A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Saçları serin rüzgârlarla esmeye başlayan ağaçların, her seferinde nedense vaktinden evvel göç eden kuşların, solgun renkleriyle hayata meydan okuyan tabiatın, sarımsı, tozlu sokaklarda telaşla bir yerlere yetişmeye çalışan insanların ‘hırçın’ mevsimine yaklaşırken niyetim ‘İklimler’i’ anlatmaktı. Andre Maurois’nın romanı olan İklimler’i…

Levent, hayatımda okuduğum en sakin, en insani ve aynı zamanda en çarpıcı kapak yazılarından birini yazmış o kitap için: “Sahaflarda buldum bu romanın ilk baskısını. Varlık Yayınları’ndan çıkmıştı. 1967 yılında, Tahsin Yücel çevirisiyle. Sayfalarını karıştırırken bir ithafla karşılaştım, şöyle diyordu: ‘Sevgilim, bu kitabı ilk defa on beş, bilemedin on altı yaşında okudum. O kadar bayıldım ki, bir süre Odile oldum. Sonra kitap bir biçimde yok oldu. Unutmuştum… Geçen gün sahafta görünce bir heyecan, bir heyecan… Değişmemiş. Bence hâlâ en güzel aşk hikâyelerinden biri. Sana aldım’. Okuduğumda, ithafı yazana hak verdim. Hakikaten okuduğum en güzel aşk hikâyelerinden biriydi. ‘Her an yeni bir hayat serilir önümüze’, ‘birdenbire gidişim sizi şaşırtmış olmalı’ diyor ve ‘kaderimizle arzularımız hemen hiçbir zaman bağdaşmıyordu’ diye bitiyordu kitap. Helikopter’in ilk kitabı bu: Aşka âşık olanlar için tekrar yayınlıyoruz, bu dünya güzeli kitabı unutuluşa terk etmeyelim diye.”

SÖZCÜKLER DE YORULUR

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Evden çıkmadan önce bavulumu kapatıp çalışma odamda son kez etrafa bakınca o iki kitabı gördüm. En zor zamanlarımda tek bir cümlesiyle beni bütün sıkıntılardan uzaklaştırabilen kahramanım Lawrence Durell’ın meşhur Justine’i ve henüz okumadığım bir Moravia romanı, Ben ve O. Lafı fazla uzatmadan hemen söyleyeyim. Bu roman genç ve hırslı bir erkeğin en sevdiği, en nadide parçasıyla (cinsellik organı desem daha mı münasip olurdu bilmiyorum) tartışmasını ve O’nun kontrol edilemeyen arzularının adamın hayatının nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Eğer uçakta okumaya başladığım kitaba devam edebilseydim bu hafta size O’nlardan bahsetmeyi düşünüyordum, lakin koşullar elvermedi. Belki de iyi olmuştur. “Kızınıza sahip çıkın, davulcuya, zurnacıya kaçmasın” diye televizyonlarda bağıran muhafazakârlarla, bazı ‘organların’ eğlenceli maceralarının (mevzu edebiyat bile olsa) ulu orta bahsinden zinhar hoşlanmayan ‘çağdaş’, ‘medeni’ laiklerin yaşadığı bu ülkede, bir gazete köşesinde O’ndan bahsedebilmek hakikaten cesaret gerektiren bir girişim. Gerçi Sade’ın sevişmenin hiçbir türünü suç saymayan fikirlerini fena halde benimsediği söylenen Durell’ın yazdığı romanlar, daha masum sayılır mı bilmiyorum ama mümkünse bu karmaşık toplumu ürkütmeden şimdilik nazik bir üslupla ondan neden etkilediğini anlatmak istiyorum.

ÂŞIKLARIN UYDURDUKLARI KISKANÇLIK...

