A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Gün boyu cami avlularında kanatları ağırlaşan kuşlara, banklarda uyuklayan emeklilere, çareyi unutuşta arayan kışla düzeninin memurlarına, tebeşir kokan çocukların bıkkınlığına, aç kedilere, kahvelerde iskambil kâğıtlarıyla kaderlerini seyredenlere baka kalıyorsun. Çiçek demetlerini okşayan kış güneşinin sevinci sana mütemadiyen “hadi git artık buralardan” diyor. Çok direnemeyeceğini biliyorsun. Ne zamandır hayallerinle kapandığın mahpushanede dünyanın uğultusunu dinliyorsun zaten. Gece kalbinin incecik, tül gibi uyanışına sağır kalan bedenin inceden sızlıyor. Her sabah aynı saatte geçen muslukçunun çağrısı, geceyi yırtan bozacının yanık feryadı, telaşlı, mutlu, mutsuz, korkak, öfkeli ayak sesleri, inip kalkan paslı kepenk gıcırtıları, sıkışık hayatının kapalı döngüsünü hatırlatıyor artık. Hâlbuki senin geniş hem de çok geniş bir dünya tasavvuruna ihtiyacın var. Avare dolaşmak, hesap vermemek, soru sormamak acı kıymığının battığı yerlerini büsbütün unutmak istiyorsun.

Walser’in hikâyesindeki o çocuk gibi “dünyanın sonunu” merak ediyorsun en çok. Açlık, uykusuzluk, yorgunluk hissetmeden, durup dinlenmeden oraya kadar yürümek istiyorsun. Buğulu bir rüya gibi tarif ediyordu Walser o meçhul diyarı; “Derin bir uçurum, güzel, yeşil bir çayırlık, sonra bir göl, sonra minik benek benek desenli bir kumaş, sonra yoğun, koyu bir bulamaç, sonra sadece saf hava, sonra beyaz, temiz bir düzlük, sonra onu tatlı tatlı sallayıp duran sınırsız bir sevinç denizi...”. Mercan rengi şafaklarda bakışların duvardaki çatlaklara, tavan köşelerindeki örümcek ağlarına takıldığında “dünyamın sonu” nerede diye soruyor musun hiç kendine? O çocuk kısacık hikâyesinin bittiğinde, aradığı yerin sadece teklifsiz, sıcak, huzurlu bir ev olduğunu anladı. Bunu kavrayabilmen için önce kovuğundan çıkıp özgürlüğünden ürkmeden bir başına dolaşman gerekiyor.

Hayran olma yeteneği...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Çok değil daha birkaç ay evvel, zeytinlerin, incirlerin, narların yumuşak ikliminde, Ege kıyılarına vuran ak köpüklü dalgalardan yükselen tatlı yaz meltemine yüzümü verip antik kent kalıntılarını keşfediyordum. Kâinatın sürprizli dokunuşlarıyla dünyaya göktaşlarını serpen gizli bir güç vardı sanki orada. Geceleri yıldız yağmuru gibi görünen o taşlar, gün ışığında insanın Tanrı’ya inancını pekiştiren ‘kutsal taşlar’ gibi görünüyordu bana. Her çağ yaşadığı felaketlerden sonra hayat biçimini kendi geleneklerine ve inanışlarına göre yeniden tanzim ediyordu. Asırlar boyu depremlerde yıkılan ve yeniden ayağa kalkan kent, en son MS 602’deki büyük deprem sonrasında başka bir bölgeye taşınmıştı. Romalıların vaktiyle ticaret yaptığı büyük caddelerden geçerken sütunların kırılmadan devrilmesi dikkatimi çekti. Bizanslılar sonradan güzelim sütunlardan bazılarını kanalizasyonları kapatmak için kullanmıştı. O bencil hoyratlığa biraz burkularak gülümsediğimi hatırlıyorum. Bir de Hıristiyanlığın yayılmasında önemli bir işlevi olan kilisedeki geniş taşlara çöküp aslında zamanın var olmadığını düşündüğümü...

