A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Arkasına bakmadan çekip giden küstah yaza hiç aldırmadan, tenha bahçelerde dolaşan serseri kedilere, döne döne düşen kuru yaprakların sessizliğine, kırık banklarda oturan ihtiyarların durgunluğuna eşlik ederken hayallerimle avunuyordum. Erken sonbaharı müjdeleyen serin rüzgârlarla yelkenliler gibi şişen perdeler yazma arzumu kışkırtmıştı. Yeni mevsimi iştiyakla karşılayan ışıklar, onun önünde secde eder gibi usulca eğilecek, sular hafiften ürperecek, akşamüstleri boğazın laciverdi suları bakır rengine bürünüp güzelliğine inananı mest edecek, diyordum.

Geçmiş sonbaharlardan kalan hatıralarla yaşama hevesimiz büyüyecekti. Ben insanı huzurlu kılan bayram yazısının rehavetiyle biraz gevşeyecektim. Günlerdir gezdiğim cami avlularında, bakışlarıma değen insanların maneviyat âlemine açılan ruh halini anlatabilmek için uğraşacaktım. Okumak istediğim bir yazının kırık dökük cümleleriyle oyalanmak beni iyileştirecekti belki. Beceremesem de ilahilerin, duaların, teravihinin, zikrin kalbi nasıl yumuşattığını kelamın kudretine sığınarak yazmayı deneyecektim. Acının, kederin bizi insan kıldığını, ‘yaralayanın’ aslında gün gelip bizi iyileştirebildiğini fısıldayacaktım size.

Amak-ı Hayal vardı çantamda. Ruh ve madde arasında varlığın hakiki manasını arayan Raci’nin hayali yolculuklarını okuyordum arada. Mezarlıktaki kulübesinde yaşayan Aynalı Baba ile konuşup duran Raci’nin puslu zihni her katmanda biraz daha derinleşip, açılıyordu. Karanlık ruhunun önünden bir perde kalkınca diğerine hazırlanıyordu. Onunla birlikte Hiçlik zirvesine, Zerdüşt diyarına, Kaf Dağı’na, kimsenin ayak basmadığı tımarhanelere gidip hem eğleniyor, hem de öğreniyordum. Ramazan’ın uhrevi ahengine, sadeliğine yakışır bir kitap, diyordum içimden. Yine edebiyatın şefkatine sığınarak iyileşecektim.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Ekoseli battaniyemin altında mandalinanın inatçı iplerini dişlerimle ayırırken hayallerimi karaladığım ilk defteri hatırlamaya çalışıyorum. Benimki ormanı, güneşi, evleri, kedileri hayatta bildiğim, merak ettiğim ne varsa hepsini maviye boyayarak avunduğum bir resim defteriydi galiba. Yazının tam ne işe yarayacağını bilmiyordum ama beceriksizce de olsa beni bekleyen hayatı çizerek hayal edebileceğimi, zihnimin kıvrımlarına yerleşen sebepsiz umutsuzluğu ancak böyle ifade edebileceğimi seziyordum.

Okumayı öğrenip kitapların masalsı dünyasına düşünce, o loş odada titrek adımlarla kendimi tanımayı da öğrendim. Ne var ki okumanın garip bilinciyle henüz yazarak düşünmeye başlayamamanın arasında sıkıştığım için bunalıyordum. Sevdiğim kahramanları, rüyalarıma giren vahşi kuşları, üstüne tırmandığım dost ağaçları, beli bükük ihtiyarları, ezilmiş papatyaları, bakışlarımı diktiğim uçsuz bucaksız dünyanın bütün isimsiz varlıklarını defterime çizmek istiyordum. Çantanın içinde kenarları sürekli kıvrılan, biraz okulun ekşimsi duvarları, biraz da suça batmış tozlu bir önlük gibi kokan defterlerin hayatımdaki muhtemel karşılığını o zaman kavramaya başladım sanırım.

