A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Bembeyaz bir masa örtüsünün üzerinde minyatür bir bahçe gibi parlayan meze tabaklarının üzerinde dolaşıyor bakışlarım. Nar pembesi lakerdalar, çöl sarısı fava, koyu çam yeşili börülceler, kan kırmızısı biberler, kurumuş ağaç iskeletleri gibi can çekişen sıska balıklar, kenarları buğulanmış kadehlerin üstünde tüten mavi dumanların altında öylece duruyorlar. Anason kokusuyla başı dönen çocuklar gibi sessizce yatıyorlar masanın üstünde, kimse dokunmuyor onlara...

Arkadaşım, altın şerbeti rengindeki rakıyı kadehime doldururken hafif çakır keyif bir tonda, “Biliyor musun, gecenin başından beri konuştuklarımız palavra aslında; hep aynı insanı sevmek istiyoruz. Kim sürekli aynı hayali her defasında farklı yüzlerle sevmek ister ki, ben neyi istediğimi biliyordum ama mecbur bırakıyorlar insanı sürekli kıpırdamaya. Hep o manasız telaş. Bak ne kalıyor geriye. Kocaman bir boşluk” dedi.

“Anlamadım” dedim, elbette anlamıştım sayıklar gibi söylediklerini. Onu o sevimli, çocuksu yüzüyle konuşurken seyretmek hoşuma gidiyordu. “Haklısın, Maurois bile senin kadar net anlatamazdı durumu, bravo” diye takıldım biraz ona. O hakikaten anlamadı neden bahsettiğimi, bıçkın delikanlı sesiyle “buyur kardeş” deyince gülmeye başladık. Niyetim ona Maurois’nın o unutulmaz romanı İklimler’i anlatmaktı ama kitabın keyfini kaçırmadan nasıl anlatacağımı bilemedim. Okumasını istiyordum çünkü. Önce ona aylar evvel kitabı yazmak istediğim gün, usta bir şairi kaybettiğimizi, bu yüzden o yazıyı ertelediğimi anlattım. Haliyle araya başka ‘şair’ sohbetleri girdi. Sonra ona bugünlerde ‘sevgililer günü’ saçmalığı münasebetiyle üzerine yapıştırılan pembe kalplerden bahsettim. Yüzünü buruşturdu. “Yok, öyle bir kitap değil, onu günümüzün tüketim alışkanlıklarına uygun biçimde ‘aşk’ romanı olarak pazarlıyorlar bugünlerde” diye uzatınca meseleyi, “Eee, anlat o vakit ben de anlayayım, hep aynı kadını sevmek isteyen adamı” dedi sabırsızca.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Anatole France’la Unutulamayanlar

Kadim şehri kucaklayan camilerin kuşattığı bir meydanda yaşlanan çınarların altında mırıl mırıl konuşuyorduk. Titrek yaprakların kızıl taş duvarlara yansıyan gölge oyunlarını seyrederken işittiğim boğuk sesten memnundum. Odunkömürüyle yanan tütünü içime çektiğimde gündelik sıkıntılar nargile şişesinin içinde bir süre fokurdadıktan sonra dudaklarımın arasından, burnumdan yavaşça çıkıp bir daha hiç gelmemek üzere bedenimden, zihnimden uzaklaşıyordu. Kalabalığın uğultusuna rağmen hırçın ruhum da uysallaşmıştı sanki. Üzerinde oturduğumuz gülünç tahtlar beni hem eğlendiriyor hem de garip bir güven hissi veriyordu. Arada hortumların uzantısındaki uzun ince gövdeleri kucağımıza koyup hayatı zorlayan dertlere karşı dervişçe susuyorduk. Bir an hayat hep öyle kadife gibi yumuşacık olsun, kendiliğinden akıp gitsin istedim. Serince bir bahar esintisi, samimi sohbetiyle sağlam tutan bir dost ve derin fokurtulara eşlik eden düşünceler…