Bu yazıyı yazdığım pencerenin önündeki zakkumlar ve begonvillerle çevrili terastan adalara doğru uzanan beyaz lekeli bir kumaş gibi kabaran denize, yıldızların kristal tozları gibi dağıldığı karanlık gökyüzüne bakarken tuhaf düşünceler geliyor aklıma mesela: “Onun bir başkasını beni özlediği gibi özleyeceğini, seveceğini bilmektense yok olmasını, ölmesini tercih ederim” diyor bir ses. Kim bilir hangi sayfalardan süzülüp benliğimde iz bırakmış olan o tiz sesin kime ait olduğunu hakikaten bilmiyorum. Hangisi daha korkunç acaba? Böyle korkunç bir düşüncenin esiri olmak mı yoksa gizli esaretin o çok sevilen insandan ve bütün dünyadan saklanması mı? İlişkilere dair insanın ruhunu parçalayan bu türden ‘vahşi’ cümleleri genellikle Durell yazar. Tahta masada kurcalanmaktan hırpalanmış, kapağı olmayan Justine duruyor. Pergoladan sarkan ahşap rüzgârgüllerinin uysal tıkırtısıyla birlikte geçmişin yumuşak gölgelerine sığınıyorum. Kayalıklara çarpıp köpük köpük dağılan dalgaların uzaktan duyulan sesini dinlerken Justine gibi kadınları seven erkeklerin çaresizliğini de düşünüyorum. Kitapta sahibini aradığım o sese dair bir ipucu bulamıyorum ama en az onun kadar ‘sert’ olan başka bir cümleye rastlıyorum: “Şu kıskançlık denilen şey ne garip, ne bayağı. Bir aşığın kendi hayalinin uydurduğu şeyi kıskanmasıysa gülünç” diyor yazar. Deniz rüzgârla birlikte uğulduyor... Ben sıcaktan gevşemiş hafif ve biraz da müstehzi bir ruh haliyle gülümsüyorum. Hakiki bir aşkta hangisi insanı daha çok yaralar, diye soruyorum kendime. Gerçek bir kıskançlık mı, hayali olanlar mı? Çiftleştikten sonra ölen çekirgeler arsızca bağırıyorlar... Durell’ın romanlarını Akdeniz’de Ege’de adalarda yazarken hissettiklerini tahayyül etmeye çalışıyorum.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

O küçük romanla yıllar evvel sevdiğim bir yazarın köşesinde tanıştım. Sonradan denemeler kitabına da girecek olan yazıyı yazan kıymetli şahsın ismi Ahmet Altan. İsmi size bir yerlerden tanıdık geliyor, değil mi? Hani şu okuduğunuz gazeteyi ayakta tutabilmek için mücadeleyi seven bir ekiple günde on sekiz saat çalışıp, haftanın altı günü memleketin ve gazeteciliğin sorunlarını herkesin anlayabileceği basit bir lisanla anlatan, haber toplantılarından vakit bulduğunda ‘finans müdürü’ olarak sokaklarda koşturan tek yayın yönetmeni olarak tarihe geçecek romancı. Aslında bir zamanlar kendisi sadece yazar olarak anılmak istediğini söylüyordu ama sanırım hayat ona biraz kötü davrandı. Şimdi o çok özlediği sakin, huzurlu yazı hayatına dönmek için anlaşılmaz bir ‘deli inadıyla’ yarı açık cezaevinde gün sayarken, her türlü saldırıya karşı gazeteyi savunmak için gece yarılarına kadar kalesinde nöbet tutuyor. Aslında onun yazarlığı hakkında şahane fikirlerim var elbet lakin Türkçeyi onun gibi incelikli kullanan özel bir yazarı Turgenyev’in yanına sıkıştırıp, durduk yerde harcanmak istemem doğrusu. Ne de olsa aynı zamanda yayın müdürüm olur kendisi.