Günlerdir deprem sonrası felaketlerin görüntülerine modern dünyanın aygıtlarıyla izlerken Anadolu’nun binlerce yıllık puslu resimlerine de bakıyorum. İlk Anadolu insanlarının MÖ 7 binli yıllarda yaşadığı kayıtlara geçmiş. İnsan yaşadığı kültürle, çevreyle, toplumla gelişiyor, değişiyor. Sığ siyasetin gündelik sıkıntılarına rağmen zorluklara göğüs gererek birlikte yaşamak, çalışmak, üretmek, paylaşmak bu coğrafyanın hiç değişmeyen kaderi. Belki bu yüzden, içimize asırlar evvel atılmış bu tohumların yardımıyla her felaketlerde birbirimize kenetleniyoruz. Siz bakmayın her fırsatta bağırıp çağırıp, uluslara, sınırlara, devletlere, bayraklara, sadece kendilerinin anlayabildiği bir dile sarılanlara. Kötü oldukları için değildir o haykırışlar; hayatı o klişelerden ibaret sandıklarındandır muhtemelen. Hâlbuki her daim gösteremediğimiz merhamet duygusu bazen derin bir sessizlikle, kimi zaman da kelimelerin şefkatiyle açığa çıkar.


Başkalarının hikâyeleriyle var olmak...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Erguvani bulutların saray bahçelerinin sessizliğine eşlik ettiği mahzun bir âlemde tabiatın şefkatine sığınıyoruz. Yavaş adımlarla öpüşen çiftlerin arasından geçerken saka kuşlarını işitiyoruz. Kısa ve kesik çığlıklar yankılanıyor yüksek ağaçlardan... Üç kez arka arkaya aynı inatçı yakarışı tekrarlıyorlar sanki. Arkadaşım kuşların çiftleşme mevsimindeki değişimlerinden bahsediyor. Çiçek tarhlarının gökkuşağının renkleri gibi parladığı bir ânın içinde, asırlar evvel o bahçelerden geçip gidenlerin mahrem hülyalara daldığı ikindilerin ruhunu hissetmeye çalışıyorum.

Başımızı kaldırınca ihtiyar çınar ağaçlarına yuva yapmış leylekleri fark ediyoruz. “Ah, gelmişler işte” diyerek sevinçle el çırpıyorum. Önce biri süzülüyor aydınlık göğe doğru, daha sonra diğerleri... Boynum ağrıyana kadar göçmenlerin ince, uzun pembemsi bacaklarına bakıyorum. Kanatlarını dev bir yelpaze misali açıp yeryüzünü altına aldıklarında, uzun kırmızı gagalarının yardımıyla boyunlarını uzatıp gümüşi bir yay gibi geriliyorlar. Vücutlarını kullanışlarındaki zarafete hayran kalıyoruz. Sonbahar geldiğinde onlarla birlikte göçüp gitmek istediğimi fark eden dostum, çocuk çarpıntılarımı hissetmişçesine anlatmaya başlıyor: “Biliyor musun, Ahmet Haşim vaktiyle yazmıştı; Osmanlı’da Gureba-i Laklakan adında bir vakıf varmış. Yaşlı, kanadı kırılan, sakat, garip leyleklere bakıyorlarmış. O dönemde dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey olmamasına rağmen Anadolu’da böyle bir evin olması ne hoş değil mi? ” Ilık bir tebessüm yayılıyor yüzüme. “Ne güzel, şimdi de olsaydı keşke. Önce iyileşenlerle Afrika’ya göç eder, sonra sakat olanları toplayıp geri gelirdim”, diyorum. “Olabilir, bacakların onlarla bir akrabalığın olduğunu söylüyor zaten” deyip güldürüyor beni.

