Vicdani retçi, bir asker kaçağı değildir. Vicdani reddi -ülkemizde son derece yaygın olan ve orduya ve askerliğe karşı duyulan içsel tepkinin de bir göstergesi olarak addedilebilecek- asker kaçaklığından ayırdeden en önemli farklardan biri vicdani retçinin askerlik yapmayı reddettiğini kamuya açıklamasıdır. Bu açıklamalara 'vicdani red deklarasyonu' diyoruz. Aşağıda iki vicdani red deklarasyonu okuyacaksınız. Ilki Vedat Zencir tarafından Sokak dergisine yapılmış bir açıklamadır ve 11 Şubat 1990 tarihli Sokak dergisinde yayınlanmıştır. Ikincisi ise 16 Ocak 1993 tarihinde Erkan Çalpur tarafından -Izmir'de kurulan ve Kasım '93'te kapatılan- ilk Savaş Karşıtları Derneği'nde açıklandı ve 8 Şubat 1993 tarihli Bakaya dergisinde yayınlandı.
Vedat Zencir 6 Kasım 1996'da Izmir Valiliği tarafından 'tedbir gerekçesi'yle kapatılan Izmir Savaş Karşıtları Derneği yönetim kurulunda görev almaktadır ve Erkan Çalpur da aynı derneğin üyesidir. Her iki vicdani retçi de askere gitmeme tavrında kararlı olarak olağan yaşamlarını sürdürüyorlar.
'Ben Vedat Zencir,
Bugünün kanlı dünyasının acı veren açıklamasıyla, Paleolitik toplumlara yaptıkları cehaletin, sefaletin, açlığın ve kanlı yaşamın hakim olduğu bir yaşam suçlamaları yanlıştır.
Toplayıcı-avcılar besinlerini doğrudan doğadan ilişkide bulundukları hayvanlardan ya da bitki kökü, meyve vs. den elde etmektedirler. Ve tarım gibi beslenmek için hem çevresel etkilere hem de diğer insanlara muhtaç olduğun bir işlemi gerçekleştirmeyip, sürekli olarak kamp alanlarını değiştirirler, ancak bu kıtlıktan değil, doğanın sunduğu zengin ikramdan yararlanmak amaçlıdır. Afrika’da yaşayan! Kung’lardan birinin Richard Lee’ye “Dünyada bu kadar çok mongongo fıstığı varken neden toprağı ekelim! ” demesi bunun güzel bir örneğidir. Yine Richard Lee’nin aktardığı üzere, “! Kungların çalışma süreleri konusundaki ölçümleri yaparken, Kalahari Çölünün o bölgesinde üç yıldır şiddetli kuraklık hüküm sürüyordu ve zaman kurak mevsimdi. Komşu Botswana’da, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan nüfusu 500bin dolayındaki Bantuların üçte birinden çoğu o kadar zor durumdaydı ki, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı onları açlıktan kurtarmak için bir yardım kampanyası başlatmak zorunda kalmıştı. Bu arada! Kunglar ise, çok az çaba harcayarak, toprağın doğal ürünleriyle sağlıklarını çok iyi koruyabiliyorlardı.
Tarım, yani yiyeceğin üretilmesi; doğadan kopuşu, toprağın kontrolü ve yabancılaşmanın şekilleşmiş halidir. Yiyecek üretimi insana bir külfet getirmiştir. Günümüzde hala varlıklarını sürdüren birkaç toplayıcı-avcı grup, tarımın henüz ele geçiremediği Inuit’in karlı bölgeleri ya da Avustralya Aborjinlerinin yaşadığı çöller gibi, dünyanın ekonomik açıdan en az ilgi çeken bölgelerinde yaşamaktadır. Çiftçilik gibi tatsız bir işi reddeden Tanzanya’daki Hazdalar, Filipinlerdeki Tassadaylar, Botswana’daki! Kunglar ya da – Richard Lee’ye göre, yanı başındaki çiftçiler açlıktan kırılırken, birkaç yıllık kuraklığı kolayca atlatan – Kalahari Çölündeki! Kung Sanları zamanlarının çoğunu, oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçirecek kadar boş zaman sahiptir. Tarım toplumlarında ise, sürekli, monoton, ağır bir çalışma vardır. Uygar toplumlarda çalışmaya tapınası bir değer olarak bakılmaktadır. Tıpkı, dinsel bir ritüel gibi insanlar günde 8 saat bu ibadeti gerçekleştirmekteler. Yaşamsal olarak gerekli ve gereksiz tüm ihtiyaçlarını –genelde kendileri üretmezler-, bir şeyler üreterek elde ettikleri gelirle sağlarlar. Bugün çalışan bir işçi 1 saatte ürettiği malı, 200 yıl önce 8 saatte üretmekteydi. Tarımla başlayan üretici çalışma, son sürat devam etmekte.