O günlerden beri hayallerin, henüz manaya kavuşamamış bükümlü harflerin, kirli parmak izlerinin, eğri büğrü resimlerin sokak çocuklar gibi sevinçle, kederle biraraya geldiği defterleri çok severim. Yabancı sandığınız bir defterde karşılaştığımız tek bir cümlenin, ne olduğu ilk bakışta anlaşılmayan titrek bir desenin, eksik kalmış bir cümlenin sonundaki ürkütücü bir duraksamanın gelecekte derin bir iz bırakabileceğini bilirim çünkü.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Günlerdir onların koyu gölgeli bakışlarıyla, huzurla gülümsemeyi muhtemelen pek tanımamış yorgun çizgileriyle, ihtiyarlığın sükûnetine çok uzak duran kederli ifadeleriyle yaşıyorum. Sabahları kahvaltı etmeden gazeteye bakmak istemiyorum. Bunu yaparsam yutkunamayacağımı biliyorum çünkü. Hayır, onların artık olamayan yüzleriyle, korkunç hikâyeleriyle ilk kez karşılamıyorum elbette. Sadece kesif bir suçluluk duygusuyla aynı topraklarda benimle birlikte büyüyen çocukların, kadınların, genç erkeklerin bir gün aniden ortadan kaybolmasına, başına bir kurşun sıkılarak öldürüldükten sonra bir nehre fırlatılmasına, işkence edilmiş, taşlarla ezilmiş çürük bedenlerinin yol kenarında bırakılmasına, kimsesizler mezarlığından çıkan cesetlere bu kadar kayıtsız, sessiz kalabilmenin utancını yaşıyorum her gün. Gözaltına alındıktan sonra bir daha sesleri hiç duyulmayan köylülerin toprağın altından çıkarılan kafataslarına, kuruyup dağılmış kemik parçacıklarına bakıyorum. Sonra gazetenin o sayfasını yırtıp gövdesinden ayırıyorum, itinayla katlayıp nasıl bir ülkede büyüdüğümü, yaşadığımı hiç unutmayayım diye çekmeceme yerleştiriyorum. Her sabah, bu yazı dizisi bitsin artık, diye söylenirken utancım beni boğuyor.

Biliyorsunuz, Burhan Ekinci’nin on gündür Taraf’ta yayımlanan faili meçhuller dizisinden bahsediyorum. Kayıp diye adlandırılan ve bir daha hiç dönmeyecek olan ölüleri anlatan, eksik kalmaya mahkûm karanlık hikâyeleri birleştiriyorum zihnimde. Ölülerin hep ölü olarak kalacaklarını bilmek insanı kavuruyor. Ailelerin çaresizliğini anlamaya çalışıyorum. Askerî araçlarla, içinde telsizlerin vızıldadığı beyaz arabalarla evlerinden toplanan o adamların, kadınların çocuklarını düşünüyorum. Onlar bizim gibi ‘kayıpların’ bir daha hiç geri dönmeyeceklerini kabullenemez. Canından bir parçası olanı sevmek, birbirinin içinde varolmak o umudu hiç yitirmemek değil midir? Bir gün tekrar anneme, babama, çocuğuma, sevgilime tekrar sarılabilirim ümidiyle hayata tutunmaya çalışırken onun cansız bedenine, kurumuş kemiklerine dokunmak zorunda kalmak nasıl bir histir acaba? Kelimelerle tarif edilebileceğini sanmıyorum. Günlerdir onları düşünüyorum, rüyalarımda konuşuyorlar. Çığlıklarını duyuyorum.

