A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Sarı yazın ışık oyunlarıyla tükenmekte olduğunu fısıldayan gökkuşağı, dev bir tuval misali binaların arasından sihirli renkleriyle belirince mandalina ağaçlarımın toprağını yenilemeye karar veriyorum... Muradım sadece ömürlerini uzatmak değil, kendimi de onların cansuyuyla yenileyip masalsı diyarlara yolculuk etmek. Köklerine zarar vermeden kurumuş topraklarını silkelerken başka bir coğrafyada soluk almak istiyorum. Artık gündelik hayatımızın bir parçası haline gelen savaşın, felaketlerin, düşmanlığın uzağında bir yer. Dünyada öyle bir yer kaldı mı bilmiyorum ama hayal kurmaya başlayınca oluyor.

Yüzümü yalnız bir ay çiçeği gibi merhametli güneşe doğru çeviriyorum. Kocaman bir el yüzümü kapatınca toprak yığınının dibine usulca çöküyorum. İşte ordayım. Biraz evvel dalından kopardığım portakal çiçeklerinin taçyapraklarını parmaklarımla ezince hava yanık vanilya kokuyor. Parke taşlı dar sokaklardan, loş tünellerden geçip geniş meydanlardaki çarşılara varıyorum. İnsanlar iç avlularda oturuyor; henüz şehri kırbaçlayan yağmurlara terk edip odaların mahrem sıcaklığına sığınmamışlar. Güzün kısalan gölgeleri, tezgâhlardaki rengârenk meyvelerde, kehribar tespihlerde, genç kızların utangaç yüzlerinde, erkeklerin damarlı alınlarında dolaşıyor. Büyük, kemerli revakların altında durup rüzgârların okşadığı palmiye ağaçlarına bakakalıyorum. Etrafımdaki nesneler, kıpırtılar, sesler geldiğim yeri büsbütün unutturuyor. Baharatlı bir kadın sesi duyuyorum sonra. Genizden yükselen keskin, hışırtılı Arapçasıyla ürperten bir ilahi mırıldanıyor; Uğrunda ölecek kadar büyüktür sevgim/ tutkum önümde, kaderim arkamda... Bu ilahiyle birlikte Mısırlı yazar Necib Mahfuz’un neredeyse bütün romanlarında tarif ettiği Kahire’nin büyülü sokaklarından birinde olduğumu fark ediyorum. Arkamdaki kalabalığın hep bir ağızdan “Allah” kelimesini zikrettiğini işitiyorum. Said, Hırsızlar ve Köpekler romanından fırlayıp oraya gelmiş. Bir zamanlar aydınlık olan umutlarının nasıl birer birer söndüğünü anlatıyor.


Toplumun sırlı aynası...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Derin kökleriyle tutunduğu uçurumun ucundan, kambur bir ihtiyar gibi toprağa bakan fıstık çamının altındaki kır kahvesinde, ilk cümleyi bomboş bir sayfaya hiç düşünmeden yazdım: “Bütün yalnızlıklar birbirine benzer.” Sonra birden anlamsız gelen o basit cümlenin üzerini jiletle bembeyaz bir tene kesik atar gibi kırmızı bir kalemle incecik çizdim. Bakışlarım yavaş yavaş yerde uyuyan yavru kedinin, altına sığındığım kimsesiz ağacın oradan da puslu boğazın üzerinde gezinen ‘sessiz gemilerde’ dolaştıktan sonra nihayet tahta masanın üzerindeki o sepya fotoğrafın üzerinde durdu ve orada öylece kaldı. İşte tam o anda, ilk cümleyi tekrar yazdım: “İnsanın yalnızlığı kendisine benzer, biz faniler hayatımızın eksikliğine tahammül edemediğimiz kadar yalnızız.”