Post-modern endüstriyel uygarlığın içerisinde yetişmişler için acı gerçek, ilişkilerimizin büyük çoğunluğu tek kelimeyle mahvolmuştur. Tarihte kendimiz ve vahşi ilişkilerimiz (çevre) arasındaki saygılı samimiyeti deneyimlememizin bir norm olduğu bir noktaya gelmiş bulunmaktayız. Daha sonra, her gün bizi çevreleyen insanlar ve kendimiz arasındaki saygılı samimiyeti deneyimlediğimiz bir noktaya ulaştık. Ve şaşırtıcı olmayarak, bizler en derin kendimizle dürüst bir samimiyeti de deneyimleriz. “Varoluşsal krizin –anlamsız bir evrende eninde sonunda yalnız kalacağımız hissi- “insanlık halinin” tek kelimeyle esas bir görünüşü olduğu düşünülür. Hem boş bir “insanlık hali” hem de yaşamlarımızı tahakküm altına alan kişisel olmayan bir çok güce karşılık, bizler zorlayıcı bir şekilde yüz yüze olduğumuz gerçeklikten kurtulmanın yollarını ararız. Kaçışlarımız, tam gelişmiş alkol ve ilaç kullanımından Amerika’da her gece TV’nin karşısında ortalama 5 saat geçirmemize doğru çeşitli bağımlı davranış biçimlerinden gelir. Tüm bu oranlar, gerçek yaşamın an be an akıp gittiğini ve tek kelimeyle bizim orada olmadığımızı gösterir.
Bu bozuk ilişkilerin iyileştirilmesi sürecine nasıl başlayacağız? Cevap tahakkümcü bir toplumda yetişmiş ve koşullandırılmış çoğumuz için derin olarak zor olsa da gene de basittir. Cevap—bana kalırsa—“susup dinlemeyi” öğrenmemizdir. Daha diplomatik bir şekilde koyarsak, bizler saygılı sessizliğin ve sayısız yüzyıllık geçmişteki ilkel atalarımızın adilce bir karakteristikleri olan yargısız dikkat becerilerini yeniden öğrenmek zorundayız. Tahakkümcü bir toplumda, diğerleri üzerinde iktidarı elde etmek için işleyen kural; “Ben konuşurum, sen dinle”dir. Her birimiz bu kuralı içselleştiğinden, bizler ister bunlar beyinlerimizin içerisindeki gevezelik sesleri olsun isterse de ağızlarımızdan çıkan gevezelik sesleri olsun, daha çok kendi seslerimiz duyarız—çoğu kez tartışma, yargı ve rasyonelleştirme sesleri—. Bu, kendi en sinsi biçimiyle —kendimizin bir parçası yapmaya koşullandırıldığımız avukat ve hakim- “sembolik düşüncedir”. Bizler sonra duyulmak için çırpınan diğer insan sesleri ve kendi sesimiz arasındaki mücadeleye takılırız—ve her hangi bir münakaşada tartıştığımız takılan insanlar gibi, bizler sesleri tartışmanın dışında yalnız bırakır. Sık sık sonra, mücadele bizim için çok fazla olmaya başladığında, veya kendi yolumuza gitmediğinde, tek kelimeyle konudan ve tartıştığımız o insandan kaçınmaya başlarız—ilişkiyi keseriz. Kaç kez birbirimizin sözümüzü kestiğimizi anladığımız sohbetlerde bulunduk? Veya dışarıya karşı sessiz olsak bile, genellikle içeride ne cevap vereceğimiz hakkında ya “doğru olup olmadığını öğrenmeye çalışırken” ya da üzerinde düşünürken söylenmiş olanı yargılamaya odaklanırız. Kaçımız neredeyse herkesin yaralı ve yanlış anladığını hissettiği iktidar mücadeleleri içerisinde parçalanmış olan ilişkileri deneyimledi?
