Kalbimi önüne attığımda
'Görüyorum' diyeceksin
Aşkından yataklara yattığımda
'Biliyorum' diyeceksin
Zamanı zamana kattığımda
'Seviyorum' diyeceksin
Gözlerim nemleniyor
İçim sızlıyor
Boğazımda bir düğüm
Beni boğuyor
Ama
Ağlayamıyorum
Tanrının zamansızca önüme koyduğu
Çözümsüz bir denklemsin
Yüzlerce kısıt var ortada
Ama amaç fonksiyon yok
Ne doğrusal programlama
Ne analitik şebeke prosesi
Güneş bile yakamaz tenimi
Dokunuşunun yaktığı kadar
Bİr kere tuttun ya elimi
Elim artık ellerini arar
Bu hisler kalbimde yeni mi
Güneş nasıl yakarsa
Tenime değerken
İçimi yakarsın sen de
Güneşe benzerken
Ruhumun derinliklerinden gelen
Bir ilahi melodi gibi
Beynimde çınlıyorsun...
Sevgilim
Sen benim
Yüreğimde çarpıyorsun!
Bir ben varım
Bir de davet gülüşünde
Kanatlanıp uçuyorum
Gülen gözlerinde
Kaybolup
Tekrar doğmak istiyorum
O gün zorla çıkmıştı yataktan. Tam da saati çaldığında o garip rüyalarından birinin ortasındaydı.
Kocaman yemyeşil bir ormanın ortasında bir başına dikilmiş etrafa bakınıyordu. Belli ki yıllardır köklerini toprağın en derinlerine salmış, devasa çam ağaçları ile kaplıydı orman ama ne bir kuş ne bir cırcır böceği sesi duyamıyordu... biraz daha kulak kabarttı... çıt yok. Bu yüreği sağır edebilecek sessizlik onu ürkütmüştü. Oysa, güneşin gökyüzünde parıl parıl parladığı, sıcaktan boncuk boncuk terlediği bir bahar günüydü. Koca dalların arasından süzülen güneş parçalarının, minik pırlantalar gibi parlamasını sağladığı ter damlacıklarını siliyordu ki alnından üzerindeki kalın mantoyu fark etti. Yılların rengini soldurduğu, üzerinde bir çok yırtık, delik, yama bulunan eski bir mantoydu bu ve o cehennem sıcağında amma da ağır gelmişti omuzlarına.. çıkarıp atmak, fırlatmak istemişti bu rengi solmuş delik deşik yamalı mantoyu ama kollarında o dermanı bulamadı. Sıcaktan terliyor, mantonun ağırlığı altında eziliyor; terledikçe, ezildikçe gücünü kaybettiğini hissediyordu. Artık iyice bitkin düşmüş, yığılmak üzereydi ki ağaçların arasında uzun boylu bir insan silueti göründü. Kolunu kaldıracak gücü yoktu; seslenmeye, yardım istemeye çalışıyordu... fakat bu dilsiz ormanda onun da sesi çıkmıyordu. Derken bir hareketlenme oldu karşısındaki güneşi arkasına almış karanlık insan siluetinde. Bir adım... bir adım daha... yaklaşıyordu uzun boylu gölge ama o artık iyice gücünün tükendiğini hissediyordu.. dayanmaya çalıştı. Bir adım... bir adım daha.. bir adım daha... artık tam karşısında duruyordu. Şimdi güneş öyle büyük öyle parlaktı ki burun buruna olmalarına rağmen hatlarından bir erkek olduğunu anladığı bu insanın yüzünü seçemiyordu. Bir adım daha attı erkek ve arkasına geçti. Sıcakta iyice ağırlaşan o renksiz, yamalı mantoyu yavaşça omuzlarından aşağıya çekti. Üzerinde hissetmeye başladığı hafiflemeyle beraber, ağaçların arasından kıvrılarak gelmiş serin bir meltemin yaladığı terli ve çıplak omuzlarında bir öpücük hissetti.... ürperdi. Tam müteşekkir olduğu bu cüretkar yabancının yüzünü görebilmek için güneşi arkasına alarak dönmüştü ki o ürkütücü sessizliği bozan korkunç bir gürültü duyuldu. Duyduğu gürültünün çalan saati olduğunu anlaması birkaç saniyesini saldı. Rüyasında gördüklerini düşünmek için birkaç dakika öylece yattı. Tüm bunların korkunç bir kabus mu yoksa mutlu bir düş mü olduğuna karar veremediği garip bir rüyaydı işte ve sanki gerçekmiş gibi mecalsiz hissediyordu kendini...
