A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Bizim için baharın ilk günüydü. Ya da soluduğumuz hava karanfilli tütsü koktuğu için bize öyle gelmişti. Uzun süre bakanın başını döndüren şehvetli bir dirilişin tam ortasındaydık. Tabiatın bile kıskandığı yeşilin bütün tonlarını kucaklayan vadinin bittiği yerde başlayan kımıltısız denize dalgın dalgın bakıyorduk. Üzerinde binlerce sedef düğmenin parladığı ıssız mavilikte, o anki ruh halimizi kuşatan geniş bir sükûnet vardı sanki. Önce montlarımızı sonra yavaş hareketlerle hırkalarımızı çıkardık. Üşümenin geçmişte kaldığını hissettiren masum çıplaklık hoşumuza gitti. Aksak tahta masanın üzerinde kara bir gazete yığını ve kitaplarımız duruyordu. Mahrem bir duaya yetecek kadar süren kısacık bir anda, ayçiçekleri gibi yüzümüzü güneşe karşı çevirip göz kapaklarımızı usulca kapadık...

Hayatı, hayata çok aldırış etmeden kabullenmenin huzuruyla sohbet ederken sebepsiz bir iyimserliğe kapılıyor insan. Uçarı sözcükler, bahar dallarından düşen taze çiçekler gibi uçuşuyordu etrafımızda. Birbirini samimiyetle hissedebilen iki kadın konuşmaya başladığında, farklı mevzular arasında nasıl sıçrayabildiklerini bilen bilir. Seçimlerden hoyrat erkeklere, ‘tıssslayarak’ bakan kadınlardan yazdığımız gazeteye, geçmişin unutulamayan acılarından sinemaya, edebiyattan yemek tariflerine uzanan çakıl taşlı bir yolda zıplayarak koşturuyorduk.

EDİRNE’Yİ KURAN ADAM...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Şehrin en kalabalık, uğultulu, neşeli, hafızasız, korunmasız, müstehcen, kanlı, şefkatli meydanında durmuş, daha bir gün öncesinde yaşananlara rağmen hayatın olanca sıradanlığıyla akıp gidebilmesinin kadim sırrını düşünüyordum. Havadaki yanık pamuk şekeri kokusu, enselerdeki saç diplerini ısıtan ılık güneş, sarı yazın kristal tozları mahallenin serserileri gibi aynı yöne doğru volta atan güvercinleri bile uysallaştırmıştı sanki. Simitçi olduğu yere çöküvermiş duman lekeli parmaklarının ucundaki sigarasını tüttürüyordu. Genç bir çiftin dünyanın geri kalanını unutmuş gibi heyecanla öpüşmesi hoşuma gitti. Bakışlarım hemen duvar dibine dizilmiş polislerle buluştu. Bilmedikleri bir dilde seyircilere hiddetle nutuk atan sarhoş kızı seyrediyorlardı. Onların zihni de büsbütün uyuşmuş gibiydi.

Okulu kırdıkları her hallerinden belli olan çocukların çimlere boylu boyunca uzanıp berrak gökyüzünü seyre dalmalarında hayatın sevecenliğini hatırlatan bir rahatlık görünce ben de gevşedim. Birbirlerine her fırsatta değişik pozlar veren Japon turistlerin yapay bir kaydetme tutkusuyla cıvıldaşmalarını bile sevimli buldum. Kafası bozuk tekir, bacağıma sürtünerek beni oyununa davet etti. Genç bir erkek alçak demirlerin üzerine tünemiş kitap okuyordu. Başımı hafifçe eğip kapağı görmeye çalışınca utangaç bir tebessümle yüzüme bakıp “Biraz sonra Samsa’yla buluşacağım gelmek ister misin” diye dalgasını geçti. Kafka’nın ‘Dönüşüm’ isimli hikâyesinde dev bir böceğe dönüşen Gregor Samsa’dan bahsediyordu. Etrafında olup bitenlere, hayata yabancılaştığını ima eden o şakayı bilerek mi yaptı tam anlamadım ama oğlanın hınzır enerjisini sevdim. “Yok, sağol ben Claudio’yla buluşmayı planlıyorum, mikrokozmoslarımızı keşfedeceğiz, gelmek ister misin” deyince önce derin bir sessizlik oldu, sonra gülüşmeye başladık. Nasıl kışkırtıcı, mahzun bir sarı yaz sabahı, derken içli kumrular gibi dem çektim.