Bu aynı dinamikler (şaşırtıcı olmayan bir şekilde) sonra insan alanının dışındaki ilişkileri sarar. Kaç kez ormana uzun bir yürüyüşe çıktık ve kendimizi tamamen çevremizdekileri görmeden veya duymadan düşüncelere dalarken bulduk? Bu düşünceler çoğu kez yaşamlarımızda bazı politik dram veya anlaşmazlıklar (hem kişisel hem de kişisel olmayan) ile ilgilidirler, veya hem çevremizdeki dünya hakkındaki hükümlerden hem de bu hükümlerin rasyonelleştirilmesinden oluşturulmuştur. Bazen, hemen hemen TV izlerken olduğu kadar etkili bir gerçeklikten (ilişkiler) kurtulmamıza imkan veren fantezilerden oluşturulmuştur. Dinamik kendi vücutlarımızla nasıl iyi ilişki kurduğumuza bile hakimdir—durum ileri gidene kadar yorulmuş, susamış veya gergin olmaktan kaçınamadığımız düşüncelerimiz tarafından kaç kez sürüklenmiş bulunuyoruz?
Daha iyi bir dünya için mücadelemizde, toplumsal ekolojistler, ne tür bir dünya için mücadele ettiğimiz hakkında diğer radikal düşünce akımlarıyla eleştirel bir diyaloğa sıklıkla girmişlerdir. Bu tür diyaloglar, özgürleşmiş bir gelecekte insanların birbirleriyle ve doğal dünyayla maddi ilişkilerini nasıl örgütleyecekleri sorusunu sıklıkla gündeme getirir. Ekolojik bir toplumda ekonomi neye benzeyecektir? Özgür topluluklar geçimlerini nasıl düzenleyeceklerdir?
Bu gibi soruların incelenmesi, önemli diyalektik felsefi becerilerin kullanılmasını gerektirir: spekülatif düşünme kapasitesi. Kapitalizmin ve devletin ötesinde bir gelecek tasarlamak demek, çevremizdeki geçmiş dünyayı düşünmek ve kendimizi farklı bir dünya içerisine, çok farklı bir şekilde örgütlenmiş bir dünya içerisine, bugün çarpıtılmış bir biçimde çevremizde gördüğümüz toplumsal ve ekolojik potansiyellerin bazılarını geliştirmiş bir dünya içerisine yerleştirmek demektir. Bu, dünyayı yalnızca olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi görmeye çalışmak demektir.
Toplumsal ekolojistler yıllardır belediyeleşmiş bir ekonomi ve ahlaki bir ekonomiye yönelik somut öneriler getirdiler. Bu öneriler, Bookchin'in 'insanlığın doğayla ekolojik meditasyonu olarak üretken sürecin tekrar ele geçirilmesi' dediği şeye yönelmektedirler. Pratiğe yönelik bütün bu önerilerde ortak olan şey, piyasalar veya sınıflar veya bürokrasi olmaksızın, karmaşık ekonomilerin -eşitlikçi ve katılımcı çizgilerde- nasıl farklı bir şekilde işletilebileceğinin altında yatan kavrayışdır. Toplumsal ekolojistler, özgür bir toplumun ekonomik mekanizmalarının, ister üretim, ister bölüşüm, isterse yeniden üretim amacıyla olsun, dört temel özelliğe sahip olması gerektiğini söyler: bunlar bilinçli, saydam, değiştirilebilir ve bütünleşmiş olmalıdırlar.
Küresel ısınma ve iklim değişikliği nedeniyle yeryüzündeki yaşam büyük tehdit altında. Fakat Türkiye yakın zamana kadar bu konuya mesafeli yaklaşıyor, politikacılar dahil pek çok kişi uyarılara kulak asmıyordu. Ancak eski ABD Başkan Yardımcısı Al Gore'un ses getiren çabaları, Açık Radyo'dan Ömer Madra ve Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu gibi duyarlı isimlerin uyarıları sayesinde yavaş yavaş Türkiye de çevreye kafa yormaya başladı. Prof. Dr. Cemal Saydam gibi 'küresel ısınma olmayacak' diyenler bile nihayetinde ısınmanın vahim sonuçlarına çözüm aramakla meşguller. İşte bu dört isimden konuyla ilgili güncel yorumlar...