Tam da o sırada sahih bir dostun hissettirdiği güvenin ‘aidiyet’ duygusunun bazı sahte kodlarından daha önemli olduğunu anlatmak istiyorum ama o asude ânı bozmamak için susuyorum. Ânın derinliğini, taze bademler gibi açılan lale-i Rumiler, mavi acem tırnakları, rayihası genzi yakan ak sümbüller, alacakaranlıkta mora kesen yaban kirazları, sarı çiçeklerini göstermekten utanan defneler, heybetli meşeler, yalnız kadınların ayakkabılarına sürtünen kediler, taravetini güneşle yitirmiş nergisler, uhrevi serviler, kilisenin mavi vitraylı camları, gül bahçelerinde dolaşan ezan sesinin ebedi ruhu anlatsın istiyorum. Ve sadece yeni öğrendiğim o cümlenin zihnimde yankılanan anlamlarını sayıklıyorum. Garip leylekler evi, garip insanlar evi, garip erkekler evi, garip kadınlar evi, garip çocuklar evi, garipler evi... Dünya aslında büyük bir göçmenler evi!

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Hayal edileni gerçeklikten, aradığını bulduğundan daha çok sevenlerle tanışınca kokuların yardımıyla sezen hayvanlar gibi ürperiyorum. Yaşadığı ânı diri tutabilmek için geçmişin acılarına, mutluluklarına sarılan insanları öyle kolay hissedemezsiniz. Kendilerini sıradan heyecanların ardına gizlemeyi iyi bilirler. Meraklı, neşeli, coşkulu görünmek için rol yapmaya ihtiyaçları yoktur, gündelik endişelerin dalgınlığında etrafa pek aldırış etmezler çünkü. O ‘huzursuzlara’ çok sokulmak da fayda etmez. Avuçlardan kayıp giden balıklar misali kaygandırlar biraz.

Ne kadar açık olurlarsa olsunlar iç dünyaları her daim kapalı olmaya mahkûm insanlardan söz ediyorum. Kendi acılarının neden olduğu hüzün perdesi yüzünden hayatı buğulu camların arkasından izleyenlerden... Zamanın sınırlarını aşarak öylesine sakin ve yabani bir kucaklayışla severler ki, bir süre sonra onları kabuklu dünyadan ayıranın da birleştirenin de aynı kaygılar olduğunu şaşırarak fark edersiniz. Sevmek onlar için daha ziyade sevilenin yokluğu, acılaşmış bir keder ve en çok da özlemdir. Çok mutlu olduklarına karar verdikleri o anda, bir daha hiç öyle mutlu olamayacaklarına inanırlarsa ‘lanetlenmiş’ hissedebilirler. Çoğu insan için büyük bir yıkım olabilir bu his, ama onlar büyülü bir âna sahip olduklarını düşünüp sevinirler. Aslında bu tekinsiz hal aynı zamanda büyük bir cezadır. Son âna dek ruhlarının kuytusunda taşıyacakları biriyle tanışmış olduklarına inanan bütün ‘sarhoşlar,’ talihin en güzel hediyesi olarak kabul ettikleri bu mucizevî karşılaşma yüzünden hep aynı hayalin çevresinde dolaşmak ister. Biliyorum, bu türden genellemelerin hâkim olduğu tesbitler okuyanın gerçeklik duygusunu biraz zedeliyor ama biliyoruz ki onlar sadece roman kahramanları değil. Yaşıyorlar ve bütün canlılıklarıyla, kusurlarıyla, cazibeleriyle aramızda dolaşıyorlar.