Arada tahtımıza uğrayan ateşçi sönen korları yenilerken, dünyanın bildik ritminden azade, binlerce yıldır kirletilen ‘dilden’, genetik kodlarla alışkanlıklarını miras alan insanın tutsaklığından, ‘kavuşamamanın’ dayanılmaz çekiciliğinden ve buna benzer birbirlerine uzaktan dokunan mevzulardan bahsedip durduk. Bir ara yolda okumaya başladığım, ismi güzel (Öğle Uykusu Bir Sanattır) akademik dili nedeniyle kendisi biraz sıkıcı olan kitabın çağrıştırdığı hislerle iyice gevşedim, göz kapaklarım ağırlaştı. ‘Öğle uykusu hazzının’ çocukluk yıllarına, tembelliğe, ülkelerin coğrafi özelliklerine hapsedilme koşullarını düşünce, anaokulu yıllarımda öğle uykusuna direnen küçük kızın beyaz pikenin altındaki hülyalı saatlerini ve onun geleceğe dair puslu hayallerini hatırladım. O günler hem çok yakınımdaydı, hem de çok uzakta… Çok uzun gibi görünen bu ‘aralıkta’ olabilecek ne varsa yaşayıp görmüştüm; buna biraz çocukça ama içtenlikle inanıyordum hakikaten o anda. Ürpertici bir kesinlikle, “yine de güzeldi” dedim kısık sesle.Kısa sessizliklerde, öğle uykularına yakışan romanların yazarlarını zihnime çağırırken Anatole France, konuşmamıza uygun, basit ama iç burkan hain cümlesini söyleyiverdi: “İnsanlar doğar, acı çeker ve ölürler.”

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Duvağının altından kendi düğününü gözetleyen utangaç bir gelin misali parıldayan gümüşi aya bakıyorum. Karanlık gök kubbenin genişliğinde parçalanıp dağılan ay kırıkları kimsenin dudağını kanatmasın diye içini sağlam tutuyor sanki. Daha ilk gecesinden eksilip asaletine zarar vermek istemiyor. Onunla karşılaşan bütün fanilerin, kendisini her seferinde şaşkınlıkla hayranlık karışımı ürpertici bir tedirginlikle izlediğini biliyor çünkü. Sonsuza kadar var olacağı yanılgısının kibriyle boşluğuna ayak basan ilk insanın ihtirasını biraz küçümsüyor. Zihnimizin oyunlarıyla inanmak istediğimiz bir ‘şimdiki ânın’ içine hapsolduğumuzu, bunun dışında kalan herşeyi, geleceği, anılarımızı, hayallerimizi, bazen tutkularımızı bile hikâye edebildiğimizi hatta bundan çok hoşlandığımızı bilmiyor. Nerden bilsin, ruha ıstırap veren parçalanmışlığımızı göremeyecek kadar saf o. Güzelliğinin farkında olan bütün kadınlar gibi şımarık bir edayla tebessüm ederken ‘uzak yakınlığın’ manasını hatırlatıyor bana...

Bence o bir kadın. Onun puslu ışığında kaybolurken, yazarak çocuk kalabilen Jeannette Winterson gibi görebildiğimiz her varlığın, her ânın içinde bir ‘kadın’ olduğunu düşünüyorum. Sadece bir çocukta, bir prenseste, bir cadıda, bir annede değil; bir ağacın köklerinde, bir mağaranın duvarına kazınmış bin yıllık resimlerde, isteksiz bir adımda, mahcup bakışların gölgesinde, tedirgin bir dokunuşta hissedebiliyorum insanın ‘kadın’ halini... Sanırım bizi kendimize yabancılaştıran ‘ikiliğin’ nedenleri biraz da bu gerçeklikte gizli. Kastettiğim cinslerin ayrışması değil. İhtiyaç duyduğumuz sırların, başkalarına istesek de anlatamadıklarımızın, basit sanılanın arkasında gizlediklerimizin ‘dişi’ ruhundan söz ediyorum. Ancak hikâyelerimizi anlatarak kendimizi keşfettikçe benliklerimizle hayat arasındaki derin uçurumu görebiliyoruz. Suyun yüzeyindeki güçlü, ‘erkek’ görüntümüz, içselleştirdiklerini dilin kalıplaşmış kabuğuyla örtüyor. Gizlediklerimizi, başkalarını ve dünyayı yine hikâyelerin gücüyle kavrayabiliyoruz.