Daha bir gün önce onun yaşlarında başka genç bir erkek, hiç görmediği masum insanları öldürmek için kendini de parçalamıştı. Ama hakikat oracıkta, hayatın sıradan kutsallığında, parçalanamayışında, tekliğinde, insanı, zamanı, mekânı, vicdanı, hafızayı, tarihi birbirine görünmez bağlarla birleştiren kâinatın mükemmelliğinde gizliydi. Orada, hiç tanımadığım bir gençle şakalaştığım o meydanda, bana sonsuzmuş gibi görünen bir ânın içinde küçücük ama değerli bir kum tanesiydim. Hepimiz birer hiçtik aslında. Ona dev bir böcek gibi uyanmanın, çekip gitmenin, geçmişi, geleceği, beğenmediğimiz ‘ötekileri’, bizi sevmeyenleri yok saymanın acıyı dindiremediğini tam tersine büyüttüğünü anlatabilmeyi isterdim. Tekâmül edememiş yaralı ruhların ayrıntıların içinde boğulduğunu ve belki de bu yüzden her zaman hayatın basit gerçeklerindeki derinliği göremediğimizi de...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Ben bilincin karanlık bölgelerine gizlenen esin perilerinin, gök kubbeyi çatlatan kısa süreli şimşekler gibi aniden görünüp yaratanın dünyasını aydınlatan sihirli gücüne inanırım. O perilerin ne vakit gelip nasıl bir iz bırakacağı önceden pek bilinemez. Bazen çocuklukta işitilen tozlu bir masaldan, ayrıntıları hatırlanamayan puslu bir film sahnesinden, incecik bir hayal kırıklığından, bazen hiç unutulamayan kısacık, ürpertili bir dokunma anından ya da okunmakla eprimiş bir kitabın “kayıp” düşüncelerinden, anlatılamadığı için cümleler arasına gizlenen duyguların sessizliğinden süzülüp kendisini umutsuzca bekleyen o yazarın ziyaretine gelirler. Yazı sanatı mevzu bahis olduğunda yazarlar için bu sihirli anların ötesine geçen yazma disipliniyle birlikte, önemli bir gerçek daha var. “O diğer yazarı” neden sevdiğini hissedebilme dürtüsü.

Okumayı seven herkesin “neden o yazarı seviyorum” sorusuna, kendi okuma hazzına uygun kişisel cevapları vardır muhtemelen. Ama bir yazarın başka bir yazarı sevme sebebi, kendi yazı macerasının kaderini de etkileyen önemli bir seçimdir bence. Sevilen yazarı, sadece yazdıklarıyla değerlendiren, gün ışığına çıkanın ardındaki o buğulu bölgeyi merak etmeyenler benim pek ilgimi çekmiyor doğrusu. Yazarların korkularını, kırgınlıklarını, kendilerini neden ve nasıl sakladıklarını, küflü alışkanlıklarını, çaresizliklerini, yalnızlıklarının arkasına gizledikleri sırları, tutkularını, acılarının onları nasıl beslediğini, hatta mümkünse diğer yazarları kıskanmalarının gerçek sebeplerini en az yarattıkları kadar merak ediyorum çünkü. Bütün bu saydıklarım mahrem gibi görünse de o duyguların derinliğini yazarlara doğal bir zarafetle sorabilen röportajcılar ve her zaman pek de eğlenceli olmayan bu sorulara kendilerine has farklı üsluplarla cevap verebilen yazarlar var elbette. Tuhaf bir biçimde onları da okurlardan çok diğer yazarlar merak ediyor.