'Çağın en büyük tehlikesi inkarcılığa karşı çizgi roman yayımlıyoruz'
Bu yüzyılın en kuvvetli ideolojisi ne komünizm ne kapitalizm ne de dinlerdir. En kuvvetli ideoloji büyüme ve hızlı tüketme meselesidir. Bunu da inkâr ediyoruz. Halbuki biz sürekli kendi hesabımızdan para çekip kaynaklarımızın arttığını sanıyoruz' sanıyoruz diyor Açık Radyo'nun başındaki isim Ömer Madra. Oysa, kaynakları gittikçe azalan ve küresel ısınmanın etkisiyle mutlak bir felakete sürüklenen dünyamızı kurtarmak için son 10 bile değil, son beş sene!
Bu başlık altında, devlet tarafından suçsuz yere tutsak edilen ALF, ELF ve SHAC eylemcilerinin bilgileri ve yazışma adresleri yayınlanmaktadır.
Hayvan Özgürlüğü mücadelesinde, katillere karşı yaşam hakkı savaşı veren bu güzel dostlarımızla dayanışmak ve onların yanında olduğumuzu bildirmek için sadece bir kart atmanız bile kendilerini mutlu ve güvende hissetmeleri için yeterli olacaktır! ..
Mücadelemiz Paylaştıkça Güçlenecektir!
Otorite nedir? Fiziki ve toplumsal dünyadaki fenomenin gerekli bağlantı ve silsilesinde kendilerini ifade eden doğal yasaların kaçınılmaz gücü müdür? Aslında, bu yasalara karşı ayaklanmak yalnızca yasak değildir -hatta imkansızdır. Onları yanlış anlayabiliriz veya hiç bilmeyebiliriz, ancak onlara uymamazlık edemeyiz; çünkü onlar bizim varoluşumuzun temelini ve asli koşullarını meydana getirirler; bizleri çepeçevre kuşatırlar, içimize işlerler, tüm hareketlerimizi, düşüncelerimizi ve eylemlerimizi düzenlerler; onlara itaat etmediğimizi düşündüğümüzde bile, ancak onların sınırsız güçlerini göstermiş oluruz.
Evet, bizler kesinlikle bu yasaların köleleriyiz. Ancak bu kölelikte küçük düşürülmek yoktur, daha doğrusu bu kölelik değildir. Çünkü kölelik dışsal bir efendi, komuta ettiğinin dışında olan bir yasa koyucuyu gerektirirken, bu yasalar bizim dışımızda değildirler; bunlar bizim doğamızda bulunurlar; bizim varlığımızı, fiziksel, entelektüel, ve ahlaki açılardan tüm varlığımızı meydana getirirler; bizler yalnızca bu yasalar sayesinde yaşar, nefes alır, düşünür, arzularız. Bunlar olmadan biz bir hiçiz, yokuzdur. Öyleyse onlara isyan etme gücünü ve arzusunu nereden alıyoruz?
İnsanın doğal yasalarla olan ilişkisinde tek bir hürriyet insan için olasıdır -insanlığın kolektif ve bireysel kurtuluşu amacına uygun bir şekilde bunların farkına varılması ve giderek genişleyen bir ölçekte uygulanması. Bu yasalar bir kere kabullenildiklerinde, insan kitlesi tarafından asla tartışma konusu edilemeyecek bir otorite icra ederler. Örneğin, bir kimsenin iki kere iki dört eder yasasına isyan etmesi için ya tamamen bir aptal veya bir teolog veya en azından metafizikçi, hukukçu veya burjuva iktisatçısı olması gerekir. Bir kimsenin ateşin yakmayacağını veya suyun boğmayacağını tasavvur etmesi için itikata sahip olması gerekir -aslında başka bir doğal yasaya bağlanmakla elde edilen bir takım hilelere yönelmesi haricinde. Ancak bu isyanlar, veya imkansız bir isyana yönelik bu aptalca girişimler veya hayaller kesinlikle birer istisnadırlar: çünkü, genelde insan kitlesinin günlük yaşantısında sağduyunun yönetimini -yani, genel olarak kabul edilen genel yasaların toplamını- neredeyse tamamen kayıtsız şartsız kabul ettiği söylenebilir.