Çok parçalı varlığımız

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Pudramsı tozların kapladığı eşyaların ortasında durmuş meçhul olduğu halde nedense bana o anda öyle görünmeyen geleceğime bakıyorum. Moloz yığınını okşayıp duvarlara tırmanan ışık oyunlarını seyrederken düşüncelerden, muhtemel heyecanlardan, kaldığım yerden başlama gerçeğinden yorulunca kendi evimden kaçıp gitmek istiyorum. Pencerelerin söküldüğü oyuklardan birine tüneyince onu fark ediyorum. Bina tamiri için kurulan iskelenin üstünde durmuş meraklı bir martı gibi insanların hayatını dikizliyor. Sokağın gürültüsüne, camların arkasına gizlenen yaşlıların umutsuz bakışlarına, bir yerlere yetişmeye çalışan insanların telaşına, mutfakta yemek pişiren kadınların dalgınlığına büsbütün yabancılaşmış. Her şeyi anlıyor ama manayı kavrayamıyor sanki. Rus yazar Platonov’un o ironik cümlesini hatırlatıyor bana; “Sizin için insan olmak sadece bir alışkanlıktır, benim içinse, bir tatil ve bir zevk”. Bir an ona “sen buralardan değilsin galiba, bana da uçmayı öğretir misin” diye seslenmeyi düşünüyorum ama sonra ürkütmemek için vazgeçiyorum.

Biraz evvel aydınlanan gökyüzü griliğine çekilirken içeri girip kendime küçük bir çanta hazırlıyorum ve içine sadece hevesli okul çocuğu heyecanıyla aldığım yeni, mavi defterlerimi koyuyorum. Henüz boş sayfalarını kimbilir hangi sözcüklerle dolduracağımı bilmediğim defterlerimi. Buna benzer kısacık bir anı anlatmak isteyebileceğimi düşünüyorum o sırada. Belki henüz yazılmamış bir hikâyenin önemsiz ayrıntılarını, yeniden okumak istediğim kitapların tanıdık cümlelerini... Ya da ne bileyim, başkalarının küçümsediği kızgınlıklarımı, korkularımı, körelmiş arzularımı, yorgun hayallerimi.. Yeniden, hep aynı heyecanla seveceğim insanları, isimlerini bile telaffuz etmeyeceğim halde unutamayacaklarımı, sayıklamalarımı...

Ben öyle düzenli günlük tutanlardan olmadım hiç, zaten nasıl yaparlar, pek anlayamam. Düzenli alışkanlıkların sıradanlığından sıkılırım, bana göre değildir. Ama farklı serüvenlerin peşinden koşan defterlerim oldu hep. Onları sevsem de kurcalamaktan biraz ürkerim. Ait oldukları zamanın sihrine dokunup doğallıklarını bozmak istemem. Yazının insanın gün ışığında yüzleşmeye korktuğu yabani yanını ortaya çıkardığını bilirim çünkü. Yazı bir anlamda belirsizliğin, içimizdeki karanlığın çekiciliğidir. Bu yüzden kurgulanmamış cümlelerin bazen bizi çok daha derin köklerimizden yakaladığına inanıyorum. Hayatın çıplak dökümünü yapabilen günlükleri, günlük taklidi yaptığı halde koleksiyona dâhil edilme niyetini açıkça belli eden ‘defterleri’ okumayı bu nedenle seviyorum.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Vaktiyle hücrelerimizle, parmak uçlarımızın, saç diplerimizin sızısıyla sevdiğimize inandığınız birini nasıl oluyor da unutmuş, o acılar, tutkulu anlar, nefes kesici konuşmalar, yumuşak dokunuşlar hiç yaşanmamış gibi davranabiliyoruz? Ruhları birbirine dolanan uçurtma kuyrukları gibi yakın kılan merhamet yumağı nasıl öyle bir anda kırılıp toz gibi dağılıveriyor.