Sizce yirmi bin faili meçhulün, yargısız infazların yaşandığı bir ülkede insanların sokaklara dökülmemesi, vahşi cinayetleri uzaktan izlemesi, bunu yapan karanlık güçlerden hesap sormaması, ölümü, öldürmeyi bu kadar kolay kabullenmesi normal mi? Başvurulan resmî makamların soruşturma başlatmaması, dosyaların tozlu raflarda kalması, bütün çaresiz ailelerin AİHM’e başvurması çok mu normal geliyor size? Şimdi otuz yıldır hayatlarımızı bir hücreye kapatan askerî anayasayı değiştirmek isteyen hükümet mi bu yargıyı mı ele geçirecek. Sizce otuz yıldır işlenen binlerce cinayetin failinin bulunamaması bile zaten ortada ele geçirecek bir yargı olmadığını net bir biçimde göstermiyor mu? Buna savaş denmez mi? Şu âna kadar o savaşta hayatını kaybeden kırk bin ölüden daha hiç bahsetmedim farkındaysanız. Faili meçhullerin hikâyelerini araştıran, JİTEM yapılanmasının üzerine giden bir gazetecinin sokak ortasında kurşunlanması, kaçırılan insanların bindirildiği teknenin bombalanarak batırılması, bugün yirmi yaşında olan bir çocuğun üç yaşında gözünün önünde kaçırılan babasının fotoğrafıyla sokaklarda bir meczup gibi dolaşması, oğlunun ölü bedenine ulaşmak için televizyonda konuştuğu için tehdit edilen ve bu acıya dayanamayıp ölen annenin dramı, gözaltına alındıktan sonra kafası kesilip mayınla patlatılan çocukların hali yıllardır bu ülkede yaşanan gizli ama aslında çok açık olan bu savaşın acımasızlığını göstermiyorsa neyi gösteriyor? Peki, kendisinden bir daha haber alınamayan ya da yaşadığı yere kemik torbası halinde dönen bu insanların pek çoğunun Hakkâri, Mardin, Şırnak, Diyarbakır, Van, Kars, Batman, Tunceli gibi Doğu ve Güneydoğu illerinde yaşaması tesadüf olabilir mi?

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Yekpare, ipekten bir kumaş gibi rüzgârla dalgalanan çam ormanlarını seyrederken soğutulmuş kadehten bir yudum alıp uçuşan saçlarımı topladım. Bembeyaz, keten masa örtüsünün üzerinde renkli mücevherler misali parlayan mezeler, inci pembesi balıklar, sürprizli ışık oyunlarıyla eşsiz bir tabloya benzeyen boğaz, hayatın cömertçe bahşettiklerine küserek kendimize nasıl zulmettiğimizi hatırlattı bana.

Ruhum dağınıktı, bilincimden süzülen düşünceler olgunlaşmadan, dile gelmeden silinip yok oluveriyordu. Hangisi daha korkunç, insanın insana ettiği mi yoksa kendine layık gördüğü mü, diyordum kimsenin duyamayacağı ıstıraplı bir fısıltıyla. Küçük kavisli dalgaların arasından yavaş adımlarla yürüyen kaplanlar gibi süzülen şileplerin görüntüsüyle dalgınlaştığımı fark eden arkadaşım sohbete meselenin tam ortasından giriverdi; “Bizimki önce karar veriyor, sonra seviyor. Biliyorsun değil mi? ” Hayatla dalgasını geçiyordu, mutluydu. Gülümsedim, “hepimiz biraz öyle yaparız. İşin fenası sevmeye şuursuzca karar verirken vazgeçmenin o kadar da basit olmadığını anlayamıyoruz” dedim içimden. Sohbetin tadı kaçmasın diye ona kalbimden geçenleri söylemedim. Evden çıkarken okuduğum hiçbir kitaba benzemeyen Malina’yı neden yıllar sonra çantama attığımı da. O harikulade öğle sonrasında biraz gevşek, biraz tedirgin bir hayat muhasebesi yaparken sevme yeteneğinin zarafetini, gücünü, yokluğunun açtığı yaraları cümlelerin arasına sessiz, uzun boşluklar koyarak konuştuk, usul usul...

Eğer bu eşsiz romanın yazarı Bachmann kadar cesur olabilseydim, ona ‘yenilgiyi’ kabullenmemek için çaresizce çırpınan insanın kendini çürüten yalnızlığından bahsederdim. Sonra katı bencillikleriyle içerden sevmenin hakikatini idrak edemeden bu dünyadan geçip gidenlerin hazin hikâyelerini ya da Malina’da olduğu gibi insanın küçücük içine sığdırabildiği kocaman saplantılı aşkların tahrip eden gücünü anlatırdım belki. Yapmadım, bazen insan sadece susup dünyanın güzelliğini seyre dalmak istiyor. Biz de ısıran poyrazla iyice üşüyene kadar öyle yaptık.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Telaşlı bahar yağmurlarından sonra çöken beklentisizliğin baygın bir kokusu var. Kendiliğinden fışkıran acı kır papatyalarıyla iğdelerin sürprizli buluşmasını anlatıyor sanki. Sükûnetiyle öylesine mahzun bir geceydi. Açık kalmış pencereden sızan rüzgâr, ormanlarda hafif hafif sallanan mavi çamların şarkısını söylüyordu. Gerçekle ilişkimi kanıtlayan parlak ışıklı bilgisayardan yükselen tiz kadın sesi çok eskilerden silik hatıralar taşımıştı odama.