İHTİYARLIĞA İLK ADIM…

Söylediğim gibi o denemeyi okuyana kadar Turgenyev’in onu şöhrete kavuşturan Babalar ve Oğullarisimli romanıyla, Bir Avcının Notları başlıklı hikâyelerini okumuştum sadece. Özellikle nihilist Bazarov’u çok sevdiğimi hatırlıyorum. Ama İlk Aşk başka türlüydü sanki. Masumiyeti pek hırpalanmamış, el değmemiş duyguları naif bir üslupla anlatan, okuyanda mutlaka iz bırakan çarpıcı bir hikâyeye benziyordu. Ahmet Altan, yazısına “Akşamüstüne doğru, hiddetli küçük bir kız gibi tıpırtılarla camlara vuran nisan yağmurunun bende bir cam kadehin içinde oturuyormuşum duygusu yaratmasıyla eğlenip kendimce hülyalara daldığım sırada posta geldi ve içinden Turgenyev’in ‘İlk Aşk’ romanının eski baskılarından biri çıktı” diye başlıyordu. Kitabı biraz karıştırmış ama okumamış. “On üç yaşındayken okunmuş bir kitabın içimde bıraktığı izleri kırk altı yaşında aynı kitabı bir daha okuyup da çiğnemek istemedim; o kitabı ilk okuduğumda kendimi kitabın kahramanına yakın bulmuştum, şimdiyse kendimi babaya daha yakın bulmak gibi bir tehlike vardı, bunu göze alamadım’ diyordu.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Beyaz porselen kâsede yakut kırıntıları gibi ışıldayan nar tanelerini seyre daldığımda hiç görmediğim hâlde şefkatli kız kardeş kadar tanıdık olan bir kentte kaybolmak istedim. Battaniyenin altında titrerken ılık bir Akdeniz şehrinin hayaline düşmemin sebebi, sadece pencereden sızan lodosun yanık yanık bal kokan esintisi değildi. Günlerdir başucumda camii avlusundaki miskin güvercin sessizliğiyle duran İskenderiye’nin ilk cümleleriydi dost evinde hissettiren: “Benim hayalimde İskenderiye’ye giden tren yavaş bir trendi ve orada zamanın hiçbir önemi yoktu. Ben bu treni liman kentine doğru sakince salınan, açık pencerelerinden sıcağın ve güneşin nüfuz ettiği, koridorlarında sineklerin ve toz zerreciklerinin dolaştığı, yolcuların varış noktalarına ulaşıp ulaşmamayı neredeyse umursamadan uyuya kaldıkları bir sıra demiryolu vagonu olarak resmetmiştim.”

Akdeniz üçlemesinin yazarı gazeteci Nicholas Woodsworth, kayıp bir “zaman gezgini” gibi anlattığı gerçek hikâyesine böyle başlıyordu. Daha ilk cümlelerinde karşısındakinden etkilendiğini gizlemeyen cilveli bir kadın edasıyla “Ben bu adamla Akdeniz’i eğlenerek, öğrenerek, okuma hazzını yaşayarak dolaşırım” dedirten kışkırtıcı anlatımı oldu.

Yazar trendeki yol arkadaşına Akdeniz’in doğu kıyılarında dolaşmasının gerçek sebebinin izah edemiyordu. Kendisine ait gerçek bir tarihi olmadığı için Akdeniz’in ona bir tarih armağan etmesini istiyordu aslında. Woodsworth, yaşam stili dergilerindeki Provence yazılarının “lavanta, keçi peyniri” duygusallığıyla anlatmamıştı bu şehri gerçekten. Akdeniz’deki liman şehirlerinin kendilerine has duygusal yaşantısını, insanların etraflarındaki basit şeylerle kurduğu akrabalığı, asırlar boyunca itinayla korunan görünmez alışkınlıkları hissedebilmişti. Böylece derin vadimin kuytularında dinlenen çok tanıdık bir ürpertiyi merhametli sözcükleriyle uyandırdı: “Limandaki hayatın içinde esen o bozulma ve çöküş havasında karşı konulmaz bulduğum bir şeyler vardı beraberinde pişmanlık ve çoktan yok olup gitmiş ve artık geri gelmeyecek şeylerin esintisini getiriyordu.”