Kadının içindeki erkek...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bir arkadaşım ara sıra, genç bir adamın vaktiyle bir barda beceriksizce bana takılırken söylediği o cümleyi hatırlatır: “Siz bu coğrafyadan değilsiniz galiba” demişti. Şaka yapmıyordu. Mizahı ciddiyetinde saklı olan gergin tonu hoşumuza gitmişti, epey gülmüştük. O garip adam elbette fiziksel özelliklerimi kastetmişti. Gerçekten ruhen de kendimi çoğu zaman ‘bu coğrafyaya’ ait hissetmiyordum. Ve aynı zamanda fena halde buraya aittim. Bu çelişkili aidiyet hissi, sadece yüz yıllardır farklı kültürlerden bu topraklara süzülen gelenekle, alışkanlıklarla beslenirken doğduğumuz yere ‘yabancılaşmakla’ ilgili değil. Yaşanan her yeni trajediyle birlikte biraz daha eksiliyor, insan olmaktan utanıyor, aşağılanıyor, eziliyor, küçülüyor ve nihayetinde tuhaf bir umursamazlıkla yaşadıklarımızı sıradanlaştırıyoruz. Tartışmaları ve yankıları en fazla bir hafta süren her korkunç hadisenin sonunda “Biz buraya aidiz ve bu ülkenin hakikati de bu” diyoruz. Ve daha biz o cümleyi tamamlamadan hayat kötülüğün, çaresizliğin başka bir yüzünü gösteriyor. Bu sistemin insanı uyuşturan zehrine o kadar alışmışız ki başka türlü bir hayatın mümkün olmadığına inanıyoruz sanki.

Vahşetin, şiddetin, zulmün o keskin dili neredeyse ruhumuzun hiç iyileşmeyecek olan sakat bir parçası oldu. Bugün bu ülkede doğup otuz yaşına yaklaşmakta olan gençler doğdukları günden beri hiç dinmeyen kanlı bir savaşa tanıklık ederek büyüdüler. Farkındaysanız, bu soğuk cümlede sadece ‘savaştan’ bahsediyorum. İçinde darbeler, işkenceler, derin devlet eliyle taammüden yaratılan terör bile yok.

PAZAR GÜNLERİ NE YAZARLAR?

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Hayatı kusurlarıyla yansıtan sırlı bir aynanın önünde durup içimize bakarken bizi en çok ne korkutur? Gördüklerimizi dillendirecek cesarete sahip olmadığımız gerçeği mi? İnsanın kendi derin uçurumundan aşağıya bakıp bazen isteyerek unuttuğu puslu geçmişiyle, ruhunun derinlerindeki kırılma anlarıyla, zehirli hatalarıyla yüzleşmesi fevkalade sancılıdır elbette ama en az o sıkıntılı karşılaşma kadar ürkütücü bir hakikat daha var. Kendini olduğu gibi anlatarak iz bırakma arzusuna karşın bunu yapamayacak olma endişesi.
Bu içgüdüsel hezeyanın sadece sanatçılara, yazarlara, kahramanlara ait olduğunu düşünmüyorum. Kendini ‘sonsuzlaştırarak’ Tanrı mertebesine ulaşma tutkusu insanın en hakiki ve anlaşılır zaaflarından birisi sanırım. Bunu gerçekleştirmenin farklı yöntemleri var. Sanatçı bunu yapabildiği ölçüde Tanrıya biraz yaklaşabildiğini hissediyor belki ama yine de kendisini olduğu gibi anlatabilmekle ilgili ‘yetersizlik’ duygusunu yenemiyor. Gerçek hayat hikâyeleri bu yüzden hep biraz eksik kalıyor, sadece sezgileri çok güçlü başka ‘Tanrı yazarlar’ o eksikliği tamamlayarak onları sonsuz kılıyor. Onlardan da fazla yok maalesef.