Yıllardır kütüphanemin en ışıklı yerinde ağırladığım yazarın ölüm haberini böyle bir akşamda aldım. Modern hayatın freni patlamış araba misali aniden önüme çıkardığı “ölüm haberleri” beni ikna etmiyor. Hele ki ansızın çekip giden bir yazarsa... Böyle sıkıntılı anlarda yıllardır gittiğim kasabanın “asmalı kahve” hayaline uzanıyorum. Taze sabah sessizliğinde yankılanan ispinozları, çay ocağının camlarda buharlaşan fokurtusunu, uysal kedi sohbetlerini dinlerken ansızın “ölüm anonslarıyla” irkilip hiçbir şey olmamış gibi hayata devam edenlerin trajik yorgunluğunu hatırlıyorum. Köy kahvesinde, cenaze saati duyurusunu dinleyip, çözdüğü bulmacaya dönmeden evvel göçüp gidenleri duayla, selamla uğurlayan köylüler gibi sessizce kabullenmek istiyorum geçici olmanın hüznünü. Ama olmuyor işte, hele ki beni öksüz bırakan sevdiğim bir yazarsa.

Önce biraz durup göğe bakıyorum, sonra toprağa. İkisi arasındaki sonsuz genişlikte insanı anlatmayı, yazıyla anlamayı seven başka bir insan geçti bu diyarlardan, diyorum. Gidip saklandığı yerden çıkarıyorum onları. Omuzlarından tutup kelimelerin ebedi sırrını anlatmaları için sarsıyorum. Her defasında başka bir sürprizle karşılaşıyorum. Bu defa ölüm kendi hikâyesini yazdı. Yıllar evvel okuduğum Kutsal Bölge’nin işaretli sayfalarından kararsız bir kelebek gibi havalanan kâğıt parçası, küçük daireler çizerek kucağıma düştü. Uzun zamandır görmediğim başka bir yazar, yıllar evvel kitabımın arasına gizlediği notun altına, “Lütfen arada bir beni ara” cümlesini ısrarlı tonuyla iliştirivermiş. “Harika, tam Fuentes’lik bir an”, dedim sessizce. O notun yıllardır uykuya yattığı sayfada, altı maviyle çizilmiş kelimeler sabırla beni beklemiş: “Dünyanın gizemi görünmeyen değil görünendir.”

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Hafif bir esintiyle melekler gibi salınan tüllerin kırlangıçlara ahenkli dansını seyrederken uyumuşum. Rüyamda kimbilir hangi kitaptan süzülüp bilincimin kıvrımlarına yerleşen “mavi rüzgâr çiçeklerini” görüyorum. Toprağın yaz yağmurlarıyla kabarıp kirazları buğulandırdığı bir ikindi vaktinde, gölün ortasında yüzen bir kameriyedeyim. Saf ipekten kâğıtlara mektup yazıyorum. Kime göndereceğimi bilmiyorum. Etrafta kimse yok. Çiçekler çıtırdayan yosun sessizliğine ışıldayarak eşlik ediyor. Eğilip bir tanesine dokunacak gibi olduğumda benden kaçar gibi uzaklaşıyorlar. Bunu yapmaktan yorulduğumda vahşi bir martı çığlığıyla ürpererek uyanıyorum.

Leyla, bu dünyaya gözünü açtığından beri birlikte yaşadığı ihtiyar “okuma tahtını” bana hediye etti. O günden beri üzerine uzanıp okurken bildiğim hayattan uzaklaşıyorum. Bazen okumaktan ölesiye sıkıldığımda ona basit hikâyeler anlatıyorum. O bir yazarla yaşamaya alışık olduğundan belki anlattıklarıma pek aldırmıyor, sükûnetle dinliyor sadece.