Kapağında “Gemi Elli Yıldır Sessiz” yazan kitaptaki badem bıyıklı, çukur çeneli, tombul yanaklı adam, hem o fotoğrafın kahramanıydı, hem de orada değildi. İri cüssesini şefkatle saran çizgili ropdöşambrıyla, tek kişilik karyolasının yanında fanilerin dünyasına ait değilmiş gibi oturan büyük şair, dizlerinin üzerinde duran kalın kitaba bir lord edasıyla bakıyordu. Ama nedense diplomatik ciddiyetine rağmen bakanın içine işleyen katı bir yalnızlık duygusu hâkimdi fotoğrafa. Küt parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı tutma biçiminden mi bilmiyorum, o solgun yalnızlığı bile başkalarınınkine pek benzemiyordu. Yanındaki mermer konsolunun üzerinde duran gümüş sırlı aynaya baktığında, hayatı boyunca ‘yuvasını’ arayan küçük bir oğlan çocuğu mu görüyordu, yoksa bencilliğini besleyen kibirli bir ifade mi? Daha çok hangisiyle karşılaştığını hiç bilemeyeceğiz. Bu sorunun cevabı da onun mistik dünyasını zenginleştiren diğer sırları gibi aramızdan elli yıl önce ayrıldı.

Tanrı’nın sihirli işaretleri...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Antik çağdan bu yana varlığın nabız atışına, yüreğine eşlik eden “tiyatronun”, bir tür yüzleşme, özüne dönme, hayatı sınama, sorgulama ve kavrama çabası olduğunu görmenin, akıldan evvel bir “vicdan” meselesi olduğunu düşünüyorum. Ne vakit insanı “insanın” kusurlarıyla, erdemleriyle anlatan iyi bir oyun izlesem tam da bu yüzden ürperirim. O mucizevi bir karşılaşma ânıdır çünkü. Ruha ayna tutan şeytanla meleğin birbirlerinin yüzüne hiç korkmadan baktıkları meydan okumadır aynı zamanda.

Kendisini küçümseyene inat, her çağda farklı yorumlarla dönüşen, zenginleşen büyük eserler gücünü kelimeye borçludur. İnsan başkasının acısına, eksikliğine, zaafına sözle temas ederek kendisindeki karanlığı görebilir. Bugün Shakespeare’in, Çehov’un, Molière’in eserlerini okuyanlar yaşadıkları çağa dair bir fikir edinirler, “tiyatro edebiyatının” ne olduğunu daha iyi anlayabilirler ama onların hâlâ yaşadığını ve ebedî olduklarını ancak sahnede kendileriyle yüzleştiklerinde hissederler. Ben tiyatro sanatını, izleyicisiyle birlikte çoğalabildiği için sihirli bulurum. Geleneğin içinden süzülen oyunlar veya modern metinler, belli bir derinliğe ulaşabiliyorsa eğer, “ötekinin” tecrübeleriyle, düşünceleriyle ve inançlarıyla yüzleşme imkânını da gösterir çünkü. Gündelik hayatımızda ıskaladığımız, reddettiğimiz, zihnimizin alt katmanlarına kazınan silik işaretler, sesler, jestler, duygularımızı açığa çıkaran tonlamalar sahnede hakiki karşılığını bulur. İzleyici artık sahnedeki hayatın içindedir. Kahramanının ruhunda kendine korunaklı bir yer arar; onun bakışıyla ağlar, şaşırır, güler, öğrenir, ahlaki ölçülerini gözden geçirir. Bazen girdiği gibi pek bir şey anlamadan ama epey eğlenmiş olarak çıkar o salondan bazen de farklı beğeniler ve sonradan fark edeceği yeni bir bakış açısıyla.

“Yeter ki bilsinler...”

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bedenlerin birbirlerine sokularak usulca dalgalandığı ‘insan denizinin’ ortasında, fark ettim onu. Yuvarlak, münasip başını örten saçlarının tek bir teli bile koyu kalmamıştı. Öyle beyaz doğmuş, hep öyle dallarına konan tüyümsü kar gibi saçlarıyla yaşlanmıştı sanki. Derin çizgilerine inat hâlâ masum görünen yüzünü kızgınlıktan ziyade koyu bir hüzün gölgelemişti. Kış güneşinin binaların soluk duvarlarını aydınlattığı kısacık bir an üstümüzden sevinçli kuşlar geçip gitti. Gök kubbenin berrak aydınlığından bakanlara insan sürüsü nasıl görünüyordu acaba. Topluiğne başı büyüklüğünde binlerce insan kafası... Yumruklarını boşluğa kaldırmış binlerce kol, binlerce düşünce, üst üste yığılmış sırlar, acılar onları maskeleyen, bazen açığa çıkaran öfkeli haykırışlar. Adalet talep eden binlerce kırçıllı ses, bu dünyada yalnız kalmamak, tehlikelere karşı birlikte savaşmak için birbirlerine kenetlenmiş duruyordu.