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Başını boynu bükük bezgin bir ihtiyar gibi yavaşça çevirirken çok uzaklardan geçen balıkçı motoru misali tıpırdayan pervanenin önünde kıpırdamadan öylece durup kitapların eprimiş sırtlarına bakıyorum. Ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Beni gizlice kuyunun dibine çeken ellerin hayatın ritmini daha da ağırlaştırdığını hissediyorum. Okumak, yazmak, yemek, konuşmak her türlü yaşamsal eylem fikrinden çabucak yoruluyorum. Bunu tropikal iklimleri andıran havanın nemiyle izah etmek mümkün mü, emin değilim. Yıpranmış bilincim de pek yerinde değil galiba, zihnim tuhaf hayallerle delik deşik olmuş. Rüyalarına giren varlıklarla konuşan uyurgezerler gibi düşle gerçeklik arasında uzun bir seyahate çıkmış gibiyim. Sonsuza dek uyuma arzusu, iri ve ağır bir hayvan gibi vücudumun üstüne boylu boyunca uzanmış sanki. Kütüphanede omuz omuza duran yazarlara bakıyorum. Yazılarıyla, hayal güçleriyle, dostluklarıyla, tutkularıyla, bazen kıskançlıklarıyla birbirlerine dokunan binlerce suret hayaletler gibi dans ediyor.

Alaycı ifadelerini görebiliyorum, hiç de masum değiller. Yüreklerinin karanlıkta kalan kısmını açıp kurcalasam günahlarla, ihanetlerle, zaaflarla, yasak arzularla, okuru kolayca kandırabilen korkunç ‘masallarla’, kristal duygu parçacıklarıyla, şehvetin, kibrin, bencilliğin, hoyratlığın en korkunç halleriyle karşılaşacağımı biliyorum. Nedense ‘becerikli yalanlara’ hiç tahammülüm yok bu aralar. Zekice kurgulanmış hikâyeler okuyacak mecalim de kalmamış. Hayatımı insan denilen mahlûkatı anlamaktan, o tuhaf türün uğultusundan uzak, geleceği geçmişte yaşayan meczuplar gibi sessizce tamamlama hayalleri kuruyorum. Hayır, bildiğimiz anlamda bir yorgunluk değil bu, sadece hayata dair algılarım keskinleşiyor, bir noktada asılı kalıyor sonra akşamüstü ışıkları gibi usulca zayıflayıp kırılıyor. Biriktirdiği yağmurları kendine saklayan simsiyah bir bulut olduğumu sanıyorum. Olur ya bazen, öyle durmak ve zamanla birlikte iplik iplik çözülüp yeryüzüne akmak istersiniz. Ansızın bastıran hiddetli yağmurun çinko damları döven çıtırtısını, caddelerin ıssızlığını parçalayan kuşların cıvıltısını, sarı sıcak duvarlarda yankılanan tiz çocuk çığlıklarını, odanın içinde kanat çırpan mavi kelebeğin son çırpınışlarını yavaşlatılmış bir filmin kareleri gibi duymaya başlarsınız. Öyle yumuşak bir halsizlik hissi işte... Ya da umut edecek bir şey kalmayana kadar sakince durup beklemek belki de. Upuzun bir dalgınlık hali...


Lorca’yı da etkilemişti...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Biraz sonra kambur bir ağaç gibi bükülen sırt ağrılarınla birlikte uzandığın sedirden doğrulmaya çalışacaksın. Yatakta oylanmanın tadını çıkaramıyorsun. Uykunun mahmurluğu geceden bilincine sızan rüyalarına karışmış. Hep oracıkta kalmak, bir sineğin vızıltısıyla hayatı öylece seyretmek istiyorsun. Tavanın küflü lekelerine, parkenin çatlaklarına, yorgun bacaklarına bakakalıyorsun. Güne başlamak için bir neden arıyorsun kendince. Müphem saatlerin tekinsizliği seni yıldırıyor. Yastığın, saç diplerin havanın nemiyle büsbütün ıslanmış. Kalkıp tavandan boş bir kuş yuvası gibi sarkan ahşap pervaneyi çalıştırmak istiyorsun. Beyhude, mecalin yok. Olduğun yere yığılıyorsun. Köpek havlamaları, martı çığlıkları seni kışkırtmıyor artık. Özgürlüğünü harcayamıyorsun çünkü. Her gün bir öncekinin aynısı sanki... Uyuşukluk, bıkkınlık, uykusuzluk, kayıtsızlık, güvensizlik seni hayallerinden uzaklaştırıyor. Hayatına yabancılaşmanın sebebini yanlış yerlerde arıyorsun. Yanından çağıltılı bir nehir uğultusuyla akıp giden insanların yorgun yüzlerinde, esnafın kavruk çığlıklarında, seni boğan sıkıcı kitaplarda, hatırlamaya çalıştıkça anlamını yitiren düşlerde, kalabalık havaalanlarında, garlarda, gece yürüyüşlerinde şahit olduğun sokak kavgalarında, açık unuttuğun televizyondan yankılanan tiz seslerde saklı değil.