Geçenlerde ona dedim ki; hayatın başka hiçbir rahatlığa benzemeyen yatay bir hâli var. İçine “kocaman” bir ömrü, masalları, karmakarışık duyguları, sana artık büsbütün yabancı duranları, geçmişini, batıp çıktığın hülyaları, hatta müphem geleceğini sığdırabilirsin. Olgunlaşınca toprağa düşüp çatlayan narlar gibi dağıtırsın ortalığa biriktirdiğin ne var ne yoksa. Sonra bir gün ansızın yorulursun o genişlikten, savrulmalardan. Dönüp nicedir ihmal ettiğin ağrılarını kucaklamak istersin o vakit. Yazının, sevmenin, sabretmenin, beklemenin ketum damarına dönersin yine. Alışmak zehirlidir hem. Bazen insan sevdiği için değil alışkanlığın kör tutsaklığından vazgeçemediği için değiştiremez hayatını.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Yazıyı sakladığım yerden çıkarıp okuyunca yazanların iyi bildiği o puslu “yabancılaşma” hissiyle ürperdim. Çok değil daha birkaç sene evvel soğuk bir kış günü Pessoa’yı, uzun bir süre başucu kitabım olan Huzursuzluğun Kitabı’yla anlatırken kendi iç nehirlerimden tekinsiz kıyılara doğru sürüklenmişim. Hayallerle kuşatılmış bir odada, teki kaybolan öksüz çoraplardan, saç diplerini tutuşturan ceviz liköründen, sandıktaki küflü düşlerden, ince, titrek parmaklardan, huzursuzluğun koyu mırıltısından bahsetmişim uzun uzun. Bugün o yazıyı tekrar okumak, geçmişi hatırlamayı reddeden hafızama ıstırap veriyor. Rüyasız bir uyku misali bembeyaz hatırlamak istiyorum o günleri. Ama sonra ansızın kısacık şimşek çakımlarıyla beliren acayip görüntüler, rüyayla hakikat arasına sıkışan medcezirli yolculuklara sürüklüyor beni.

O yazıyı hatırlatan Huzursuzluğun Kitabı’nın yanında şairin gençlik hâli diyebileceğim başka bir kitap duruyor şimdi. Pessoa Pessoa’yı Anlatıyor, yazarın günlükleri, mektupları, hayalî ve hakiki kişiliklerinin sayıklamalarının yanı sıra hayatı hakkında ipuçları da veriyor. Tam açıkça anlatıyor, denemez. Malum, yazdığı otuz bin sayfayı ölene kadar sandıkta biriktirmiş, kendini sayısız hayalî ismin ardına saklamış bir yazardan bahsediyoruz. Henüz Portekizcede bile tamamlanmamış devasa bir külliyattın günışığına çıkabilmiş bölümlerini karıştırırken, adı “kimse” anlamına gelen Pessoa’nın paramparça olmuş ruh aynasında kendi derin çatlaklarımla karşılaştım, yine! Onun kendi kendine mırıldanır gibi yazdıklarını belli aralıklarla okuyanlar, eminim bu türden sarsıcı bir yüzleşme yaşıyordur. Pessoa’yı benzersiz kılan, karamsarlığına, “kalabalık yalnızlığına”, hüznünü gizlemek isteyen münzevi duruşuna rağmen okuruyla içten ve derinlikli bir bağ kurabilme yeteneği sanırım.

Binlerce sayfayı sandığında biriktiren adamı siz de benim gibi görebiliyor musunuz? Onu fena hâlde üşüten ıslak bir pelerin gibi omuzlarında taşıdığı suçluluk duygusuyla, sıska, kambur bedeninin üzerine kapanmış sürekli yazıyor. Var olmanın cüret etmek, istemenin kendini tehlikeye atmak olduğuna inanan yaralı ruh, kendini deşmekten hiç çekinmiyor. Yaşamak için korkak, yazmak için yetersiz olduğuna inansa da akıl sağlığını muhafaza etmek için yaratmanın şart olduğunu biliyor. Kendisini aynı anda “dalga, yıldız ve çiçek gibi hisseden panteist” misali “çok” hissediyor. Ama içinde yaşattığı yabancılara rağmen hep “tek ve tenha” kalıyor. Varlığı başka varlıklarda eksilerek tükeniyor.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Derler ki, insan anlatmaktan hoşlandığı hikâyedir. Hayat ve edebiyat arasındaki bağı sade ve incelikle anlatan bir cümle bence. Kalplere nüfuz edebilen ‘dilin’ iki yüzü var. Başkalarına kendimizi anlatırken ruhumuzun tenha kuytusundan bulup çıkardığımız his parçacıkları, sahipsiz kelimeler aynı zamanda kendimizi daha derinden anlamamızı sağlıyor.