Ona kızamıyorsunuz...
Geçtiğimiz yüzyılın biyografi yazarlarının en iyisi bana göre hiç tartışmasız Stefan Zweig’dı. Onun unutulmaz hikâyelerini, denemelerini edebiyatla ilgilenen hemen herkes bilir ama ben onun mükemmel biyografilerine burada haksızlık edildiğini düşünüyorum, yayıncıların ihmalkârlığı yüzünden yeterince bilinmiyor çünkü.
Tuhaf bir inat, ısrar, fedakârlık ve şefkat duygusuyla hayatının önemli bir kısmını onlarca yazarın, tarihî kişiliğin hayatını anlatmaya adamış bir edebiyatçıyı neden sevdiğimi açıklayabilmek pek kolay değil, zira o yazmaktan fazlasını yapıyor. Onlarla birlikte anlaşılması güç hayatların karanlık dehlizlerinde sakince dolaşıyor. Yavaş, yavaş, ne yaptığını bilerek, temkinli, sakin ama kalp çarpıntısını unutmadan. Bazen çok iyi tanıdığı yazar huzursuzluğunun sebeplerini anlamaya çalışıyor, bazen de insani kusurlarını, edebî zaaflarını ve korkunç özelliklerini hiç tereddüt etmeden gösteriveriyor. Ve siz sevdiğiniz yazarları acımasızca hırpaladığı için ona kızamıyorsunuz. Onları yaratıcılığın kutsallığına yaraşır zarif bir üslup ve içtenlikle mesafesini hiç kaybetmeden anlatabildiği için daha ziyade minnet duyuyorsunuz.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Cılız sonbahar ışıklarının tül perdenin arkasından içeri incecik sızıp parkeleri, duvarları, dokunduğu eşyaları çizgi çizgi aydınlattığı solgun bir gün. Bir an evvel okumak istediğim, eğlenceli olduğunu umduğum bir roman gazete yığının üstünde duruyor. Aylardan kasım. Kasım aylarından korkarım, hiç sevmem. Belli ki o da beni hiç sevmiyor. Her yıl bu uğursuz ayı sevmemek için yeni bir sebebim daha oluyor. Nefretimiz şiddetli ve karşılıklı. Telefon çalıyor. Doğduğum ve büyüdüğüm bir şehirden tanıdığım bir arkadaşımın ismini görüyorum ekranda. Ne diyeceğini seziyorum. “O gitti” diyor. Gençliğin bütün huzursuz dalgalanmalarını, neşesini, acılarını, heyecanlarını paylaştığımız, hiç ölmeyecekmiş gibi hayata tutunan bir insandan bahsediyor. İsmi Ayşe. O bizi bırakıp erkenden gitmiş. Biz de ona veda etmek için yola çıkıyoruz. Güneşin kocaman bir portakal gibi yol boyu bize eşlik ettiği serin bir şafak vakti yolda çözülememiş bir hiçlik duygusuyla ürperiyorum. Öncesi sonrası olmayan müphem anlardan birisi. “Keşke güneşin bu halini bir kez daha birlikte görebilseydik” diyorum. Saçma bir boşluk hissi kuşatıyor etrafımızı. Onu doğduğu şehirde babaannesinin yanına bırakıyoruz. Ertesi gün, güneşin durgun denizi yekpare bakır levhalara dönüştürdüğü alacalı saatlerde yaşadığımız şehre dönüyoruz. Boşluk yırtılarak genişliyor.

Murakami’nin romanı birkaç gündür önümde duruyor. Okumak istemiyorum. Yazmak da... Televizyonlara, gazetelere bakmak içimi bulandırıyor. Öldürmeyi, katliamı, insanların ağlamasını, savaşı savunmayı muhalefet sanan, bunu da insanlara ‘ilericilik’ diye yutturmaya çalışanların Meclis’te tepindiği bir ülkede yaşama fikrinden bile nefret ediyorum. Siyaseti her fırsatta insan olmanın, vicdanın, adalet bilincinin önüne koyan sığ zihniyetten de fena halde yoruldum. Bu gazetede yazan bir arkadaşımla konuşuyorum. “Ne yazacaksın” diyor. “Bilmiyorum, istemiyorum, bu ülkeyle, hayatla, hatta sevdiğimi sandığım bazı insanlarla ilgili güven sorunum var, mümkünse düşünmek bile istemiyorum” diye cevap veriyorum. “Yok, olmaz öyle şey, yaz bir şeyler” diyor. O da öyle herkes gibi hayatın bir biçimde devam etmesi gerektiğine inanıyor haliyle. Her sabah bilinmeyen kaotik bir güne uyanılacak, insanlık, siyaset, edebiyat, tarih ve daha bir dolu mesele üzerine ahkâm kesilecek, sürekli manasız bir kavganın içinde debelenip durulacak. Ne mecburiyetimiz var hiç anlamıyorum. Kimse hiçbir şeyden, hiç kimseden, hiçbir fırsattan vazgeçmeyecek. Ya da en klişe cümlelerle tercihlerin vazgeçiş olduğunu haykıracaklar. Tatsız gerçekler öylece kabullenilecek. Ne olursa olsun hayat bütün hoyratlığıyla devam edecek. Bunun adına da profesyonellik, yaşam enerjisi, inanç ya da her ne istiyorsanız o denecek. Harikulade!


