Saçlarımın rüzgarda dağılışı yalnızlığımdı. Çünkü bir daha toplayamamacasına karanlığa kaptırdım siyah saçlarımı. Gündüz seni düşünürken saçlarımı yoldum. Gece yolduğum saçlarımı karanlığa kaptırdım. Ne yıldız düşürdün saçlarıma ne de gözlerimde mehtap ışıltısı verdin. Sen sadece kendini sevdin. Seni düşündükçe bir iskele kadar yalnız kaldım. Hiç beyaz yelkenli gemiler hayal ettirmedin bana. Yaktın beynimdeki İstanbulu. Ne fethedeceğim bir şehir bıraktın bana ne de karadan yüretebileceğim gemiler... Sen beni Bizans surları gibi delik deşik ettin. Yıktın tüm sağlam duruşlarımı. Mahvettin aşk halicimi. Tüm zincirler aşkının top atışları karşısında darma duman oldu ya da hiçbir işe yaramadı. Şimdi sen kazandığın aşk zaferiyle mesutsun. Ben ise gururum ile sevgim arasındayım. Ben şimdi tıpkı İstanbul gibi iki şehrim. Ya seni Kadıköy iskelesinde sevdim ya da kendimi Galata Kulesinden ayrılığın taştan kollarına attım. Ne zaman yüreğimin kapılarını sana açtıysam, beni yüreğimden kapı dışarı ettin. Gururumdan yüreğime seslenemedim. Çünkü içerdeki sen çoktan tahtını kurmuştun ve bana boyun eğdirmek için beklemekteydin. Nasıl siyah karanlığı severse, ben de kara gözlerini öyle sevdim. Ardından bir daha kendimi bulamadım. Siyah gözlerinin içinde kayboldum. Sonra İstanbul oldu gözlerin. Gözlerinin caddelerinde adresimi yitirdim. Gözlerin tıpkı İstanbul gibi aşk tabutu olmuştu. Gözlerinde ölmüştüm ve gözlerinde gömülmüştüm. Önce bir kişilik polistin. Sonra iki, üç, dört, beş kişilik polistin. Ellerime beş kere kelepçe vurdun. O da yetmedi bir karakol oldun. Beni orada yüreğimden vurdun. İşte tarihe geçen en büyük karakol işkencesi buydu. Sen beni başkalarıyla acıttın ve incittin. Sen aramıza hep başkalarını bir bıçak gibi soktun. Keskin tarafı bana dönüktü. Bu yüzden yaralanan hep ben oldum. Sen sevmeyi bilmedin, bu yüzden görüş ayrılığına düştük. Bir aşkta fikir ayrılığı şakağa dayanan bir silahtır. Silahın namlusu en çok düşüncesiz olandadır. Beni bir türlü anlamadın. Şakağımdan vurdun. Düşünce tarihine bir kara leke gibi düştü kanım. Ben aşkımı düşüncesi yarım ekmek kadar olan, yüreği çeyrek helva olan bir sevgiliye kaptırdım. Bir türlü bir masaya kurulup tam tadında bir aşk yaşayamadım.
Bir İngiliz'in tüm sevgilerini ve yaratılarını İngilizce ifade ettikten sonra, Türkçe küfretmesi gibidir milletimin yaşantısı. Bir millet küfrederken, söverken değil, severken millet olmalıdır. Millet olarak sevgiyi ve saygıyı yitirdiğimize göre, geride küfürden bir milliyetçilik kalmaktadır. Küfürle de sataşmayla da milliyetçilik olmaz, anca faşizm olur. Millet olarak, kelimelerin solunu da seçsek, sağını da seçsek, edeplisini de seçsek, cümle kurarken kelimeleri kurşuna dizmek istercesine yan yana getiririz. Böyle olunca da, ne zaman kişiler olarak yan yana gelsek, hemen bir çatışmaya gireriz. Edepli kelimeler edepsizleşir. Namus, tacizle, tecavüzle yan yana konulur. Ve sonrasında kelimeler kurşun gibi havada uçuşur. Tüm kelimelerin gerçek anlamları ölür. Geride hortlayan yan anlamlar kalır. Millet olarak, Türkçemizi tükürükleştirmekteyiz. Birbirimizin suratına tükürür gibi kelimeler savurmaktayız. Biz millet olarak Türkçeyi küfürleştirmekteyiz. Rujlu dudaklardan mal, salak, manyak kelimeleri çıkmakta. Sosyalistim diyen dudaklardan, ağzını yamulturum lan ifadeleri çıkmakta. Türkçenin adı değişecek bu gidişle. Türklan olur dilimiz. Benimle Türklan konuş lan demeye başlarız. Ben sosyalistim lan ibne! Ben muhafazakarım zevzek! Ben dindarım ulan kitapsız! Ben Türk'üm ey durzi! Ben Kürt'üm piç! Artık kendimizi böyle ifade etmeye başlarız. Örneğin dünya hakkında ne düşünmektesin sorduğumuzda: Orasına burasına koyduğumun dünyası deriz. Arkadaşın nasıl birisi diye sorduğumda ise: O tam bir orospu çocuğu cevabını veririz. Bu şekilde anlaşıp gideriz. En çok argo kullanan, en çok küfür eden mahallenin muhtarı olur. Minareden ezandan sonra namaza gelin ey cenabetler diye anons edilir. Selalardan sonra geberip gitti, zaten köpeklerle yatar kalkardı, it oğlu itti, denir. Millet olarak birbirimizi ana avrat söveriz. Ey güzel Türkçem, sen sevgi dili, saygı dili olmadıkça, bu millet faşist kalacaktır. Bu millet özür dilerim, nasılsın, bir sorunun mu var, günaydın, merhaba demedikçe Türkçeye ihanet etmeye devam edecektir. İhanet bir düşüncedir. İnsan ise, kelimelerle düşünür. Kelimeleri pis, iğrenç, arsız olanların dünya görüşleri de aynıdır. Küfürden ve sataşmadan ibaret kılınan bir düşünce dünyası, kültür bazında dünyaya ne verebilir. Düşünce olarak dünyanın niçin gerisindeyiz diyenler, millet olarak küfürbaz olduğumuzu görememekteler harhalde. Artık sanatımız da bu gidişe ayak uydurmakta. Sinemada ve tiyatroda belden aşağı ve oldukça şapşalca espriler seyircileri güldürmekte. Örneğin bir şovmen, hoşgeldiniz geri zekalılar dediğinde bunun çok zekice bir espri olduğunu düşünen seyirci gülmekte. Gülmezse anlamayan konumuna düşecek. Böyle olmaktansa çakma zekiler gibi anlamış görünmek daha iyidir diyerek gülmekte. Toplu gülüşmeler faşizandır. Tüm komedilerde faşizanlık vardır. Yetkili biri biriyle alay eder, tüm personel güler. Bir şovmen ya da oyuncu bir trajediye dikkat çekmek ister, insanlar güler. Şu an Türkçe trajikomik bir durumdadır ve millet olarak gülmeye devam etmekteyiz. Biz millet olarak, Türkçeyi linç etmekteyiz.