Yazarlar gördükleri gerçeği taklit etmiyor, onlardan yeni bir gerçeklik üretiyor. En azından iyileri böyle yapıyor. Roman sanatını en başta bu özelliği itibarıyla çekici buluyorum doğrusu. Hafızanın, dilin, algının, hayal gücünün sahibinden bağımsız yorum yapması ve bunu harflerin büyüsüyle bir resme dönüştürmesi çarpıcı değil mi?

Bir yazarı doğum öncesi kıvrandıran o sancılı hazırlık sürecini düşünelim birlikte. Zihnindeki imge, düşünce ve duygu kırıntılarına rağmen kelimeler benliğinin derin boşluğunda melankolik kuşlar gibi dönüp duruyor. Büyük bir yapboz oyununun parçalarını buluşturmak isteyen çocuk misali ‘resmin’ tamamını görüyor ama bir türlü dile gelmiyorlar. Bunun farklı sebepleri var ama bir tanesi de içerde bir yerde sıkışıp kalmış olması. Yazar, hâlâ kendi hayatından damlayan hikâyemsi hatıraların etkisinde. Hayat dairesinin dışına çıkıp gördüklerini nasıl ifade edeceğini bilmiyor. Onları anlatırken anları tekrar yaşamaktan korkuyor belki. Ya da henüz yaşanmamış bir hikâyeyi yazarak kadere –belki de kendisininki– tahakküm etmenin titremesi var çırpıntılı yüreğinde... Hayat hikâyelerini, yarattığı kahramanları ‘tanrısal’ yazma kudretine sığınarak anlatacak olması onu biraz telaşlandırıyor. Kendini koyduğu yer epey iddialı çünkü. Yoktan insanlar var edecek, kişiliklerini kendi iklimlerinde şekillendirecek, hayatın merkezini belirleyecek, ayrıntılardan unutulmaz sahneler yaratacak ve nihayetinde kendisi gibi ‘fanileri’ hikâyesinin eşsiz ve ölümsüz olduğuna dair ikna edecek. Eh, pek kolay bir iş değil aslında. İtiraf etmeliyim ki tam da bu nedenle günümüzde neden ve nasıl bu kadar çok roman yazıldığını merak ediyorum doğrusu. Bu cüretkârlık olmadan yola çıkmak insanı biraz sarsar çünkü. Peki, nasıl yapıyorlar?

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Kızıl, sıcak Afrika tozunun uyuşuk adımları boyadığı sokaklarda yürürken avucumda sıktığım pütürlü bir nehir taşı gibi taşıdım onun hayalini. Çocuk haline özenip okaliptüslerdeki güvercinlerin kuğurmasını dinledim. Beyazların, melezlerin ve siyahların görünmez çizgilerle ayrıldığı ve her şeye rağmen en çok siyahların aşağılandığı çürük çöp kokan mahallelerde gençliğiyle yürüdüm. Sonradan okul hayatının en büyük sırrı olduğunu itiraf edeceği Katoliklikle yüzleştiği kiliselerin rutubetli ahşap sıralarında oturdum. Annesinin fotoğraf albümlerini karıştırdığında onun gerçek bir hayatı olmasına şaşırması gibi ürpererek takip ettim utangaç yazarın izlerini. İki okyanusu birleştiren dar ve yüksek burunda durup yüzümü, bedenimi ılık rüzgârlara tutunca, bir yazarın doğduğu coğrafyada onu tasavvur etmenin manasını da idrak ettim.

