ateşe karışıyor. Vivaldi’nin mandolin için yazdığı konçertolar çocukluktan kalan eski bir şarkı gibi. Bazen bir duduk ustasının kederli melodileri çınlıyor duvarlarda. En çok Chopin’i yalın duyguları belli belirsiz kışkırtan basitliğini seviyorum galiba. Hep aynı baladları dinliyorum, serçeler sekip duruyor omuzlarımda.
Tanrı kızdığında gökyüzü huysuz bir ihtiyar gibi bağırıyor. O zaman aniden irkilip “şair mektuplarını” okumaya devam ediyorum... Uzun ahşap sehpanın üzerine şiir kitapları saçılmış. Arada şımarıklık yapıp ‘mısralardan fal tutma’ oyunu da oynuyorum. İlk açtığım sayfada Edip Bey, sözcükleri seven âşıklara mırıldanıyor: “İçinden doğru sevdim seni/ bakışlarından doğru sevdim de/ ağzındaki ıslaklığın buğusundan/ sesini yapan sözcüklerinden sevdim bir de/ beni sevdiğin gibi sevdim seni/ kar bırakılmış karanlığından...”
Birbirlerini harflerle jiletliyorlardı...
Çalışma masamda günlerdir tebessüm eden, iri bir kalp suretinde yaratılmış çiçeğe bakıyorum. Çocuk dizlerindeki yaralardan sızan pembemsi kan rengi, üzerindeki simetrik damarlarla oluşan garip şekilleri gizlemiyor. Tanrı’nın adil sanatını hayranlıkla inceliyorum harfleri yeryüzüne kazımaya çalışırken.
Onu her yerde görüyorum ben. Cılız bir çocuğun yumruk atma niyetiyle sıktığı kırmızı parmaklarında, sabah serinliğinin tazeliğine cami avlusunda eşlik eden bir ihtiyarın yorgun dualarında, genç evladının ölümüne isyan eden annenin acıyla derinleşen çizgilerinde, bazen neden sevilmediğini bir türlü anlamayan bir kadının solgun bakışlarında, çocuklarının okul parasını ödeyebilmek için her sabah aynı saatte sokaktan geçen muslukçunun inatçı, tok sesinde... Hep aynı kararlılıkla olması gereken yeri talep ediyor. Onun varlığı bütün duyguları kuşatıyor aslında. Sahip çıkmadığınızda sağlamca bastığımız yeryüzünün sert kabuğu ayaklarımızın altından çekiliveriyor. Yerine koyabileceğimiz başka bir erdem yok. Tohumlarıyla insanı iyileştiren mucizevî bir bitkinin köklerini söküp atmak gibi onu hayatın merkezinden fırlatmak. Eğer onu umursamazsanız kendisinden başka ‘ben’e tahammül edemeyen hırçın bir ego gibi varlığını olanca gücüyle dayatıyor ve size bunun bedelini bir gün mutlaka fazlasıyla ödetiyor.
Adaletten bahsettiğimi anladınız ama hangi adaletten? Yaratılandan mı, doğuştan hepimizde var olan basit hakkaniyet dürtüsünden mi? Toplumsal ahlakı düzenleyen, yasalara uymayı buyuran bir adalet bilinci değil sözünü ettiğim. Yüreğimizin tenha kuytusunda, ‘dervişle’, sıradan ‘kötülüğün’ koşullara göre yer değiştirdiği bir savaş var. İşte o ebedi vicdan mücadelesini daha çok önemsiyorum ben. İnsanı ‘insan’ kılan değerler orda gizleniyor çünkü. İçinde adaletin olmadığı bir mutluluk, sevgi, cömertlik, merhamet, sadakat, bağışlama anlayışı tasavvur edebilir misiniz? Onsuz özsuyu çekilmiş bir ağaca benzer insan. Varlık büsbütün anlamını yitirir.