Bu aldatmacayı sadece hayata devam edebilme güdüsüyle açıklamak kolay lakin yalan olur. Öyle değil çünkü. Evlilik törenlerinde, loş yatak odalarında, tenha bahçelerde, eksik mektuplarda ‘söz verirken’, aslında kime sesleniyoruz? “Hep seni seveceğime ve başka kimseyi sevmeyeceğime” gibi tumturaklı, iddialı bir cümleyle yemin ederken ne türden bir güvenle içini dolduramayacağız resimler çiziyoruz? Dahası o yemin kimin için? Geleceğin tılsımlı hayaliyle, ortak geçmişe sadakat arasında ince bir köprü kurmalı belki. Sadık olunması gereken salt kişinin kendisi olduğunda, o köprü de bir daha hiç tamir edilemeyecek gibi çöküveriyor. O vakit sadece geçmişe değil kendimize de ihanet etmeye başlıyoruz. Ve yıkım tam da orada başlıyor korkarım.


İşi bitmiş çapkın bir yazar

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Yumuşayan ışıkla uysallaşan gökyüzünün akşamüstleri bakır rengine döndüğü kızıl bir mevsimin başlangıcındayız. Mahcup güneş, ürperen boğazda, tenhalaşan kır kahvelerinde, loş cami avlularında, solgun tabiatta, telaşlı insanların koşturduğu kalabalık caddelerde, cilveli seslerin uğuldadığı renkli çiçek pazarlarında, gümüşi pullarıyla parıldayan balıkların dizildiği ıslak tezgâhlarda kırılarak dolaşmaya başladığında en sevdiğim iklime kavuşmuş olacağım. Birkaç gün sonra, bütün günahları temizlemeyi seven eylül, hepimizi birazcık daha ağaran saçlarımızdan okşayarak bağışlayacak. Biliyorum, hep öyle yaptı. Dönüşü olmayan mahmur yaz aylarının masalsı zamanından sıyrılıp zarafetle canlanan bu ‘hülyalı’ mevsimi hep sevdim ben.

Doğrusu neden ona hüzünlü dediklerini pek anlamam. Bütün iklimlerin prensesi olan sarışın sonbahar serseri kız kardeşim gibiydi bir zamanlar. O yaklaşırken geleceğe dair hayallerim köpürürdü, heyecanlanırdım. Yılların hoyrat kaybını yılbaşlarında sorgulayanların tersine sonbahar benim için her daim kendisini yenileyen hayatın başlangıcı oldu. Malum, eylülle birlikte şehirler canlanır. Sanıldığının aksine fena halde şımarık olan bu mevsimde insanlar yeni kitaplar, filmler, oyunlar, sergiler hakkında konuşmaktan, farklı işler, arayışlar peşinde koşmaktan, taze ümitlerle beslenmekten hoşlanırlar. Ben de böyleydim.

Bir tatil günü canınızı sıkmak istemem ama artık tam böyle hissetmiyorum. Bu türden fazla ‘şeffaf’ yazılar yazdığım vakit, hiç değilse söylenen yakınlarımı memnun etmek için daha ‘neşeli’ bir ruh haliyle yazabilmek isterdim lakin o ben değilim. Affetsinler. Bu aralar yazma fikrine de pek bayılmıyorum zaten.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Kalın duvarlar arasına hapsettiğimiz hırçın ruhlarımızı kışkırtan yalancı bahar günlerini, şehrin muhtelif çay bahçelerinde her türden insan ve kuş cıvıltısını dinleyerek geçirdim. Birkaç gün önce ‘uzun maceralardan sonra eve dönen’ yorgun yayın müdürümün, değil insan, kuş sesi duymaya bile dayanamayacağını, fevkalade samimi bir lisanla anlattığı sıkıntıya da saygıda kusur etmek istemem lakin neşeli cıvıltılar da pek güzeldi doğrusu. İnsanın acılı yorgunluğunu unutturan, taze bir kokusu var bu ılık havanın. Kış ortasında bahar aldatmacısının şefkatli sahtekârlığına teslim olunca epeydir kendimi bu kadar ‘aylak’ hissetmediğimi fark ettim.

