Yıllar geçti yoksun, ararım seni,
Habersizce, çekip gittin terbiye.
Sönmüyor bu yangın, harlandı yine
Can evimi yakıp, gittin terbiye.
Sen yoksan balımız acıdır acı,
Daha anamızdan doğum anında;
Devlete kapağı atalım deriz.
Hele bir makama oturalım da;
Sonra da yan gelip yatalım deriz.
Şu bizim milletin yegâne huyu;
Bir varmış bir yokmuş geçti hayatım,
Hatırda kalacak şey bulamadım.
Yolumu kapattı kesif bir pusu,
Kılavuz olacak bey bulamadım.
Ahengi yitirdim kayboldu nida.
Ha döner de döner
Feleğin şu çarkı.
Üç mumluk bir fener
Feleğin şu çarkı.
Az mıdır çok mudur,
Bülbülün sevdası bir gül nihayet.
Banaysa; yarendir gönül dergâhım.
Düşerse bir gonca dalından şayet;
Eğilip derendir gönül dergâhım.
Meyline mayilim, bilmez vesvese.
Biz anadan garip doğmuşuz
Gurbette geçmiş ömrümüz
Çocuksu sevgilerle gelmişiz yirmi yaşına
“Bitmez bu hasret, tükenmez ızdırap” deyip
Söylenip durmuşuz.
“Arkadaş üzme kendini” diyerek teselli bulmuşuz.
Zülüf uzun bel ince, endam güzel bel ince.
Aşkın narı artarmış; kararınca belince.
Akşam olur gün olur, sevdaları derince,
Bülbül intizar eder, güllerini derince.
Tüm ışıklar söndü, karanlıktaydım,
Beynimde sigortam attı sanmıştım
Soluğum kesildi, çıkmaz yoldaydım;
Bir anda hayatım bitti sanmıştım.
Gözlerim; ışıkta görürmüş meğer
Sıradandı, adamdı; yapmasa da hiç hata
Takdir, taltif bilmezdi, rağbet; mala, sıfata.
Sıradandı, adamdı; hep üretti zengine
Bilmez miydi gerçeği; herkes dengi dengine.
Ne zaman şehirlerarası bir yolculuk yapsa, uzaklardaki üç beş ışığa takılır gözü. İrili ufaklı köylerin ışıklarıdır onlar. Otobüsün perdelerini aralar, uzun uzun seyreder ve derin düşüncelere dalar. “Kim bilir nasıl yaşıyorlardır oralarda? Neler yapıyorlardır şu an? Kimileri oturmuşlardır yer sofrasının etrafına, kaşık sesleri çınlatıyordur odayı. Kimi hayvanlarının akşam yemlerini verip, paçalarına yapışan samanları temizliyordur henüz. Kimi genç kızdır, yavuklusu için işleyip, hayalleriyle süslediği mendili kokluyordur. Kimi yıllardır cebinden eksik etmediği sigarasını tüttürüp, ciğerleri sökülürcesine öksürüyor ve kendi kendine “bırakamadım şu mereti, bunu icat edenin atası anası ölsün” diye söylene söylene, kahvehanenin yolunu tutuyordur. Kimi hasta anasının başucunda diz çökmüş, “hatırını alıp”, bir öpücük konduruyordur yanağına. Kimi askerdeki oğlunun şu anda neler yaptığını düşünüyordur. Kimi gelin olacak kızının, kimi gelin alacağı oğlunun, eksik olan çeyizlerinin tamamlanması için ne yapacağının hesabını tutuyordur. Yarın okula gidecek olan çocuklarını uyutmakla meşguldür kimileri. Kimileri onlara vereceği harçlığın hesabını yapıyordur, olmayan bütçeleriyle. Kiminin aşı kıttır, kiminin eşi ondan önce göçüp gitmiş, tek başına yaşamaktadır koca hanede” diye düşünerek, devam eder yolculuğuna. Birazdan, düşlediği o köylerin ışıkları görünmez olacak. Yeni ışıklar belirecek uzaklarda. Köylerimizin hepsi bir birine benzer. O köylerde yaşayanlar da… Yaz mevsiminde pazara götürerek sattıkları; üç beş marul, beş on bağ taze soğan, bir miktar yeşillikten kazandıkları bir kaç kuruştan başka eli para görmeyen, soluk yüzlü, eli nasırlı ama şükürlü, kanaatkâr, vefakâr, cefakâr, çileli ama mutlu, “gözleri ile yürekleri aynı noktaya bakan” analarımızın, babalarımızın, hepimizin köyleri.