Bu dünyaya birileri tanıklık etti...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Ölü yaprakların ıssız sokaklarda, henüz kirlenmemiş pardösü eteklerinin, sıska köpek bacaklarının, kırık bankların altında döne döne uçuştuğu sarı sıcak bir sonbahar günüydü galiba. Yanımda kolumu sıkıca kavramış heyecanla gelecek planlarından bahseden bir arkadaşım vardı. Mahzun yüzlerini solgun vitrin ışıklarında seyre dalan insanların arasına başımı sokunca görmüştüm onu. Salıncaktan kendini dünyanın boşluğuna doğru savuran bir çocuk resminin üstünde “Çiğdem Külahı” yazıyordu. Eski bir dostla karşılaşmışım gibi içeri girip hemen ona sarıldım. Kitabın ismi karnımın altını gıdıklamıştı. Bazen öyle olur, yazarına, ne yazdığına, türüne pek aldırış etmeden sizi çeken o tuhaf ‘varlığa’ sokulmak istersiniz. Kitapçıdan çıkınca arkadaşım, “Ne olduğunu merak etmiyor musun, baksana” dedi. “Boş ver, belli ki iyi ve eğlenceli bir çocuk kitap yazıp adını ‘Çiğdem Külahı’ koymuş. Böyle kırılgan bir mutluluk işaretini hemen silmemek lazım. Bırak biraz tadını çıkarayım” dediğimi hatırlıyorum.

Hikâye kitaplarının ilk sayfasındaki pırıltılı cümleler bazen insanı fettan bir kadın kıvraklığıyla tavlar. Aldanmayacağımı biliyordum ama yine de kitabı sonundan açıp okumaya başladım: “Ay kınalı avuçlarıyla karşı kayalığın ardından çıktı. Dizlerimdeki sızıyı duydum yeniden. Kestaneler mi çizmişti ne. Denizin en ince kabuğu kımıldadı. Belki de gece balıkları uyanmışlardı ve esneyerek dünyanın bu yanına uçmaya hazırlanıyorlardı.” Ahmet Büke’yle böyle tanıştım. Hikâyelerini okudukça unutarak var olma çabasının insana her şeyden çok acı verdiğini söyleyen sert, neşeli, lirik sesine hayran oldum. Elimdeki kitabın ikinci hikâye kitabı olduğunu öğrenince de çok sevindim. Yazdığı her şeyi heyecanla bekleyeceğiniz bir yazar keşfettiğinizde içiniz has edebiyata dokunmanın şehvetiyle kımıldar. O lezzetli yemeğe hiç ara vermeden aynı iştahla devam etmek istersiniz. Gidip hemen 2004’de yayımlanan ilk kitabını aldım; İzmir Postası’nın Adamları. Ve sonra diğerleri geldi; 2008’de Oğuz Atay öykü ödülü alan Alnı Mavide ve birkaç hafta evvel okurla buluşan Kumrunun Gördüğü.