Dünyamızı tehdit eden küresel ısınmanın temel nedeni olan ve fosil yakıtlar olarak tarif edilen kömür, petrol ve doğalgazın dünyamıza verdiği korkunç boyuttaki zararlardan biraz bahsedeceğim. Bilindiği gibi insanlık özellikle son 150 yıldır yoğun olarak bu fosil yakıtları tüketmekte ve bunun sonucu olarak dünyamız yaşanabilir bir yer olmaktan hızla çıkmaktadır. Fosil yakıtların sağladığı avantajlar yanında verdiği zararlar saymakla bitecek gibi değildir. Örneğin kömürün kalorifer kazanında veya sobalarımızda yandığı zaman atmosfere saldığı zehirli gazlardan bahsetmeden önce, kömür madenlerinden, buralarda grizu patlamaları sonucu hayatını kaybeden yüzlerce madenciden, kömürün çıkartılması, saklanması, taşınması ve nihayet yakılması sonucu çevreye verilen zararları incelememiz gerekir.
Kömüre benzer şekilde petrol kuyulanndaki yangınlar, özellikle petrolün büyük tankerlerle deniz yoluyla taşınması sırasında meydana gelen kazalar sonucu denizlere saçılan ve doğal hayata geri dönülemez zararlar veren tanker facialanrının maddi boyutu maalesef tahminlerin çok üzerindedir. Birçokları tarafından adeta çevre dostu yakıt olarak takdim edilen doğalgaz ise hiç de sanıldığı gibi sütten çıkma ak kaşık değildir. Doğalgazın çevreye verdiği zararlar kömür ve petrole göre nispeten daha az da olsa, küresel ısınmaya neden olan gazların başında gelen karbondioksit ve asit yağmurlarına neden olan azot oksider, doğalgaz yakıldığında da yine bol miktarda atmosfere atılmaktadır.
Fosil yakıtların çevreye verdiği tüm bu zararlar, sosyal maliyet olarak kabul edilmekte olup, bunların insanlar, bitki örtüsü, hayvanlar, hatta binalar üzerindeki olumsuz etkileri tek tek hesaplanmaktadır. Sosyal maliyet konusu üzerinde yapılan ciddi çalışmalar fosil yakıtların çevreye verdiği zararın yılda yaklaşık 5 trilyon dolar (5 bin milyar dolar) olduğunu ortaya çıkarmıştır. Yani Türkiye bütçesinin neredeyse 125 katı.
Küresel ısınma ile mücadele etmek amacıyla New York, Londra, Johannesburg, Rio de Janerio, Şangay, Tokyo, Sidney ve Hamburg’da düzenlenecek olan Live Earth’ün bir ayağı da İstanbul’da olacak.
--
Organizatörler, dünyaca ünlü şarkıcı ve grupların sahne alacağı “Live Earth” konserler dizisi çerçevesinde çevreye asgari düzeyde zarar verilmesinin sağlanması için (konser alanında satılan yiyeceklerin ambalajlarının geri dönüşümlü olması, su ve enerji kullanımı, ulaşım v.b.) Yeşil Organizasyon Standartları adını verdikleri önlem maddelerinin uygulanmasına çok dikkat ediyor. Ayrıntılı bilgi için;
İlgili tartışma konusu; fazlaca derin düşünemeyen bazı akademisyenlerin ağırlarına gitmiş olacak ki;
EKOSES sitesinde tartışma bölümünde yayınlanan bazı makaleler sonrasında, çeşitli akademisyenlerden elektronik postalar aldım. Akademisyenlik, düşündüğünü yazıya dökebilme ve sonrasında yayınlatabilme becerisi ve mücadelesini gerektirir. EKOSES yönetiminin, bu açıdan, suya yazı yazma hat sanatının sevimli simalarından olan bir kesim akademisyenlerimizin de hislerine tercüman olacağına inancım tamdır.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!