Sanırım ilk çözülme Hrant’ın sesini duyduğunda oldu. Beyaz mendiliyle gözlerini kapatıyordu. Gözyaşlarını silmekten ziyade avucunda sıktığı kumaş parçasından güç alıyordu. O anda umut barındırmayan bir hayatı hak etmediğimize inandığım için her sene gidip durduğum caddede bizi tüketen, tahayyül edebileceğimizden daha fazla yaralayan adalet olmadan ‘insanlığın’ eksik kalacağını düşünüyordum, sanırım. İhtiyar adam hayatının son virajına savrularak girmişti. Muhtemelen onu inciten derin kırılmayı telafi etmeye yetecek vakti kalmadığına inanıyordu. Hâlbuki bizi bekleyen ‘son’la ne zaman karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Ve tuhaf bir şekilde bu zaaf yola daha güvenli devam etmemizi sağlıyor.


Özgürlük hayali

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Gökkuşağının renkleriyle halelenen çocukluk günlerindeki gibi heyecanlarıyla kışkırtan basit bir hayata biraz tutunabilsek ne olur sanki? Kırmızı ekoseli, sıcak battaniyelerin altına gizlenip dudaklarımıza bulaşan portakallı çikolatayı kemirirken şımarık bir zil sesiyle sevinsek. Postacı soğuktan kızarmış elleriyle kocaman bir zarf uzatsa. İçinden tanıdık, sürprizi olmayan ama duyguları canlı tutan neşeli hikâye dergilerinden biri çıksa. Benimki Boz’unkiler gibi mavi kapaklı olsun mümkünse. Sayfaları işaret parmağımı yalayarak çevirmeye çalışırken tükürükle yapışan sayfalarda durup azıcık soluklanayım. Kulağına papatya takıp zıplayan kız çocukları gibi biraz da şımarayım.

Sonra durup pencereden sızan sarhoş kış güneşiyle duvardaki gölge oyunlarını seyredeyim bir süre. Hikâyeme döndüğümde hatırlayabildiklerimden ‘kusursuz’ bir resim yapayım. O resimde komik karakterler iyi huylu hayaletler gibi gerçekliğin dağılan parçaları üstünde uçuşsun. Okuduklarımdan hayal gücünün sınırsızlığına müsaade etmeyen keskin ifadeler kalsın hafızamda. Kahramanlarımın abartılı tavırlarını kıkırdayarak izlerken hayattaki en hakiki sevincin fütursuz bir çocuk kahkahası olduğunu hatırlayayım birden. Karın boşluğumda kuş kanatları hışırdasın.

Biz büyürken ne oldu?

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bazen öyle olur. İçiniz kıyıya vuran munis dalgalar gibi kıpırdamaya, göz göz olmuş dantel köpüklerle usulca kabarmaya başlar. Dudaklarınızı araladığınızda titrek sesiniz havada asılı kalır, nasıl anlatacağınızı bilemezsiniz. O muğlâk duygu bir fısıltıya dönüşür; “İçim dalgalanıyor galiba” dersiniz ansızın. Sizi kalple hisseden yakın dostunuz, “neden” diye sormaz, sadece içtenlikle “ne güzel” der. Onun da gözleri kadeh buğusu gibi belli belirsiz ıslanınca biraz mahcup olursunuz. Birlikte başınızı kaldırıp güneşle yıkanmış süt mavisi gökyüzünü seyre dalarsınız sessizce. O mucizenin paylaşılarak çoğaldığı ilk sihirli ‘an’dır. Sonra hayat uzun kuyruklu uçurtmasını koşturarak sürükleyen çocuklar misali olanca neşesiyle kocaman tebessüm etmeye başlar size. Yaşama mecburiyetinin yeknesak ritmini bozan mucizevî küçük işaretleri görebilmenin sevinciyle ürperirsiniz.