Röportajlarla yalnızlığını unutan Pamuk...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Saatlerin ılık yaz rüzgârları gibi ağırdan aktığı vakitlerde, sadece sevgilisini serinletmek isteyen bencil bir delikanlı misali hırıldayan “pırpıra” yüzümü tuttuğum sırada geldi o. Hesse’nin ilk gençlik öykülerinin böyle kimsesiz bir akşamüstü ansızın ziyaret etmesinde de vardır bir hikmet, diyerek okumaya başladım. Elbette yine aynı şey oldu. Aradan geçen onca yıla rağmen sanki “ilk gençlik ülkemden” hiç ayrılmamışım, o yuvanın kendine has sıkıntısını geleceğe neşesiyle taşıdığı kıpırtılı ruhu kaybetmemişim gibi hayata yeniden uyandım.
O zaman bana çok ulu, cömert, merhametli görünen meyve bahçelerinde dolaştım bir süre. Anların durgun bir gölün üzerinde halka halka çoğalan genişliği içinde yüzerken, yaz tatili için gittiğim kasabaları düşündüm. Toprağa tıpır tıpır düşüp çürüyen meyveler gibi bir köşede öylece unutulmuş hissediyordum. Serin avlularda oturup cırcır böceklerinin türküsünü dinlediğimde, esas derdimin “dertsizlik” olduğunu henüz bilmiyordum. Bütün huzursuz gençler gibi canım sıkılıyordu işte. Ama sezgilerim o manasız boşluğu kavrayacak kadar güçlenmemişti. Gençliğin buruk ve esrik sarhoşluğunu yaşıyordum. Hayata dair cevap alamayacağım soruları gizli bir dilek kutusunun içine koyup kuyruklu yıldızlara yolladığım yıllardan bahsediyorum. Hiç bitmeyecekmiş gibi kendiliğinden uzayıp esneyen saatlerden.
Hesse’yi okuyan pek çok okur gibi o yazlarda bıraktığım kendimi özlüyorum. Bilmiyorum ki; şimdi annemin yumuşak dizine başımı koysam, ona kırlardan topladığım gelincikleri, papatyaları getirip buğulu bir sürahiye yerleştirsem, sofradaki kiraz tabağına dadanan birkaç arı vızıltısını o anki neşesiyle, hüznüyle çağırsam, vişne reçelli kızarmış ekmeklerin kokusunu içime çeksem, dantelden bir örtünün kendiliğinden kayıp düşmesi gibi akıp giden hafif yaz bulutlarıyla hülyalara kapılsam o zamanki kendimi bugüne taşıyabilir miyim? Cevap karmaşık; ne evet, ne de hayır.
Hesse kitaba adını veren “Gençlik Güzel Şey”de, gençlikle olgunluk arasında salınan “sıkışmışlık” hissini bir doğa ressamının titizliğiyle resmediyor. Gelecekte edebiyat tarihinin en önemli yazarlarından biri olacağının müjdelediği tabiat tasvirlerinin arasına gizlediği “insanlık hâlleri” son âna kadar hiç değişmemiş. Edebiyatı nasıl da kendine benziyor. Onun hayal etme üslubu, okuruna yaşama üslubunu da açıkça gösteriyor sanki.
Bir roman, hikâye kapağında, “otobiyografik unsurlar içeren” hatırlatmasını her gördüğümde, itiraf etmeliyim ki müstehzi bir tebessüm yayılır yüzüme. Sanki başka türlüsü mümkünmüş gibi. Saf sanat ve saf hayat varmış ve bu iki nehir nihayetinde sonsuz bir denizde buluşmazmış gibi... Hele ki ilk aşk heyecanlarını, taşrada geçen çocukluk yıllarını, o ilk uyanışları, kırılmaları, kayıpları, eksilmeleri, çatlamaları anlatıyorsa bir yazar, yapıp yapabileceği kendi suretinden kâinatın sırlı aynasına bakarak hayatı çoğaltmak değil midir? Zihnin, yüreğin tortusunda birikenler, hatıralardan, imgelerden, kayıp anlardan istediğini seçer, yorumlar, bazen eksiklerini tamamlar ve kendi ham gerçeğinden yeni bir “gerçeklik” yaratır.
Hesse, bu ilk gençlik hikâyelerini yazmak için masanın başına oturduğunda nasıl bir gelecek tasavvuru vardı bilinmez ama yazarak “büyüdüğü” kesin. Bu yaz hikâyesinde, yuvasına dönen gencin, çocuk yaşlarda âşık olduğu güzel Helene’den, hakiki dostluğun içtenliğiyle sevdiği Anna’ya, saf bilgiden inancın melankolisine uzanan çakıl taşlı yolda, insanın değişimini gösteriyor. Tabiatta, kâinatta karşılaştığı her şeyin kutsal bir parçası gibi hissettiği için muhtemelen, duyguları tül tül uçuşan mısralara dönüştürebiliyor. Ve sanırım bu yüzden hiç eskimiyor.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Hâlâ sıkılmadınız mı?