Şairlerin, yazarların kimsesiz bir kadını sever gibi iştiyakla “güz” şarkıları mırıldandığı bu zamansız mevsimin kıyısından bakıyorum size Edip Bey. Vaktiyle yazılarınızda “Her şey şiirdi, her şey dizeydi, her şey olgunlaşmamış, adını bulmamış şiirimsilikti” diye tarif ettiğiniz iklime eşlik eden mavimsi bir ruh kabarmasıyla okuyorum şiire benzemeyen şiirlerinizi. “Yaz kelebeği tadında solumaların” terk edişiyle, ezelden ebede akan uysal bir nehir gibi sükûta kavuşuyoruz sanki eylülde. Hani yıllar içinde sesini, rengini, kokusunu tanıyamayacağınız bir boşlukta, “Bir film, kaç kez görülebilir, bir kitap kaç kez okunabilir” diye sormuşsunuz ya; solmaya durmuş bir yaprağın kendi etrafında dönerek toprağa dökülmesini ilkmişçesine kaç kez aynı merak ve hayranlıkla izliyorsak, o kadar işte. Öyle okuyorum ilk bakışta anlaşılmayan, emek isteyen tılsımlı mısralarınızı.
Şimdi karşımda oturup şöyle keyifle bir cigara tellendirseniz, “sonbahar”ın başındaki “son”un, sonun başlangıcıyla ürkek muhabbetini anardık. Belki bu mevsimin, ruhla tenin, gövdeyle yüreğin barıştığı, merhametli bir anne dokunuşuyla hayatlarımızı kuşattığı garip bir aralık olduğunu anlatırdınız bana. Ya da giderken kalmanın, kalırken gitmekle aynı şey olduğunu en çok bu müşfik günlerde hatırladığımızı uzun suskunlukların kenarında konuşurduk. Belki birbirimizden pek bir şey anlamazdık ama bizi güz rüzgârlarıyla savuran kum taneleri, toz zerrecikleri, gökler, yıldızlar, deniz taşları gibi birdenbire yer değiştirirdik. Bir kum tanesi olurduk. Bir rüzgâr. Bazen serseri bir bulut, bazen da usulca o bulutlara yükselen kayıp bir kuş tüyü. Siz olup biteni şiirin çocuk bakışıyla izlerdiniz. Bense utangaç bir genç kız edasıyla bakardım dünyaya. “Büyük kederlerin olduğu kadar büyük umutların da olduğu mevsimdir güz”, derdim. Dudaklarım ürperirdi böyle şeyler söylerken...
Siz kırık bir dal gibi boynunu büken eylül ışığıyla bakardınız bana muhtemelen. Biraz mahcup, olabildiğince isyankâr: “Baylar! / Bin dokuz yüz seksen birdeyiz/ Karşınızda eylülün sesi/ Ağustos çekildi, eylülün sesi/ Birazdan konuşacak/ ‘bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar’ (...) Her şey o kadar dokunaklı ki/ Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen/ Dağınık, renksiz bir mozaik gibiysem/ Üstelik yalnızsam bir de telefonda kuş sesleri/ Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı/ Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar...”
Bir hayat neye yarar? Uçsuz bucaksız bir soru değil mi? Neresinden tutsan yabani otlar gibi yakar tenini. Bazıları bu soruya cevap verememenin huzursuzluğuyla kavrulur, bazıları da “biricik” olmanın bilinciyle avunur.
Ben soruları cevaplardan daha çok severim. İçinde boğulduğum çatışmalara, zehirli çelişkilere, bağımlısı olduğum takıntılara yenik düştüğümü, bunun o kadar kötü olmadığını sıradan bir ömrün fırtınalı kıyılarında dolaşarak ve epey kayıp vererek öğrendim. Bu “yenilgiler tarihinden” geriye tam ne kaldı bilmiyorum. Görebildiğim, sadece kendime göre eşsiz bir hikâyeler koleksiyonuna sahip olduğum.