Yaşlanmadan eskimenin garip huzursuzluğunu taşıyorsun içinde. Yaz sıcaklarında çiseleyen yağmur bile canını sıkıyor. Gök kubbe silkinip kendini şöyle bir bıraksa sen de gevşeyeceksin. Varoluşunu reddeden bakışların da değişecek belki. Yalnız bir uyurgezer olmaktan kurtulacaksın. Görebildiklerinin hakikatini idrak etmek için ihtiyacın olan o değişimle nerede karşılaşacağını bilemezsin. Bir gün sahafta bulduğun kitabın arasından çıkan kimsesiz bir mektup senin kıpırtısızlığını yenecek, kimbilir? Ya da anlam veremediğin işaretlerin şifresini, ölümü, yalnızlığı, kendi ışıklı karanlığının içinden geçirerek gösteren bir yazarla tanışacaksın ansızın. O vakit etrafındaki varlıkların daha önce göremediğin derinliklerini algılayacaksın. Hayır, mucizevî bir değişimden bahsetmiyorum. O korkunç bir aldanıştır. Sen soluk alıp verişini başkalarının nefesinde duyacaksın. Kendini sürekli dürten ruhtan kaçamazsın ama korkma; ölüm bilincinin sıkıntısı, karşılıksız bir aşkın ıstırabı, anne özleminin yanık izleri, haksızlığın isyanı bazen başkalarının sessiz kelimelerinde teselli bulur. Başka hikâyelerin seni korunaklı kılan güvenli iç dünyana sızmaya çalışmasına direnme. Dondurulan ânın halka halka genişleyen manasıyla yolculuk ettiğin hayatlarda, kendininkine benzer ne çok ıstırap olduğunu görüp şaşırırsın.


Márquez’in ustası...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Son âna kadar beklersek mutlaka gerçekleşeceğine inandığımız mucizenin, ruhumuzun kuytusunda taşıdığımız umudun kaybolup gitmesine müsaade etmeyen ışığın özü nerede saklı? Ya da aynı soruyu gündelik hayatın diliyle şöyle mi sormak lazım acaba. İnsan nasıl olur da bir işe, insana, tutkuya, bir hayale tutunup ondan asla vazgeçemeyeceğine inanmaya başlar. Onu hayatın yaşamaya değer olduğuna inandıran sadece ‘hayali’ bir gücün kör tutsaklığı olabilir mi? Bu zaafını fark ettiğinde kıpırdayamama çaresizliğine nasıl dayanır? Geriye dönüp baktığında üstüne kapanan zamanın tahrip eden gücü müdür onu istediği gibi yaşamaktan alıkoyan? “Bir gün başaracağım; istediğim gibi bir işe, aşığa, aileye, hayale, hayata kavuşacağım” arzusunu saplantı haline getirenler aslında tam olarak neden korkuyorlar?