Üzerinize zorla yapıştırılan ‘etiketli günlerin’ hayatınızı eksilten hafifliğinden, yakındakilere hatta çok uzaktakilere bile bıkıp usanmadan anlattığınız tozlu ‘aşk’ hikâyelerinden, insanların size ne zaman nasıl davranmanız gerektiğini hatırlatan sıkıcı ezberlerinden sıkılmadınız mı gerçekten?

Hayır, kapitalizme hizmet ettiği söylenen ‘balonlu, kalpli’ plastik günlerden bahsetmiyorum sadece. O klişeler olmasa da bize dayatılan bu sistemin bir parçası haline gelerek sürdürdüğümüz hayatlar da yeterince klişe değil mi zaten. İnsan neden bile isteye sıradanlığın küf kokan çukuruna öylece kendini bırakıverir ki?

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

İnsan kime, hangi koşullarda, neden sadık olabileceğini bilemez ama yüreğe atılan tohumların ne zaman yeşereceğini, ne kadar yaşayacağını hayatın ritmini, tecrübeyle çatlayan sesini dinleyerek sezebilir. Gökkuşağının alacalı renkleri gibi birbirlerine karışırken değişen duygular içinde en kunt ve aynı zamanda en kırılgan olanıdır sadakat. Tekinsiz ortamlarda can çekişir belki ama ölmez. Varlık sebebini, her zaman bir başkasının pırıltılı vaatlerine teslim etmez. Ne kendisini kullanarak ‘oynayanları,’ ne de büsbütün yok sayanları sever o.

Ömür boyu ‘onun’ karakter özelliklerinden, sevgisinden, uzaklığından veya yakınlığından bağımsız, o ‘ilişkinin’ varlığına, geçmişine, geleceğine sadık kalabilmek güç olmalı. Her fırsatta şımartılmak isteyenlere, hırçınlıklarıyla körleşenlere, korkular yüzünden kendilerine eziyet edenlere göre değildir pek. Zarafetini sadece asalette bulan bir ‘beceriklilik’ değil sözünü ettiğim. Yalnız kalmanın, hatıraların içinde kaybolmayı göze alabilmenin, karşılıksız vermenin, ümidini kaybetmeden sevebilmenin ‘deli’ sadakatinden bahsediyorum. İçlerinde hep biraz suçluluk duygusu, şefkat, fedakârlık da barındıran sessiz direnişçilere benzeyenlerden... Abartılı tavırlara, itiraflara, gülünç yapaylıklara, menfaatlere ihtiyaç duymamaları onları cazip kılıyor sanırım. Zamanın, mekânın sınırsızlığına tahammül edebilme özellikleriyle haleleniyorlar sanki. Ve ne yazık ki çok kalabalık değiller.

Peki, onlar kadar güçlü ve kararlı olmayanları reddedebilir miyiz? Benim cevabım elbette ‘hayır’ ama duygularına karşılık alamayan âşıklar gibi çıldırıp, sahip olduğu değerleri unutarak hayata ihanet eden ‘itirafçıları’ rahatlıkla küçümseyebiliriz bence. Sahte yakınlaşmaların, zoraki samimiyetlerin (iş arkadaşlıkları da dâhil) , yalnızlığımızı maskeleyen karşılaşmaların şiddetli sonu, tamiri mümkün olmayan kırılmalara neden olabiliyor. Öfkeyle beslenen intikam hissi insanın tabiatında var zaten. Bence bizi birbirimizden ayıran böyle zor zamanlarda o bencil hisle mücadele etme yöntemimiz, üslubumuz.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Onu size “çıplak” hâliyle gösterebilmenin imkânsızlığıyla kıvranırken, bunu kimseninkine benzemeyen kendi “çaresizliğimle” yapabilme ihtimalinin bile başımı döndürdüğünü, en çok bu mucize için yazıya tutunduğumu söylesem inanır mısınız? Bunu isterdim gerçekten. Hikâyeleri kalp bilgisiyle idrak edebilenler, gerçeğin anlatıldığı anda bozulan, parçalanan hücrelerine rağmen yazı sanatının ışıltılı galerisinde dolaşmayı severler...