Sempatik dalgınlıklarınız sevdiklerinizi bile şaşırtır. Ilık bir sonbahar günü çiçek pazarından aldığınız sümbülleri toprağa gömdüğünüzde, anneniz şefkatle takılır size; “yavrum ilkbaharda ekilir o soğanlar, şaşırdın iyice sen” der, mesela. “Şaşırdım annecim, çok şaşırdım hem de” demek istersiniz ama susup hınzırca edepsiz kıkırtılarınızı dinlersiniz. Yirmi yaşındayken kırk yaşındaki gibi kambur ve ağır hissetmenin suçluluğu geride kalır birden. Kırk yaşında yirmi yaşına dönebilmenin şımarıklığıyla eteklerinizi savurarak caddelerde koşuşturmak istersiniz. Tazelenmiş ömür tam orta yerinden yarılan iri bir nar gibi kendiliğinden dağılıverir. Yokuş aşağıya pıtır pıtır yuvarlanan ateş kıvılcımlı tanelere bakakalırsınız öylece. Mahallenin en yakışıklı, en asabi tekirinin ağzına tek bir sap beyaz papatya tutuşturup sokaklarda dolaştırmaktır tek dileğiniz o an. O huysuza sizi ‘tanrısal ışığa’ yaklaştıran karşılaşmaların sırrını, sözcükleri esneterek, eğerek, bükerek, süsleyerek anlatmaya koyulursunuz. Geniş zamanın içine yayılan ruh kutsal özüne kavuşmuş ve artık nesneler, tabiatın içindeki varlıklar bile söze dönüşmüştür. Yüzünüzde nedensiz bir gülümsemeyle salınarak yürürken dünyanın bütün turunç kokulu mısraları size eşlik etsin istersiniz belki. Hiç sahip olamayacağınızı düşündüğünüz, hayatın kıyısında kalan o sarhoş mutluluk hali, sevdiğiniz bir şairin derin iç çekmesi gibi hülyalı ve bir o kadar gerçektir artık. Ve bu kristal sevinç parçacıkları, uzun zamandır beklediğiniz mucizenin ilk işaretleridir sadece.

Sinema, yazı ve saplantı...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

İnsanın kendini mahkûm ettiği hayat bir tercih gibi görünse de bazen zorunlu ve sessiz bir sürgün olduğunu sadece kendisi bilir. Kadere tevekkülle rıza göstermekle, hakikati keşfetmek için cevabı olmayan sorularla düşünmenin incecik benzerliği hissedebilmek kıymetlidir. Sorular bazılarını huzursuz eder, bazılarını da büsbütün genişletir. İnsan olmanın mucizevî sırrı onca insanı birbirinden ayıran bu farklılıklarda saklı değil midir zaten. Kimileri için hayatın gölgeli, loş alanlarıyla hiç bitmeyen bir çile yolu gibidir. Kimileriyse bundan muazzam bir heyecan duyar. Kaotik duygularla esnettikleri iç dünyaları sayesinde başkalarını da anlama fırsatı yakaladıkları için hayatı derinleştiren katmanları daha iyi görebilirler.

Malum, hepimiz önceden bizim için yazılmış hikâyelerin birer uzantısı olarak bu dünyaya geliyoruz. Eğer hayatı sonu henüz yazılmamış, sadece bizim kurgulayabileceğimiz bir romana benzetecek olursak, onu arzularımız, hayallerimiz, tutkularımız doğrultusunda değiştirebileceğimizi maalesef ancak yarısını geçtikten sonra fark edebiliyoruz genellikle. Evet, bu romanın sonunu yazabilecek kudretimiz yok belki ama o yolculuğu ıstıraplarına rağmen daha zengin kılamaz mıyız? Eğer hikâyeler durağan değilse, hayat da değildir çünkü. Pekâlâ değişebilir, öyle değil mi? Büyürken ailemizden ödünç aldığımız alışkanlıklar, seçmediğimiz halde içinde kaybolduğumuz inanç sistemleri, bizi peşi sıra sürükleyen zor koşullar, zehrini usul usul ruhumuza sızdırıp mutsuz etmek için zihnimizde nöbet tutan anılar, her biri aslında kendimizi çıplak gözlerle görmemizi engelliyor…