Adı Salih. O da Konya’nın; doktordan, hemşireden, ebeden yoksun; tek katlı, arka kısmında hayvanların barındığı, ön kısmında insanların yaşadığı, iki odalı, küçücük pencereli, taş duvarlı, toprak damlı evleri olan bir köyünde, 1959 yılında doğmuştu. Salih doğmadan iki ay önce askere gitmişti babası. 24 ay süren askerliğini bitirdikten sonra köye uğramadan, ilk çocuğuna kavuşmanın sevincini bile yaşayamadan, İzmir’e hamallık yapmaya gitmişti. Beş parasız gelmek istememişti köye. İzmir’de üç beş ay çalışıp, biraz para kazanıp, öyle dönmeyi düşünmüştü. Köye geldiğin de Salih üç yaşına girmişti. Babası İzmir’den döndükten sonra alabilmişlerdi nüfus kâğıdını. Salih’in doğduğu yıllarda köylerinde su yok, elektrik yok, telefon yok, yol yok, okul yoktu. Eşeklerin kara sabana çifte koşulduğu yıllardı o yıllar. (Hoş, hala da koşulmaktadır ya.) Kısaca, “Yoklar Köyü” idi Salih’in köyü.
Yoklar Köyü’nde ilkokul binasının inşaatına başlandığı yıl 1965 idi. O tarihten önce okul yüzü gören olmamıştı köyde. O yıllarda, köye kırk yılda bir vasıta gelirdi. Bütün çocuklar gelen vasıtanın peşine takılır, ardından koşarak yarış ederlerdi onunla. Bir yaz günü öğlen vaktinde, kazma ve kürek yardımıyla yapılmış olan ve köyü nahiyeye bağlayan yoldan, motosikletli bir yabancı geldi. Salih ve köyün diğer çocukları motosikletin peşine takılıp, odanın önüne kadar koştular. Gelen yabancı; takım elbiseli, kravatlı, siyah saçlı, uzun boylu, iri yapılı, oldukça yakışıklı, konuşması köylülerin konuşmasına benzemeyen bir babayiğitti. Salih ve arkadaşları meraklı gözlerle seyrederlerken, o, “derhal muhtarı çağırın bana” diye seslendi. Muhtar kısa bir süre sonra geldi. Eline aldığı kasketi göğsünün üzerine kapatarak; “buyur efendi oğlum, beni istemişsin” dedi. Öğretmen de ona döndü ve “Ben öğretmenim. Adım Muzaffer Öner. Devlet beni köyünüze öğretmen olarak görevlendirdi” dedi. Sonra döndü, Salih’in başına elini koyarak “kaç yaşındasın sen? ” diye sordu. Utana sıkıla “altı” diyebildi Salih. Öğretmen tekrar muhtara dönerek, “köyünüzde bu çocuğun yaşında ve bu çocuktan daha büyük yaşlarda ne kadar çocuk varsa, hepsini yarın bu saatte, anaları, babaları ve nüfus kâğıtlarıyla birlikte köy odasında hazır olarak görmek istiyorum. Biliyorsunuz, okulumuzun temeli yeni atıldı. Ama biz şimdilik okul olarak köy odasını kullanacağız. Yeni okul binamız biter bitmez de oraya taşınacağız” dedikten sonra, motosikletine bindiği gibi, yine tozu dumana katarak köyden ayrıldı.
Şunu da söylemeden geçmeyelim Baba olmadan Ana olmuyor:D
Şunu da söylemeden geçmeyelim Baba olmadan Ana olmuyor:D
Şunu da söylemeden geçmeyelim Baba olmadan Ana olmuyor:D