Sır, gösterişli cümlelerde, her okunuşta başka bir renge bürünen menevişli tasvirlerde, yazarın göstermekten hoşlandığı ustalığında, bilgiçliğinde değil, insanın mesafelerle, zamanla, mekânla, koşullarla, manayla değişen yolculuğunda gizlidir. Siz de pekâlâ biliyorsunuz. Başkalarına büsbütün trajik görünen bir hayat, onu içeriden kemirerek yaşayan biri için benzersiz bir serüven olabilir. Tersi de geçerlidir elbet. Size sıradan hayat hikâyesini anlatan birini, her gün farklı parçalarla büyük bir yapbozu tamamlayan çocuk hayretiyle dinleyebilirsiniz. Çocuk bakışı hayal gücünün sınırsızlığıyla kuşatılmış masal kahramanlarınınki kadar sonsuzdur. Nereye dönse yüzünü, orayı henüz çürümemiş bir merak dürtüsüyle genişletir. Parmakları vahşi orman kokar, teni eflatun olur, gürültüyle çarpan nabzı tenha bir meyve bahçesi kadar sessizleşir kimi zaman. Acılardan, nedensiz sevinçlerden mavi kuşlar yapıp meleklerine gönderir. Kendi masum dalgınlığında kaybolur. İlk hayranlığın tedirginliğinde henüz keşfetmediği “aşkıyla” kuralsız, kusursuz, ölçüsüz bir ilişki kurar.

Sonra bütün hayaller, çiçek dürbününün ardından görünen alacalı, karmaşık desenli resimler gibi birbirinin içinde erir. Çocuk uydurduğu masalda hakikatini görür. Orada yarattıklarıyla yeniden doğar. Kendi varoluşuna inanmak başkalarına da bunu inandırabilmek için kimsesiz kedilerin, kör bir denizcinin, altın tozlu buğday başaklarının “kahraman” olduğu acayip hikâyeler anlatır.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Pırıltılı ya da can yakan bir an, çocukluğunuza dair tek bir an hatırlamanız istenseydi rutubet kokan, kapısı açılırken gıcırdayan oyuncakçı dükkânından hangisini seçerdiniz? Zor değil mi? Kimse kıyamıyor çocuk haline; doğuştan yaralı insan, geçmişin puslu haritasında bir kez dolaşmaya başladı mı o çok tuhaf coğrafyada karşılaştığı yüzüyle, onun ardında gizlenen sırlarıyla, her daim çatlağıyla tebessüm eden ihtiyar bir çay fincanı misali alışıp kurtulamadığı suçluluk duygusuyla halleşmeye çalıştıkça korkularını da çoğaltıyor aslında. Zordur hakikaten çok zordur ‘kimsesizliğin’ ülkesine geri dönmek.

Ben o anılar koleksiyonundan bu yazı için tek bir an seçtim sizin için. Doğduğum şehrin ıhlamur kokan tenha sokaklarındaki iki katlı bir evin loş odasında uyuma taklidi yapıyorum. Çürümüş nar rengi keten perdelerin arasından sızan ikindi güneşi bütün çocukların yüzünü şefkatle okşuyor. Tam o anda yeryüzünde kendisini benim gibi ‘kimsesiz’ hisseden kaç çocuk olduğunu düşünüyorum. Hepsini seviyorum çünkü gönderdiğim düşünce sinyalleriyle beni anlayacaklarından, şu koskoca dünyada durduk yerde mendiline kan tüküren ‘hayal kardeşim’ olacaklarından eminim. Hepimiz köşesinde isimimizin kırmızı bir iplikle işlendiği tebeşir, ekşimiş yoğurt kokan çarşaflara dolanmış çürük bir yalnızlıkla bozulmamış geleceğin rüyasını görüyoruz. Umutluyuz. Henüz insanın kendisini zehirleyen kimyasıyla tanışmamışız ama az çok seziyoruz.