07.02.2007
Zuhal AKSULU
Yine adını koyamadığı duygularla uyanmıştı. Onun daha yirmi dört yaşında, yaşam dolu, cıvıl cıvıl bir genç kız olması gerekiyordu ama hayat ona şimdiden ağır gelmeye başlamıştı. Yavaşça doğrulmuştu ki yatağında, kapısı aralandı. Yılların yüzüne dantel gibi işlediği çizgilerle annesi belirdi kapıda. O her sabah görmeye alıştığı uykulu gülümsemesiyle:
- Kalk hadi kızım saat sekize geliyor, bak servisi kaçıracaksın dedi.
Annesinin ona huzur veren sesi bile kendine getirememişti onu, derin bir off çekerek ayağa kalktı. Yaşamak istemediği bir hayatı yaşıyordu ve özellikle o garip rüyalarından sonra her sabah yataktan çıkmak ona işkence gibi geliyordu. Doğruca lavaboya gitti. Çeşmeden akmakta olan buz gibi suyun altına ellerini soktuğunda içinin titrediğini duyumsadı. Aslında avuçlarına dolmakta olan su değildi içini titreten, aynada gördüğü yansımasıydı. Her sabah dağınık saçlar, her zamanki gibi fazla uyumaktan şişmiş gözler, solgun bir beniz; dahası onu bir zombi gibi gösteren hayata karşı isteksiz, ışıltısını yitirmiş, donuk siyah bakışları görmekten sıkılmıştı. Kendini tokatlar gibi hırsla yüzünü yıkadı. Dişlerini fırçalamadı. Zaten son zamanlarda kendine bakmaz olmuştu. Saçlarını taramıyor, özensizce topluyor, üstüne dolaptan eline ilk ne geçerse giyiyor, rimel bile sürmeden kendini dışarı atıyordu. Aslında güzel sayılabilecek bir kadındı ama artık kendini kadın gibi bile hissetmiyordu. Yine özensizce giyindi... biliyordu ki tenini örten bu çaputlar, ruhundaki boşluğu, isteksizliği örtmeye yetmiyordu. Burnuna mis gibi kızarmış ekmek, çay kokusu geliyordu ama uzun zamandır olduğu gibi ağzına lokma koymadan çıktı dışarıya. Hızla merdivenlerden inerken, işine gitmek için çıkmakta olan ikinci kat komşusunu görmezden geldi. Zaten canı kimseyle de konuşmak istemiyordu. Apartmanın ağır demir kapısını açtığında yüzüne vuran buz gibi havayı hissedince ellerini cebine soktu, başını eğip yürümeye başladı. Birkaç gün önce yağan, ayazdan iyice donuş karda zorlukla adım atarak yürümeye çalışıyordu. Her saat başı çalarak ona geri döndüremeyeceği bir saatin daha hayatından boş boş kayıp gittiğini hatırlatan telefonunun zilini duyduğunda saat sekiz olmuştu. Adımlarını daha da sıklaştırdı. Durağa on metre kadar kalmıştı ki şirket servisinin hızla geçtiğini gördü. Elini kolunu salladı, koştu... durağa geldiğinde servis çoktan gözden kaybolmuştu. Etraf işine, okuluna gitmek için bekleyen insanlarla doluydu ama o, gözyaşlarını daha akmadan dondurabilecek bu soğukta bir başına kalakalmıştı ortada. Sinirlenmişti... giydiği o yüksek topuklu ayakkabıya yakışmayacak bir küfür savurdu çekip giden servise, çekip giden hayata....
selam;
Az Kullanılmış satılık bir kalp vardı bir aralar, ne oldu müşterisimi çıktı... Ortadan kaybolmuş