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

İnsanın kendini mahkûm ettiği hayat bir tercih gibi görünse de bazen zorunlu ve sessiz bir sürgün olduğunu sadece kendisi bilir. Kadere tevekkülle rıza göstermekle, hakikati keşfetmek için cevabı olmayan sorularla düşünmenin incecik benzerliği hissedebilmek kıymetlidir. Sorular bazılarını huzursuz eder, bazılarını da büsbütün genişletir. İnsan olmanın mucizevî sırrı onca insanı birbirinden ayıran bu farklılıklarda saklı değil midir zaten. Kimileri için hayatın gölgeli, loş alanlarıyla hiç bitmeyen bir çile yolu gibidir. Kimileriyse bundan muazzam bir heyecan duyar. Kaotik duygularla esnettikleri iç dünyaları sayesinde başkalarını da anlama fırsatı yakaladıkları için hayatı derinleştiren katmanları daha iyi görebilirler.

Yazarlar öldükten sonra eserlerini çözümlemeye uğraşan araştırmacılar gibi insan da son âna kadar sorularını, çatışmalarını, saplantılarını, sürekli etrafında dönüp durduğu meselelerini içinde taşıyor. Ne yaparsa yapsın eksik kalacağını bildiği bir hayatı tamamlamak için verdiğimiz bu ‘kutsal’ uğraş ne kadar meşakkatli olursa maneviyatımız da o oranda derinleşiyor sanki. Hayal kırıklığının olmadığı bir hayat tahayyül edebilir misiniz mesela? Aslında kim olduğumuzu, sınırlarımızı, nereye kadar gidebileceğimizi, soluğumuzun, cesaretimizin nerede tükeneceğini buna benzer yakıcı duygular sayesinde keşfetmiyor muyuz?

Malum, hepimiz önceden bizim için yazılmış hikâyelerin birer uzantısı olarak bu dünyaya geliyoruz. Eğer hayatı sonu henüz yazılmamış, sadece bizim kurgulayabileceğimiz bir romana benzetecek olursak, onu arzularımız, hayallerimiz, tutkularımız doğrultusunda değiştirebileceğimizi maalesef ancak yarısını geçtikten sonra fark edebiliyoruz genellikle. Evet, bu romanın sonunu yazabilecek kudretimiz yok belki ama o yolculuğu ıstıraplarına rağmen daha zengin kılamaz mıyız? Eğer hikâyeler durağan değilse, hayat da değildir çünkü. Pekâlâ değişebilir, öyle değil mi? Büyürken ailemizden ödünç aldığımız alışkanlıklar, seçmediğimiz halde içinde kaybolduğumuz inanç sistemleri, bizi peşi sıra sürükleyen zor koşullar, zehrini usul usul ruhumuza sızdırıp mutsuz etmek için zihnimizde nöbet tutan anılar, her biri aslında kendimizi çıplak gözlerle görmemizi engelliyor. Hâl böyleyken sonunda kendimizin yarattığı bir ‘efsaneye’ dönüşüyoruz.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bizi biz yapan değerler üzerine düşünmeye başladığımızda, “hakikate” ulaşmanın, insan-ı kâmil olmanın epey güç bir sınav olduğunu içgüdülerimizle sezer, o büyük resmin içinde büsbütün kaybolmamak için saklı iç dünyamızın kıyısına çekiliriz. Sadakat, cesaret, haysiyet, adalet, iyi niyet, merhamet, bağışlama, cömertlik, kahramanlık, tevazu gibi kelimeler, ilk bakışta somut, içleri basitçe doldurulabilen erdemleri temsil ediyor gibi görünse de çelişkileriyle eksiltir, çoğaltır bazen çürütür ama nihayetinde insanı değiştirip kendine has biricik özellikleriyle kılar. Esas itibarıyla politik bir varlık olan insan, “dilin”, aklın, arzuların, kültürel alışkanlıkların da etkisiyle özünü bulmak, çekirdeğinde saklı olan tabiatına ulaşabilmek için yaşadığı sürece çoğu kez ne yaptığını bilmeden savrulur.