Aramızdan bazıları büyük annesinin tülbentlere sinen mırıltılı dualarını özlüyor. Bazıları da asla onun istediği gibi sevemeyecek babasını. Sonra pencereden usulca içeriye süzülüp parkelerin üzerinde dolaşan ışık oyunlarıyla konuşuyoruz. Bazen kuklalar yapıyoruz onlardan. Dillerine bizi hayat boyu koruyacak olanların neşeli sohbetlerini iliştiriyoruz. O vakit kendimizi güvende hissediyoruz. Havanın tozları altın sarısı yağıyor üzerimize. Daha bilmiyoruz ki kaderin hazırladığı dikenli sürprizlerin ilerde bizi neye dönüştüreceğini. Okyanusun laciverdî sularında hayatta kalmak için mücadele verirken karşılaştığı bütün ‘renkli mahlûkları’ sevmeye çalışan ürkek bir balık misali, iyiliğe, kötülüğe, tutsak eden sevmelere, kırılmaya, özlemeye alışıyoruz. Sıradan alışkanlıklarımızdan gelecekte kurtulmaya çalışacağımızı hissediyoruz ama henüz insanın hakikati keşfetme yolunda ebedi bir varlık olacağını idrak edememişiz. Damlayarak biriken bıkkınlıklarla, arzu etmekten ürken, isyanı küçümseyen, insan olmanın ruhu sakat bırakan melankolisiyle nasıl buluşacağımıza dair hiçbir fikrimiz yok. Öylece durup, serin bahar rüzgârlarıyla tek günlük ömrü olan pembe kelebekler gibi çarşafımızın üzerinde uçuşan kiraz çiçeklerini seyre dalıyoruz. Hayat üzerine tırmanırken düşüp dizlerimizi kanattığımız badem ağaçları kadar şefkatli görünüyor...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Omuzlarından aşağıya dökülen uzun sarı saçlarına, Modigliani’nin kadınlarını anımsatan eğik duruşuna, uzun parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasına, melankolik tebessümüne bakarken onun sesini duymaya çalışıyordum. Tütünle boğulmuş gibiydi sanki. Üstünde ‘Çocukluğun Soğuk Kış Geceleri’ yazan sararmış kitaptan henüz bir satır bile okumamıştım. Merakla yüzünü inceliyordum. Ansızın bir yerden hatırlayacakmışım gibi bakıyordum hiç yaşlanamayacak olan o genç kadına.

Hayatı rüyalardan bilincime sızanlarla kavramaya çalıştığım uyurgezer yıllardı. Hani şu yeni yetmelerin ikindi vakti, deniz yorgunluğundan sonra serin çarşaflarda hayallerini dinlendirdikleri, sonra kalkıp buz gibi karpuz yedikleri, yerken çekirdekleri arsızca havaya tükürdükleri, tükürürken mutfaktan gelen kızartma kokularını içlerine çektikleri, akşamları ıhlamur kokan bahçelerde biraz daha fazla kalabilmek için evdekilere saçma yalanlar uydurdukları yaşların sonuna gelmiştim.

O GÜÇLÜ YAZMA İSTEĞİ…

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Omuzlarından aşağıya dökülen uzun sarı saçlarına, Modigliani’nin kadınlarını anımsatan eğik duruşuna, uzun parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasına, melankolik tebessümüne bakarken onun sesini duymaya çalışıyordum. Tütünle boğulmuş gibiydi sanki. Üstünde ‘Çocukluğun Soğuk Kış Geceleri’ yazan sararmış kitaptan henüz bir satır bile okumamıştım. Merakla yüzünü inceliyordum. Ansızın bir yerden hatırlayacakmışım gibi bakıyordum hiç yaşlanamayacak olan o genç kadına.

Hayatı rüyalardan bilincime sızanlarla kavramaya çalıştığım uyurgezer yıllardı. Hani şu yeni yetmelerin ikindi vakti, deniz yorgunluğundan sonra serin çarşaflarda hayallerini dinlendirdikleri, sonra kalkıp buz gibi karpuz yedikleri, yerken çekirdekleri arsızca havaya tükürdükleri, tükürürken mutfaktan gelen kızartma kokularını içlerine çektikleri, akşamları ıhlamur kokan bahçelerde biraz daha fazla kalabilmek için evdekilere saçma yalanlar uydurdukları yaşların sonuna gelmiştim.

O GÜÇLÜ YAZMA İSTEĞİ...

Devamını Oku