Zamanla geçeceğini söylerler her şeyin…
Yalan…
Oysa, zamanın bile ilaç olamadığı bir yaraydı sensizlik…
ve anladım ki;
Kadınım, kundağım, mezarım...
Ben haylaz bir çocuğum,
içinde dağlar ovaların ve bembeyaz bulutların olduğu kocaman bir gökyüzüm var benim.
Sense o uçsuz bucaksız ovalarda kimsenin anlamadığı dilden konuştuğum,
Aşk,
öyle ilkokul okuyup alfabeyi öğrenmek değil, ya da kırmızı yanarken yoldan karşıya geçmemek gerektiğini bilmek hiç değil...
Aşk...
Çoğunlukla süslü kelimelerle anlatılan, ama yeri geldiğinde çamurlu bir yüzün ardında bıraktığı tebessümdü kimi işçilerin suratlarında, kimi zaman da çaresizliğin umuduydu bir “iyiki varsın” cümlesinde olan.
Aşk aslında bir çocuğun oynamak için bahane aradığı bir oyuncak ya da bir gün batımıydı bazı şairler nazarında...
Sen, gözlerin parlayarak cümleler kurup hayallerini anlatırken...
Ben; alt dudağının üst dudağına değdiği anları yakalamaya çalışıyordum...
Hayal dediğin buydu işte..!
birine göre büyük, uzak ama umutlu,
birine göre küçük, yakın ama imkansız...
Sen benim yaşama ayak direyişimsin, herkese sırtımı dönüp gidişim, uzun yıllar sonra içimi bu denli ısıtan közüsün kalbimin...
Benim en büyük zaafımsın, en şefkatli yanımsın. Bazen küçük bir ilkokul çocuğu, bazense altı çocuk büyütmüş bir anadolu kadınısın. Gökkuşağı denince aklıma ilk gelen şeysin. Umudumsun, tüm umutsuzluklarımı o güzel kalbinin şefkatiyle yok edensin. Sen benim sadece sevdiğim kadın değilsin. Sen benim, bir daha kimseye nasip olmayacak tutkumsun. "Bir daha asla yaşayamayacağım aşklara teğet geçiyorum" sözündeki aşkımsın. Aşka giydirdiğim en güzel elbisesin. En çok sakındığım yanım, kapalı bir havada bulutların arasından hızla sıyrılıp dünyayı aydınlığa kavuşturan güneşimsin...
uzun uzak yollardan gelip
derme çatma bir evin bacasında yuva yapan bir kuşun azminde saklıydın belki...
gözlerin ufuklara tutsak,
bedenin bir kavuşma hayalinde yerle yeksan...
ben olmamış bir meyvenin acılığında demlenen çekirdektim
Önce güneş ışıkları sapsarı buğday tarlalarında parıltılar bırakıp umut dağıtıyordu herkese...
Sonra bütün o parıltılar kayıp giden ve uzay boşluğunda kaybolan bir yıldızın enkazı oluverdi...
Aşk dediğin önce umuda bulayıp tüm hisleri sonra ağır bir köpek karanlığı eşliğinde umutsuzluk denizine atmakmış, herşeyi kimi bulutlu havalarda...
Sonra ardına bakmadan kaçma isteği başlıyordu tüm göz göze bakışmalarda...
Ben o dipsiz karanlığın tüm oyunlarını öğrendim, ya sen?
Bir yumru gibi oturdu boğazıma..!
Sen yoksun...
Dalıp gitmek varken hayallerimin uçsuz bucaksız maviliğine,
Kopardım tüm düşlerimi içimdeki güzel günler ağacından.
Değilmiş...
Yorgunluk dediğin bir inşaat işçisinin akşama kadar tuğla taşıması ya da bir tarlayı sabanla sürmesi değilmiş bir insanın...
Yorgunluk;
herşeyi bir kenara koyup kaçmak isteğiymiş bulutlara, uzaklara, yaşamadıkça yaşanılasıgelen yalnızlıklara...
Yorgunum sevdiğim, affet beni bu seferlik, bakmıyorsam eğer o güzel dudaklarına...
Her yağmur yağdığında ellerin düşer aklıma...
Şefkatli ellerin; ruhuma dokunan, yüreğimi okşayan, içime mutluluk tohumları serpen ellerin...
Yağmur şehrimin sokaklarını en ücra yerlerine varıncaya kadar ıslatırken;
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!