Geçtiğimiz hafta Taraf’ın ekinde gördüğüm bir yazı vesilesiyle Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ını hatırlayıp kitabı tekrar okumak da gevşetti beni biraz. Üstelik bilen bilir, öyle insana mutluluk veren bir kitap değildir ama yine de onun huysuz kahramanıyla yıllar sonra geniş bahçelerdeki kocamış ağaçların altında buluşmak nedense huzursuz ruhuma iyi geldi. Okudukça yazarın bahsettiği türden dikenli bir ‘aylaklığın’ sadece bir gençlik romantizmi, toplumun sahtekârlığını eleştiren bir başkaldırı hikâyesi olmadığını gördüm. Kahramanı C’nin ağzından anlattığı bütün o keskin fikirlerin, değişen ruh hallerinin, aslında hepimizin içinde zaten var olan ama çok rahat ortaya çıkaramadığımız karmaşık duyguların bir bütünü olduğunu anlayınca biraz şaşırdım.

O basit oyun...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Paşa, Alman komşunun sinirli köpeklerine kızıp uzun uzun havlıyor. Saldırmak sakin mizacına pek uygun değil ama becerebilse ikisini birden paramparça etmek ister, biliyorum. Hırıltılarını dinlerken vahşetinin farkında olan bir varlığın –hayvan bile olsa- kendisini dizginleyebildiğini hissedebiliyorum. Arkadaşım mutfakta yemek hazırlıyor. Verandadaki yaşlı bademin altında oturup camın arkasında hareket eden gölgesini izliyorum. Şiddeti sevmem ama yemek yaparken o zevkli uğraşın tabiatıyla hiç örtüşmeyen ‘sapıkça’ düşüncelere kapılırım bazen. Özellikle o şehvetli, kesici aletleri kullanırken. O sırada onun aklından geçenleri de merak ediyorum.

Biber ağacının minik pembe toplu çiçekleriyle toprağa sarkan tüyümsü dalları, denizden esen rüzgârla hafifçe salınıyor. Uzaktan cılız bir fener ışığı gibi görünen köy evlerinden bostanlara yayılan köpek ulumalarını da işitebiliyorum. Hayatın o kadar da sevecen olmadığını hatırlatmak ister gibi acıyla bağırıyorlar. Sürekli seyahat eden Amerikalı, dünya aniden durmuş gibi hamağa uzanmış donuk bakışlarıyla parlak dolunayı seyrediyor. Onu esir alan duygu parçacıklarını da görebilmek istiyorum. O sırada hepimizin içindeki o karanlık dehlizleri düşünüyorum. Sessiz ormanın insanı yalnızlaştıran koyuluğu geceyi büsbütün ağırlaştırmış sanki. Belki yanıma aldığım o çarpıcı romanın ürkütücü etkisinden kurtulamadığım için hep o huzursuz ressamı düşünüyorum. Juan Pablo Castel’i...


Aynı zamanda fizikçiydi...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bugünlerde farklı sebeplerle ‘ihanet’in hayatımızda nasıl bir yer işgal ettiğini düşünüyorum. Onu geçen gün tesadüfen bir kitapçıda gördüm. Gençliğimin keskin romanını yeniden basmışlar. Zamanımızın Bir Kahramanı’nı... Nasıl sevindim hiç yaşlanamayacak genç Lermontov’la karşılaşınca. Issız bir sokakta yürürken ansızın çocukluk arkadaşımı bulmuş gibi oldum. Hani heyecanlanıp ne diyeceğinizi tam bilmezsiniz de sayıklarken beceriksizce arkadaşınıza sarılmaya çalışırsınız ya. İşte o sarsaklığa benzer tedirgin bir kıpırtı oldu içimde. Sürprizli bir tesadüftü. Ben ‘nerede, nasıl bir hata yaptım acaba’ muhasebesiyle cebelleşirken ‘ihanetin’ farklı hallerini böyle hülyalı bir hikâyeyle hatırlamak iyi geldi çorak ruhuma. Tozlu hatıraların arasında dolanıp durdum hiç eskimeyen o kitabı tekrar okurken.