Capetown’dan uzaklaşıp ufak bir kasabaya yerleşen bir çocuğun hafızasına kaydettiklerinden süzülenleri düşündüm kendime doğru yaptığım o ıssız yolculukta. Kim bilir kaç kez şiir kitaplarını çantasına atıp saklandığı tropikal bahçelerde, ayaklarını yakan kızgın kumlarda, insansız, köpeksiz parklarda, öğretmenlik yaptığı üniversitelerin tenha avlularında dolaştım günlerce. Annesi kadar sevdiği çiftliklere girdiğimde kesif bir yalnızlık duygusuyla gece kuşlarıyla muhabbet edişini işittim. Birbirlerine mırıldanan, tüylerini hışırdatan uysal hayvanların arasında kendini neden güvende hissettiğini daha iyi anladım.

Yıllar evvel sevdiğim bir yazarın silik hatıralarının izini sürerken, Nobel alacağını onun gibi bilmiyordum. Ümit ediyor muydu, bilinmez. Belki de ilerde ‘kurgusal otobiyografi’ diye nitelenecek olan Taşra Hayatından Manzaralar’da itiraf edeceği gibi ölüme edebiyatla direnmek ve sonsuzlukta yitip gitmemek için yazıya sıkıca tutunmuştu.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bulutların arasından süzülen ışık oyunlarıyla menevişlenen laciverdî denizde, Şinasi’nin ‘ömürleri hülyalarına uymamış ihtiyar hanımlara’ benzettiği yalıların sahiplerinden bağımsız mahzun kaderini düşünüyordum. Kim bilir, o zavallılar da insanlar gibi uyurken, hayal kurarken, sevdikleriyle vedalaşırken ne çok hikâye biriktirmişlerdi. Geniş bahçelerinde itinayla büyüttükleri iri, beyaz çiçekli manolya ağaçları, düğün hazırlığı yapan taze gelinler gibi gülümsüyorlardı. Suya akseden gölgelerinin usulca narçiçeği rengine dönmesiyle birlikte Boğaz sessizleşti, sular koyuldu, hepimiz sustuk. İhtiyar yalıların el değmemiş sırlarına hayalleriyle eşlik edenler, eski, derin âlemlere çekilmiş gibiydi. Onların ruhuyla konuşanlar ne diyordu bilmiyorum, ben –muhtemelen o günlerde okuduğum bir roman yüzünden- ‘gerçeğin’ zamana ve yaşadıklarımıza göre değişen kırılgan tabiatına takılmıştım. Serin yaz akşamı rüzgârıyla yarışan kara bir yelkovan sürüsü, denizi okşayarak yanımızdan hızla uzaklaştı. Sonra birden geçmiş zamanın esrarından kurtulup, ceviz kabuğu gibi bir teknede sallanarak neşeli yolculuğumuza devam ettik.

Alacakaranlık çöktüğünde tropik ormanlardaki gizli göllere benzeyen küçük bir koya varmıştık. Alçak kayalıklardan sarkan koruluğun altında, yeşim taşı gibi parlayan ılık bir denizde yüzerken zihnimi kamaştıran garip düşüncelere gülüyordum. Üstelik pek gülünecek gibi değillerdi. Kabaca, biraz sinsi, epeyce vahşi bir intikam planıydı diyelim. Yazarın dediği gibi, insan, yapacağı şeyler olduğu müddetçe yaşıyordu. Ben onun bir kahramanının güçlü inancını taşıyordum o sırada: “Kaderimiz gizlice hayatımıza sızmıyordu, bizim ona açtığımız kapıdan giriyordu.” İşte o efsunlu anda, karakterimin henüz bilmediğim özellikleri yüzünden vaktiyle araladığım kapıyı yavaşça kapamaya karar verdim. Simsiyah gökyüzünün altında denizin içine rasgele dağılmış minik inci taneleri gibi ışıldayan yakamozları seyrederken her başlangıcın kaçınılmaz bir sonu olduğunu kalbimle biliyordum. Kâinatın düzeni böyle kurulmuştu. Macar ustaya göre hayatın en büyük gizemi ve en kutsal hediyesi ‘iki aynı tür’ insanın karşılaşmasıydı. Her türden ilişki için geçerli olan bu garip tesadüf çok nadir gerçekleşiyordu. Bütün mesele ‘farklı’ olduğumuzu kabullenebilmekle ilgiliydi. Zaten dünya bu ‘sonsuz arayış’ üzerine kurulmuştu.

YENİDEN KEŞFEDİLMENİN SIRRI...

Devamını Oku