Onları anlatabilmek için henüz annemin karnındayken, mırıltılarını, inlemelerini, iç çekişlerini işiterek öğrendiğim buruk melodili bir dilim var. O dille dünyayı kavramaya, kendimi anlamaya, bu dünyadan gelip geçişimi anlamlandırmaya çalışıyorum. Kendimi hikâye ederken, bağırırken, ağlarken, yazarken, kelimelerin tılsımıyla hayatı çoğaltırken Yahya Kemal’in “Dil ağzımda annemin sütüdür” deyişini hatırlıyorum. Bütün bir insanlık için bu böyledir. Bu kadar basittir aslında. Onu, hak bellemek bile bu dünyaya fazladır. İnkârı ayıptır!
Hışırtılı rüzgârların, kısa sağanaklardan sonra rayihasını yapraklarıyla salan ağaçları, ansızın havalanan tülleri, dolaptan yeni çıktığı için hafif rutubet kokan hırkaları, yağmurlukları şöyle bir okşayıp geçtiği mevsimin başında olduğunun idrakiyle yorgunluğa teslim olmuşsun. Keşke bir süreliğine başkası olabilsen ama canın öyle serüvenini tamamlamış, hayallere yer bırakmayan bir hikâye okumak istemiyor. Hatta bu aralar benim gibi okumanın hazzına azıcık sırtını dönüp buğulu âlemlerde kaybolmak istiyorsun belki. Eline aldığın kitapları sırtından tutup biraz karıştırınca sıradan bir bezginlikle bırakıyorsun.
Ama biraz sonra kışkırtıcı merak dürtüne yenilip onun yazı dolabındaki notlarının arasında arsız bir röntgenci gibi dolaşacaksın. Henüz o büyük yazarla tanışmadıysan, ölümünden sonra onca kıyamet koparılan bu roman taslağına bakarak ona haksızlık etme sakın. Laura’nın hayaletiyle, kendisine benzeyen oğlu Dimitri’nin küstah ama dürüst alaycığıyla tanışmak için henüz erken. En iyisi Vladimir Nabokov’u önce kendi sesiyle, altın tozlu hafızasından edebiyatına süzülen hakiki hikâyeleriyle tanı.
Bir roman taslağının hayranları ve edebiyat eleştirmenleri tarafından neden bu kadar hırçın bir tutkuyla kurcalandığını ancak böyle kavrayabilirsin çünkü. Hayatının sadece ilk otuz yedi yılını kapsayan Konuş, Hafıza’da, eserlerini şekillendiren duygularını, hikâye etme sezgisini, dostlarıyla, ailesiyle ve dünyayla kurduğu karmaşık ilişkiyi ve bütün bunları yazarken kendisine dair keşfettiklerini, başka hiçbir yazarın öykünemeyeceği türden bir anlatımla her ânının tadını çıkararak paylaşıyordu. Daha on yaşındayken sabahları erken saatlerde dağlarda kelebek avlamanın ona verdiği “yalnızlık hazzını” hissedebilirsen yazarken romanları hakkında neden pek az konuştuğunu da anlayabilirsin. Edebiyatı tıpkı kendisi gibi sadece sevdiği yazarlarla önemseyen babasının yazdığı makalelerin müsveddelerini hatırlama biçimi, biraz sonra Laura’nın Aslı ’nda göreceğin kartlardaki orijinal el yazısını da anlamlı kazanacak. Bu hâliyle otuz yıldır yazarın vasiyeti üzerine bir mahzende saklanmış bir romana dair dağınık notlar gibi görünebilir sana. Ama aynı zamanda pek de öyle değil işte; o kartlarda kendi babasının el yazısının izleriyle birlikte aslında ona benzemediğini anlatma çabasını da gör mümkünse.
Sadakat kelimesini, tınısı, manası ve insana göre değişebilen alacalı rengi itibarıyla içinde binlerce farklı türden canlı yaşatan laciverdi bir okyanus gibi algılıyorum. Dolayısıyla, ‘sadakatin’ ahlakla kurduğu ilişkiden ziyade her defasında başka maskelerle aramızda dolaşması ilgimi çekiyor. Sadakatle ‘itaat’ arasında yalpalayanların medcezirli ruh hali, aynı zamanda siyasi bir varlık olduğunu unutan insanı da iyi anlatıyor çünkü.