Ben en basit tanımıyla “iyi olabilmenin” ahlaktan ziyade ruhtaki saf “hakikatin” iyiliğine inanma ve bunun için ciddi çaba gösterme sorunu olduğunu düşünürüm. Gerisi asırlardır erdemler üzerine düşünen ve sorularına mutlak bir cevap bulamayan felsefecilerin işidir. Felsefeciler hınzır, meraklı bir çocuk gibi sorar, has edebiyatsa müşfik bir anne gibi o çocuğun başını okşar. Kötülükten, ihanetten, zulümden sert bir dille bahsederken bile insan duyguları arasında çıplak gözle görülmeyen gri lekeleri “iyiliğin” ışığıyla gösterir. Cesaretle korkaklık arasına sıkışan, bencil bir kötülük dürtüsünden merhametin yumuşak yatağına sıçrayan insan atlasını incelikli kıvrımlarıyla gösterir.

Yazarı, siyasetçisi, eğitimcisi, hukukçusu ve bütün sınıfsal katmanlarıyla içeriden çürümeye başlamış bir toplumu da yine ancak sanat, edebiyat sağaltır gibi geliyor bana. İnsanın ana damarından kılcallara doğru yayılan hakiki “iyilik” orada saklı çünkü. Daha evvel birkaç kez bu köşede bahsettiğim Platonov, telafisi mümkün olmayan derin bir hayal kırıklığıyla burkulduğum bugünlerde beni yine teselli etti.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bir yazarın başka bir yazarın hayatını sırları, oyunları, sıkıntıları, maskeleri, mutlulukları, edebî tutkuları, ‘kutsallarıyla’ olduğu gibi anlatması zordur. Zaten tabiatı gereği bencil, kibirli, huysuz olmaya yatkın olan ‘yazar’ (anlatıcı değil) önce kendini, hayallerini, dünyaya dair dertlerini anlatıp ‘biricik’ ve sonsuz bir varlık olduğunu cümle âleme ispat etmek ve haliyle onaylanmak ister. Hâl böyle olunca çok sevdiği öteki yazarı hakkıyla anlatmak için harcanacak mesai hep biraz fuzuli görünür. Kelimelerin sağaltıcı ruh iklimiyle kuşatan yazı kardeşliğine rağmen hayranlıkla karışık kıskançlık da barındıran bir arzudur bu nihayetinde. Fani olma ihtimaliyle kemikleri titreyen bu özel türden sevdiği yazarları iştiyakla yüceltmesini, yazı sanatının inceliklerini, kusurlarını edebî bir lezzetle anlatmasını beklemek da okurun haklı beklentisidir. Ve ne yazık ki bunu içtenlikle isteyen ve yapabilen nadir bulunur.

Geçtiğimiz yüzyılda sevdiği yazarların hayatlarından destansı hikâyeler yaratan Zweig, Tolstoy’u anlattığı bölümlerden birinde bu işin sırrını da ifşa eden bir tesbitle başlar: “Bir sanat eseri, bir hayal ürünü olduğu unutulup varlığı bir gerçeklik olarak algılandığında en yüksek basamağına ulaşır.” O bunu söylerken Tolstoy’un eserlerindeki kurmacanın ötesine geçen gerçeklik hissinden bahsediyordu ama kendisinin de pekâlâ farkında olduğu gibi, yazarlarını anlatırken de benzeri bir bakışa sahip olmuştu. Okuyanlar bilir, muradı yazar biyografileri biriktirmek değil insanlığa yazarak başkasını anlama çabasının kıymetini göstermekti. Bunu kendisini unutarak yaptığı için bize eşsiz bir miras bıraktı.


Açık dedektiflik...

Devamını Oku