SİZ DE ÖYLESİNİZ ASLINDA....

Size ‘ihanet nedir’ desem, karşılığını öyle basit cümlelerle anlatamayacağınız tuhaf ve biraz da pervasız bir soru sormuş olurum değil mi? İhanetin çok farklı halleri var elbet ama hadi şu sevenlerin canını yakan türünden bahsedelim bu defa. O birbirlerini hep koruyacaklarını, seveceklerini, hatırlayacaklarını samimiyetle söyleyenler ne yaparlarsa aldatmış olurlar birbirlerini? Ya da ne yapmazlarsa kendilerine ihanet etmiş olurlar? Peki, insan, geçmişe, hakikate, dostluğuna, vaktiyle hayalini kurduğu müphem bir geleceğe nasıl ihanet edebiliyor? Bir zamanlar var olduğunu bildiğimiz sevgi, sevmeye duyduğumuz inanç kendisini nasıl bu kadar kolay ve acımasızca yok edebiliyor? Birbirine karışan soluklar, sesler, kokular nasıl sinsice kayboluyor?

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Hayatın mucizesiyle ölümün müphem karanlığı arasında bir sarkaç gibi salınan yazıyı, insan olmanın kırılganlığını hatırlattığı için seviyorum.

Yaşam ve ölüm, çoktandır ahenkli bir birlikteliğe ihanet eden iki düşman gibi dolaşıyor buralarda. Kısacık bir insan ömrüne sığamayacak kadar çok çıplak, çaresiz ve saf acılarla dolduruyoruz hayatı. Hâlbuki doğumun doğal bir uzantısı olan ölümün bile hayatın kutsiyetini hatırlatan derin bir manası vardır. Bazen bu basit gerçeği hatırlayabilmek için sabahın bozulmamış saatlerinde utangaç bir edayla tebessüm eden mandalina ağaçlarımın yanına gidiyorum. Zamansız, sürprizli tomurcuklarıyla bize cömertçe bağışlanan “güzelliği” gösteriyorlar. Onlarla konuşurken evi yaşlı ıhlamurların baygın kokusu dolduruyor. Sokaktaki manolyaların birer birer açan zarif beyaz çiçeklerine hayret ederek bakakalıyorum her gün. Böyle ışıltılı anlarda sadece kendim için değil o anının büyüsünü hissetmeyi çoktan unutmuş olanlar için de umutlanmak istiyorum. Ama biliyorum ki ben bunları düşünürken yaşadığım ülkede, başka topraklarda insanlar her gün nedenini tam anlamadıkları hâlde ölüyor, acımasızca öldürüyor.

Size tuhaf gelmiyor mu? Bu dünyaya gözünü açan herkes, o acıyı içerden yaşamasa da asırlardır tanık oluyor, okuyor, görüyor ve asla ders almıyor. İnsan kırılgan olduğu ölçüde vahşileşebilen bir varlık çünkü. Geçen yüzyılın başında doğan Erich Maria Remarque, on sekiz yaşında askere alınıp, Birinci Dünya Savaşı’nda cepheye gönderildi. Aynı yıl ağır bir yara aldığı için hastaneye kaldırıldı. Köy öğretmenliği, mezar taşçılığı yaptı, akıl hastanesinde org çaldı ama yaşadıklarını hiç unutmadı. 1928’de Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u yazdı. Elli yayınevi bu kitabı reddetti. Yayıncıları basmak için kıvranıyor ancak bu savaşın çıplak gerçeğini topluma göstermekten ürküyorlardı. 1929’da basıldığında bir yıl içinde satışı sadece Almanya’da bir milyonu aşmış ve bütün dünya dillerine çevrilmişti.

Devamını Oku