Hikâye olmak istiyormuş meğer

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Sarp, kurşuni kayalıkların üstünde durup doğal bir zümrüt taşı gibi parlayan denize bakarken zihnimizi kamaştıran düşünce parçacıklarının tutsağı olduğumuzu düşünüyordum. Etrafımızda gördüğümüz her yeni görüntü, nesne, ses insan bize diğerlerini hatırlatıyordu. Sadece uzaktan boğuk bir keklik ötüşünü duyabildiğim dik yamacın kenarında durup ıssızlığı dinlediğim o birkaç dakika içinde, geçmişten, gelecekten kopuk ‘özgür’ bir hayat sürdürememenin ne kadar zor olduğunu hissetim. Dünya susmuştu. Böcekler bile çıtırdamıyordu. Fıstık çamlarının, fundalıkların, yabani fıstık ağaçlarının, katırtırnaklarının, vahşi kırmızı gelinciklerin arasından geçip deniz kıyısına yürürken hep o kadının yüzü gözümün önündeydi. Romandan uyarlanan film nedeniyle John Fowles’un gizemli karakteri Sarah Woodruff’u canlandıran Meryl Streep’i uzun, siyah kıyafetiyle, soluk yüzüyle gördüm. Mavimsi kayaların üzerinde, Manş Denizi’nden gelen rüzgârlara karşı durmuş, patlayan dalgaların arasından güneşin erittiği ufka bakıyordu. Hiç gelmeyecek olan bir adamı bekleyen, mutluluğunu kendini anlamamasına bağlayan, utancıyla evlendiğini söyleyen esrarlı bir kadındı o. Fowles’a göre melankolinin kucağında huzur bulabilen Sarah, insanları görünmek istedikleri gibi değil, oldukları gibi görebiliyordu.

Yazarın en çok sevdiği karakterlerinden biri olan o kadını hatırlamak biraz ruhumu sıkıştırdı. Yıllar evvel kitabı okuduğum döneme ait sisli bir geçmişin içinde kayboldum bir süre. Kitabın eski bir baskısını hediye eden arkadaşım benden epeyce büyüktü. O yıllarda bazı kitap kapaklarının fotoroman gibi yapıldığını keşfedince epey gülmüştüm. Okuyunca kitabın edebi ağırlığıyla hiç örtüşmeyen romandan hafızamda kalanların beni değiştirdiğini, ‘inanç’, ‘tutku’, ‘ahlak’ gibi kavramları tekrar sorguladığımı hatırlıyorum. Büyük romanlar, filmler biraz böyle değil midir zaten? O kitabı okuduktan, o filmi izledikten sonra hayatın artık eskisi gibi devam edemeyeceğini içgüdülerinizle anlarsınız. Kitap sizi içine alabilirse etkisinde kaldığınız o ‘hayaletlerden’ ömür boyu kurtulamazsınız. Charles gibi ‘yasak’ bir kadının peşinden giden inançlı bir erkek ya da tutkuları yüzünden günah işlediğini düşünen bir kadın olabilmek, bildiğiniz hayatın dışına çıkmak, sizi tanıyan ‘sıradan’ insanlardan bir süreliğine uzaklaşmak, onlar gibi unutulmayan ihtişamlı kahramanlar olmak istersiniz.