Bu ürpertici soruları hatırlatan Teğmen Drago’yu ben çok sevdim. Onun kimilerine acıklı bir ‘hayal’ gibi görünen hayatına eşlik etmek, hiç azalmayan umudunu, hayal kırıklığını, yalnızlığını paylaşmak beni epey heyecanlandırdı. Buzatti’nin ikinci dünya savaşı sırasında askerlik yaparken yazdığı Tatar Çölü’nün kahramanıyla daha gençken tanışmak ister miydim, bilmiyorum doğrusu. Hani bazı kitaplar kaderine boyun eğip, o deliyle buluşmak için ‘doğru zamanı’ bekler, denir ya, işte tam da böyle bir kaza oldu galiba.

Buzzati, 1940’da yayımlanan ilk romanını yazarken, kahramanı Giovanni Drogo gibi kaderine teslim olmuş. O sırada Corriera Della Sera gazetesi için savaş muhabirliği yapıyormuş. O yıllarda onu yazarlık serüvenine hazırlayan üç tutkusu olduğundan bahsediliyor: Dağ, resim ve şiir. Gerçekten de bu roman, onun tutkularının buluştuğu bir masal ülkesi gibi: Akşam saatlerinde moraran gölgeli dağlar, yeryüzü çöllerinde görülmeyen düşsel sarı ışıklarla parlayan eşsiz resimler ve umutlu bir ‘yalnızlığı’ anlatan destansı bir şiir.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Son âna kadar beklersek mutlaka gerçekleşeceğine inandığımız mucizenin, ruhumuzun kuytusunda taşıdığımız umudun kaybolup gitmesine müsaade etmeyen ışığın özü nerede saklı? Ya da aynı soruyu gündelik hayatın diliyle şöyle mi sormak lazım acaba. İnsan nasıl olur da bir işe, insana, tutkuya, bir hayale tutunup ondan asla vazgeçemeyeceğine inanmaya başlar. Onu hayatın yaşamaya değer olduğuna inandıran sadece ‘hayali’ bir gücün kör tutsaklığı olabilir mi? Bu zaafını fark ettiğinde kıpırdayamama çaresizliğine nasıl dayanır? Geriye dönüp baktığında üstüne kapanan zamanın tahrip eden gücü müdür onu istediği gibi yaşamaktan alıkoyan? “Bir gün başaracağım; istediğim gibi bir işe, aşığa, aileye, hayale, hayata kavuşacağım” arzusunu saplantı haline getirenler aslında tam olarak neden korkuyorlar?

Bu ürpertici soruları hatırlatan Teğmen Drago’yu ben çok sevdim. Onun kimilerine acıklı bir ‘hayal’ gibi görünen hayatına eşlik etmek, hiç azalmayan umudunu, hayal kırıklığını, yalnızlığını paylaşmak beni epey heyecanlandırdı. Buzatti’nin ikinci dünya savaşı sırasında askerlik yaparken yazdığı Tatar Çölü’nün kahramanıyla daha gençken tanışmak ister miydim, bilmiyorum doğrusu. Hani bazı kitaplar kaderine boyun eğip, o deliyle buluşmak için ‘doğru zamanı’ bekler, denir ya, işte tam da böyle bir kaza oldu galiba.

Buzzati,1940’da yayımlanan ilk romanını yazarken, kahramanı Giovanni Drogo gibi kaderine teslim olmuş. O sırada Corriera Della Sera gazetesi için savaş muhabirliği yapıyormuş. O yıllarda onu yazarlık serüvenine hazırlayan üç tutkusu olduğundan bahsediliyor: Dağ, resim ve şiir. Gerçekten de bu roman, onun tutkularının buluştuğu bir masal ülkesi gibi: Akşam saatlerinde moraran gölgeli dağlar, yeryüzü çöllerinde görülmeyen düşsel sarı ışıklarla parlayan eşsiz resimler ve umutlu bir ‘yalnızlığı’ anlatan destansı bir şiir.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Eğer söylendiği gibi kadere inananlar ve inanmayalar diye iki tür insan varsa ben onların arasında uçurumun ucunda epey tehlikeli bir yerde duruyorum galiba. Bizden daha büyük, ilahi bir gücün hayat hikâyemizi yazdığını kabullenmek beni de pek çok insan gibi rahatlatır. Bunun için inançlı bir insan olmaya lüzum yok. Tanıdığım pek çok ‘inançsız’ arkadaşım zor zamanlarında başlarına gelenleri “öyle olması gerekiyordu demek” diyerek tevekkülle kabullenmek ister, olup bitenin muhtemel hayrına da samimiyetle inanırlar. Doğrusu bu çelişkili tavırlarına bazen hınzırca gülerim ama onları içtenlikle anlarım. İnsan kabullenemediği gerçekler karşısında kutsal bir varlığa boyun eğmek istiyor haliyle.

