Gökyüzünde rüzgârla savrulan toz zerresiyim ben.
Ya parlak ışıkla görünür, ya karanlıkta kaybolurum.
Semada coşan bir damlayım, bulutlarla kayarım.
Ya huzura bürünürüm, ya da hüzünle ağlarım.
Zaman, ruhumu iğne oyası gibi işledi.
Sustuğum her cümleyle, gürültüm biraz daha dindi.
Yarım yamalak birkaç tebessümle birlikte,
bir avuç sessizlik kaldı avuçlarımda...
Bana bile yetmiyor artık kalanı da...
Sen gitme...
Sen gidersen,
Muhteşem doğanın yüzü yas tutsun...
Varsın tüm mevsimler kaybolsun.
Bahar çiçek açmadan çekilsin toprağa;
Kuşlar, yönünü unutsun gökyüzünde;
Ben bilinmez bir diyardan düştüm manaya
Kuş tüyünden düşen harfle uyandırıldım,
Bir hüzünle kırdım kabuğumu,
Çeşm-i yaş oldu can suyum.
Ben seni ilk gördüğümde değil,
Siz,
Doymadan uyuyan bir çocuk tanıdınız mı hiç?
Sadece bir ekmeğin hayalini kurarak uyuyan bir çocuk, tanıdınız mı?
Rejim derdiyle sofralara koymadığımız ekmeklerin hayaliyle uyuyan bir çocuk tanıdınız mı?
Ekmeğin mis gibi kokusu buram buram burnunda tüterken, yokluğu boğazına oturan bir çocuk...
Bak şimdi,
Senin coğrafyana değiyor gece gündüz diye,
Havayı bile kıskanır oldum iki gözüm.
Bir sövesim var ki ağız dolusu, sorma gitsin.
Daha ne olsun yahu, daha ne olsun.
Gökyüzü karartırken koca cüssesini,
Dolu dolu boşaltırken hınca hınç içini,
Üzerine çöken bir derya suya,
"Rahmet" deyip şükür eder insanoğlu.
Belanın büyüğü çalarken kapıyı,
Seni özlemek:
Bir başına Şehr-i İstanbul’un meftûn haliyle
başa çıkmak zorunda kalmak demektir.
Yüreğim daraldıkça sokaklar feryad figan ediyor.
Ben lâl oluyorum, gecenin sükûtu bile ürküyor.
Şimdi sabahın dördü.
Elimde acıdan delirmiş bir kahve,
kulağımda dibe düşen
hüzün dolu bir nâme...
Kaç nehir geçtim bilmiyorum.




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!