Yerebatan Camii, Cemaaat Cuma Namazından çıkarken, camide medfun bulunan Sahabe-i Kiram Hazeratı, hayalen, kabirleri başında, inci yüzlü ve inci işli kaftan ve tac ile ayakta cemaate nazar etmekte, ben günahkar geda kalabalığın arasından sıyrılarak caminin arka kapısından çıkıp, elektronikçiler çarşısına doğru yürüdüm. Çarşıda yanıp sönen binlerce led lambanın ışıltısı bile o incili kaftan ve taçlar yanında sönük kalıyordu. Çarşıdan çıkıp rıhtıma doğru yürüdüğümde; Bayezid sırtlarından dönmekte olan güneşin limanı esir aldığını gördüm. Gözlerimi alan güneşi soluma alarak köprüye doğru yöneldim.
Galata köprüsünde onlarca olta denize salınmış, nasibini aramakta. Sarı kanat, kefal, izmarit, istavrit; az çok su dolu kovalarda boy göstermekte. Parıldayan ve yansıyan güneşin tesiri ile gözlerim kısık İstanbul’un silüetini seyre daldım. Bu güzel havada boğazın maviliği gizemli bir laciverde doğru dönmüş, çepeçevre buğulu bir mavilik istanbul’u daha da büyülü kılmış. Karşıya geçince yeni cami önünde, kestane simit tezgahları oturan ve fotoğraflar çeken insanlar ve vapur sirenleri eşliğinde Galata günün ışıkları içinde kalmış, halk yeni caminin gölgesi altında ürpertili bir neşeyle gülümsemekte…Dedim ki; İstanbul bu güzelliği ile sevgililerini karşılamakta.....
Mısır çarşısına gitmek üzere Yeni Camiyi dolanarak yürümeye başladım. Aslında çiçekçilere uğrayıp geçecekken ayaklarım beni bilinçsiz bir şekilde mısır çarşısının içine götürdü. Kak ve baharat kokularının sarhoşluğu herşeyi unutturmuş olacak ki; hiçbirşeye dikkat etmeden geçtim boydan boya çarşıyı. Çarşının Sirkeci yönüne çıkan kapısı önünde, bir sigara yakarak ve gayri ihtiyari vitrinlere bakarak yürüdüm. Postane binasının önünden geçip, köşedeki son vitrinde sigaramı söndürdükten sonra, sağa dönüp, Bab-ı Ali yokuşuna tırmanmak üzere, derin bir nefes aldım.
Çekip gidemezsin bazen
Nereye gittiğini bilmeden
Dolaşırsın sokaklar arasında
Tanıdık birine rastlarsın belki
İlk aşkınla karşılaşırsın
Kaderin seni getirdiği durakta
Öyle bir tezgahı var ki Yahudinin
Tezgah değil pandoranın kutusu
Tek hedefi sensin ey Müslüman
Rönesansta yemin ettiler
Son damlasına kadar İslam kanı içmeye
Makyevelist bir ivmeyle kalkıp ayağa
Firavun rabbiniz benim dedi
Kabul edenler için otoriteydi
Dedi rızkınızı veren benim
Soğan sarımsak ekmek
Ve yaban turbunu kastederek
Bir ömür İçi boş piramitlerde
Allahın ipine sımsıkı sarılırsa bir millet
Yılmaz yıkılmaz parçalanmaz
Damarlarına zerk edildi mi politik illet
Dağılır paramparça olur uhuvvet
Binlikten değil birlikten doğar kuvvet
Bükülmez bilekler yıkılmaz ocaklar
-Satılık Burjuva Kapadokyası-
Sizin beş on milyonluk katlarınız var mı
Bir o kadar yatlarınız
Milyon dolarlık araçlarınız
Birbuçuk memur maaşı mı aidatınız
Hiç zor nedir bilmedim
Hep imkansızı denedim
O ondört kişilik masada
Yırtık ayakkabılı Musa’ydım
Seni tanrı misafiri belledim
Sana Firavun ol diye el vermedim…..
Kimine hüzün saçar sonbahar
Kimine altın gümüş yapraklar
Kimi benzi sararmış yaprak
Kimi dalından koptu kopacak
Yeşil umutlar bağlı bahar dalları
Söz müdür bu iğne iğne
Sokuşturduğun can tenine
Konuşacak onurun yok ise
Sığın susmanın haysiyetine
Söz söyleyeceksen doğrudan söyle
Duru bir gecedir gözlerin
Yıldızlar dökülür gülüşlerinden
İnci bir kadehtir ağzın
Aşk dökülür dudaklarından
Sn.Özcan,
İki cümle herşeyi anlatabiliyor. Bileğinize sağlık :)
Salim Kanat
Çorum
Bay, 43
23.4.2006 20:12
Antolojinin atlanmadan mutlaka okunması gereken şairiyle karşıkarşıyayım dedim birkaç şiirini okuyunca sn Özcan'ın. Kendine has üslûbu, zevkli dili yanında mısralarına hem duygularını hem de bir büyük davayı sığdırabilen na ...