Bu kaçınılmaz teslimiyet büyük acıları hazmetmeyi ve yola devam edebilmeyi kolaylaştırıyor bazen. Ümitsizlik hastalığını da iyileştiriyor. Buraya kadar kadercilerin yanındayım ama sonra ekipten ayrılıyorum. Ve sıkışınca kabullendiğim kader tasavvurunun yanı sıra akıl ve iradeyle bizim için daha iyi olanı keşfetmemizi sağlayan mutlak bir gücün olduğuna da inanıyorum. Yani hikâyemizin bütün ayrıntılarıyla yazılmış olduğu fikrine pek bayılmıyorum. Biraz sahtekârım anlayacağınız. Ama sorun bu da değil. Ben o gücün var olma ihtimalinden ürkmüyorum. Beni huzursuz eden taammüden uydurduğumuz bir masalın ‘kaderimiz’ olduğuna kendimizi inandırabilme becerimiz. İşte bu tehlikeli aldanış bana hepsinden daha fena geliyor. Tanrıcılık oynarken kendi kaderini tayin etmek için olmayan bir ‘hayat hikâyesi icat etmek’ çabası insanın kendisine yapabileceği en büyük haksızlıklardan biri gibi geliyor. İnsanın isteyerek düştüğü o karanlık kuyudan çıkabilmesi çok kolay değil çünkü. Bu çelişki insanın birisini ‘uçarı’ bir ruh haliyle sevmeye karar verip bağlandıktan sonra vazgeçemediği için acılarla sonsuza dek kıvranmasına benziyor biraz.

Bu uzun girizgâhı yapmamın sebebi, bugünlerde okumaktan pek hazzettiğim Murakami’nin tuğla gibi romanının sayfaları arasında eğlenerek, düşünerek kaybolmak. Onun basit gibi görünen fevkalade derin edebiyat dünyasında anlattıklarının her defasında kaderin ve kaygan zaman bilincinin sihirli gücünde düğümlendiğini düşünüyorum. ‘Modern zaman büyücüsü’ diyorum ben ona. Hem bu kadar sade bir anlatımla hayatın görünmez şiirini yakalayabildiği için hem de o zengin imgelerle yüklü fantastik ve bir o kadar da gerçek olan büyülü dünyasında okuru hiç sıkmadan dolaştırabildiği için.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Geçen hafta hayatın uğultusundan kaçıp saklandığım köyden dönerken limon bahçelerini anlatmak istiyordum. Dalında unutulup kurumuş olduğu halde bahar güneşinin ılık şefkatiyle gülümseyen limonların insana dertleri nasıl unutturduğunu, deliliği benzersiz romanlarla anlatan bir yazarla tarif etmeye çalışacaktım. Belli ki yine Türkiye’de yaşadığımı unutuvermişim.

Burada yaşarken ölümün anlamsızlığından ziyade, nedensiz ölümü sıradanlaştıranların aldırmaz tavırları canımı sıkıyor. 2010 yılında, üç kuruş para kazanmak için her sabah işe giderken sevdikleriyle hiç dönmeyecekmiş gibi vedalaşan insanların ölmesinin kader olduğunu söyleyebilen bir başbakanla, kendi siyasi duruşunun kurbanı olduğunu bildiği halde ‘kaderine kırgın’ taklidi yapan eskimiş bir siyasetçinin yönettiği bir ülkede limon bahçelerinin güzelliğini anlatmaya müsaade etmiyor hayat maalesef.


Zola, maden işçilerinin dramını 125 yıl önce yazdı...

Devamını Oku