Neredeyse bir asırdır karşılaştığınız yasaklar listesini, onu güçlendiren yasalar koyan, ‘toplum mühendisliğini’ evvel ezel seven yöneticilerin sisteme ‘sadakat tutkusunu’ gördüğünüzde ne hissediyorsunuz? Sadakatin bir ‘görev’ olduğunu mu yoksa o erdemin, kalleşliğin, menfaat düşkünlüğünün, vefasızlığın tersi olması gerektiğini mi? Ben haliyle kendilerine bir önceki neslin hoyratlığından miras kalan o acımasız ‘vazife aşkını’ görüyorum.
Ve böyle yorgun zamanlarda yine edebiyatın iyileştirici gücüne sığınıyorum. Yazı bütün hayatımıza istila eden zehirli unutkanlığın kapılarını kelimelerin büyüsüyle aralayıp, insanın şuursuzluğunu mağrur baş kaldırışın şiiriyle derinden hissettiriyor. Geçmişe merhamet eden bir yazarın, ‘küçük şeylere’ akıldan ve vicdandan yoksun bir körleşmeyle bağlanan insanları anlattığı ‘Almanca Dersi’ni okuyunca hüznü ve sevinci bir arada yaşıyorum. Hâlâ dünyada büyük bir kalabalığın bu romanın inceliğinden, anlatımından etkilendiğini bilmek ‘yasaklarla’ hırpalanan ruhumu sağaltıyor. Sonra insandaki ‘görev duygusunun’ giderek bir takıntı halini aldığını, bunun hemen her çağda ve coğrafyada kendine has koşullarla sıkıcı bir döngü içinde tekrarlandığını bilmek beni umutsuzluğa sürüklüyor.
Çağdaş Alman edebiyatının klasikleşmiş eserlerinden biri olan Sigfried Lenz’in başyapıtı kabul edilen roman, Siggi isimli bir çocuğun ‘görev tutkusu’ konulu kompozisyon ödevini yazmadığı için ıslahevine konmasıyla başlıyor. Siggi, kompozisyonu yazmak istiyor ama öğretmenlerinin ondan istediği gibi değil. Kasabanın polisi olan babası, 1943’de nasyonal sosyalistler tarafından ressam Nansen’i resim yapmaktan men etmek ve yasağa uyup uymadığını kontrol etmek ve devlete rapor edip cezalandırmakla görevlendiriliyor. Aldığı talimatları hiç sorgulamadan yerine getiren baba karakteri, kuşkusuz tüm zamanların totaliter rejimlerini de temsil ediyor.
Beğenilmediği için yıkım emri verilen heykelleri, müstehcen bulunduğu için dört yüz sene sonra yasaklanan tiyatro metinlerini, çağdaş oyunları, kitapları, kireçlerin altına taammüden gizlenen resimleri her gün hatırlatmaya lüzum var mı? Lenz, bir çocuğun gök kuşağı renkleriyle beslenen hayal gücünü, ‘göreve’ değil hayata, duyguya, yaşanmış olana sadık kalma bilincini, arzusunu, ilk bakışta baş döndüren benzersiz bir tablo gibi resmetmiş. Milyonlarca okur, başta Thomas Mann ve Goethe olmak üzere pek çok saygın ödüle sahip bu yazar sayesinde hâlâ küf kokan ‘yasaklar’ karşısında kendini güçlü ve sağlam hissedebiliyor. Yasak koyanların hazin yenilgisi de her zaman bu oluyor!
Kitabın iz bırakan cümlelerinden biri: “Yalnızca itaat etmeyi bilenler emir verebilir”. Genellemelerden korkarım lakin bu cümlenin çelişkili sertliği pek çok zehirli hırsı da gün ışığına çıkarıyor. Etrafınıza bir bakın. Bırakın yaşadığınız ülkeyi yönetenleri, işyerinizde, mahallenizde, evinizde hiç sorgulamadan itaat etmenizi isteyen ifadesini yitirmiş yüzlere dikkatlice bakın. Ne görüyorsunuz? Lenz, size o hastalıklı ruh halinin yazıdaki tılsımlı karşılığını gösteriyor işte.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!