O İRLANDALI KADINI KISKANDIM...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Yazar, sadece herkesten sakladığı iç sesiyle sadece kendi hikâyesini anlatmaz. Başkalarınınkini de zihni kamaştıran bir tutkuyla merak eder. Usta bir hayat hırsızı gibi katılamadığı oyunun parçası olmaya çalışır. Onu kelimelerle yeniden kurar, sonra istediği vakit bozar. Geçenlerde bir yazar dostum, “Anlatırken olan bir şeyi anlıyor da aktarıyor muyuz, yoksa olmayan bir şeyi olduruyor, var mı kılıyoruz. Yıllardır bunun cevabını tam bilmiyorum” dedi. Doğrusu bunun cevabını ben de bilmiyorum. Hikâye etme sanatı, bütün cazibesiyle birlikte tekinsizdir. Yaşadığınız o “en mutlu ânı” başkasına aktarırken çıplak sesinizi tarafsız dinlemeye çalışın. Eğer yeterince dürüst olabilirseniz, “gerçekliğin” denizin içinde olduğundan daha büyük, daha renkli görünen bir taş gibi kırılarak yansıdığını göreceksiniz. Esrarlı kelimelerin kıyafetine bürünen duygu, düşünce parçacıkları, hikâye ettiğinizde kelimelerin hakikatine kavuşur çünkü.
Eğer yaşadıklarımızı geçmişin, bugünün ve geleceğin bağlayıcı halatlarından kurtularak anlatabilseydik, “saf gerçekliğe” dayanabilir miydik, ondan da pek emin değilim. Kabul etmesek de o “çürümeye” ihtiyacımız var korkarım. Yaşarken anlatmanın büyüsüne kapıldığımızda göz de, kalp de kendini yanıltıyor. Belki bu yüzden hikâye etme içgüdüsüyle hayatlarımızı eksilterek, çoğaltarak yeniden kuruyoruz. Yine de bir insanı tanımak istediğimizde onun hakiki “iç hikâyesini” merak ediyor, doyumsuz bir iştahla hayatları hakkında kitaplar okuyor, filmler seyrediyoruz.
Geçtiğimiz akşam okuma faaliyetlerinden yorulunca Hemingway ve Gellhorn’un birlikteliğini anlatan bir film koyup, kendi gerçeklerimden uzaklaşmak istedim. Olmadı tabii. Film bittikten sonra yine kışkırtıcı bir merak dürtüsüyle Yaratıcı Aşklar kitabını karıştırdım. Kaufman’ın yönettiği, Jerry Stahl ve Barbara Turner’ın hikâyeleştirdiği filmin derdi yaşananları olduğu gibi anlatmak değildi elbette. Hollywood’un o göz kamaştırıcı anlatımıyla hikâyeyi cazip hale getirmek için gerçeği bozmuşlardı.
Peki, medcezirli bir ilişkinin dip akıntılarını, hırçın dalgalarını, sert rüzgârını yaşayanın kendisi bile olup bitenin gerçekliğini sezemezken üçüncü bir kişi doğru anlayıp aktarabilir mi? Ben daha ziyade iki yazarın birlikteliğinde, ortak yazı tutkusunun onları nasıl buluşturduğu, parçaladığı, güvensizliğe sürüklediği, yalnızlaştırdığıyla ilgileniyorum. Dolayısıyla Hemingway’in içki tutkusu, ailesinden miras kalan akıl hastalığı, ilişkiye başladıklarında evli olması, kıskançlık krizleri, cinsel hayatlarına dair uydurulanlar, Hemingway’in şiddet sevmesi, hikâyenin trajik unsurları benim için.
Biliyorum ki, iki yazarın ilişkilerinin hazzı da acısı da başkalarınınkine pek benzemez. Yazarlığın bencilliğine, hoyratlığına rağmen yazanları birbirine kenetleyen, hayattan geriye kalan kitaplarla zamana direnin sağlam bir zincir vardır ve o hiçbir koşulda tam olarak kopmaz. Tam da bu nedenle güçlü ve cesur bir savaş muhabiri olan Martha Gellhorn’un, bir erkekten çok bir yazardan etkilendiğini ve biraz da bu yüzden onun aşırılıklarına katlandığını sanıyorum. Ayrıldıktan sonra eski kocasının romanında kendisini gülünç bir karakter olarak okuyunca ne hissetmişti? Buna rağmen yıllar sonra onu dünyada meşhur eden romanı Çanlar Kimin İçin Çalıyor ’u yazmasında önemli rolü olan o kadına kendisini ne kadar gösterebildiğini de merak ediyorum mesela. Hemingway, yıllar sonra “ne tuhaf lanet olası yüreğini bir kadına açmana bir savaş sonra kapatmana bir diğeri neden oluyor” demiş. Haklıydı. Gellhorn başka bir savaşa tanıklık edip yazmak için onu terk etmişti.
Filmde, barda tanıştığı Gellhorne’un vücuduna bakıp ‘bacakları omuzlarından başlıyor bu kadının’ diye mırıldanan Hemingway, hayatta romanlarını ayakta, daktiloyla boks yapar gibi yazıyordu. Savaşın ortasında başlayan aşk hikâyesinin en başında yazar kadına her zamanki alaycı tonuyla, “Bir insana güvenip güvenmemek gerektiğini anlamanın en iyi yolu ona güvenmektir” diyordu. Dudaklarım onların “çıplak aşkını” seyrederken epey müstehzi bir tebessümle kıvrılıyordu.

Devamını Oku