Korkuyla ördüğün duvarları cesaretinle parlatacaksın.
Dikenle sarılı bedenini kanatmaktan korkmayacaksın!
Her kan damlasından ölüme ve hayata sarılacaksın!
Ölümden sonra yaşamak adına tanıklar arayacaksın.
Koskoca bir otobüsün önüne atlar gibi yaşayacaksın.
Bir sarhoş otobüste yalnızken yanına oturdum. Dedi yanımda kimse oturmazken sarhoş olduğum için sen nasıl oturdun. Dedim beni döversen birisi kurtarır elbet. Dedi tüm insanlar dörde çeyrek vardır; ben ise üç buçuğum. Dört olan sadece peygamberimizdir. Şaşırdım o an sözleriyle. Dedim kendi kendime bir abdestliden duymadım böyle söz acaba niye? Bir söz vardır eski bir gramofondan çıkar gibi gönlü hoş eder. Sarhoşun sesi ruhumda esrik bir tat bırakırken, tüm otobüstekilerin suskunluğu kulaklarımı tırmaladı. Ruhum bakışlarımdan onun gözlerine aktı. O an düşündüm ince ince. Kimseyi incitmemek üzere. Bize yazar Amerika'dan gelir. Adı Elif Şafak'tır. Aşk diye bir roman yazar. Bize Amerika'dan gelip ilahi aşkı anlatır. Çok şükür o olmasa, bilemeyiz Allah'ı sevmeyi. Zaten Yunus Emre kim, Ahmet Yesevi kim? Bize seni gerek seni ey Elif Şafak. Bize dini kanaat önderi olarak henüz Amerika'dan kimse gelmemekte. Türk milleti olarak şu an İslam'ı nasıl yaşamamız gerektiği konusunda bu nedenle muzdaribiz. Bir sarhoştan dinleyecek değiliz ya Müslümanlığı. Elbet Amerikan yardımımıza koşacak birisi vardır. Ey Amerika sen nelere kadirsin. Hem Amerika'dan sadece füze kalkanı gelecek değil ya. Bakarsın bir de dini kanaat önderi gönderiverirler. O zaman elhamdülillah deriz. Çünkü biz çok nankör bir milletiz. Amerika'dan gelmezse dini kanaat önderimiz, maazallah dinden bile çıkabiliriz. Sanatımız ithal, kurbanımız ithal, sevgilimiz ithal ey Türk mal gibi ortada kal. Sana ne lazım dinini kendi özünden öğrenmek. Aklın kesmez duanın nasıl yapılması gerektiğini. Bekle ey Türk, dua kitabından da Amerika'dan gelir. O kitap gelinceye kadar, bir kitapsız olarak yaşayıp dur. Çünkü senin kutsal kitabın, bir sigortadır evinin duvarında, depreme karşı. Ey Türk, bırak evini şimdi. Yurdun fay hattındadır. Duan esirken Amerika'ya, vatanın deprem riski altındadır. Seccaden Amerika'dan büyük değilse eğer, kıldığın namaz ettiğin dua, Amerika'nın oyuncağıdır.
Saçlarını salarken gecenin siyah boşluğuna
Teninden boşalır içinde biriktirdiğin acılar
Suların akıp durur uçurumların ince sızısına
Yıldızlar dolar karanlığa düşersin yalnızlığa
İçine hapsolduğun çekirdek asla yeşermez
Sağanak halindeki yağmurlar gibi bırakmaktasın beni. Kanımı akıtmaktasın sokaklara ve ızgaralara. Silip süpürmektesin sana olan çığlıklarımı. Bağırmaktayım bağırmaktayım ağlamaktayım. Sonra bir şemsiye gibi kenarda bırakılmaktayım. Yapayalnız ve ıpıslak bir köşeye atmaktasın beni. Mahvetmektesin beni. Ey sevgili bir bilsen kadehinde şarap, masanda gül, gecende mum ışığı olurum. Sen aşk şarkıları söylersin muhabbetle şevkle. Ardından eteklerini toplarsın, saçlarını tarayıp gidersin. Beni dağınık bir masa gibi bırakırsın ulu orta yerde. Ey sevgili güllerim sokaklara atılır, kadehlerim kırılır, mumlarım söner; ama sana olan aşkım hiç sönmez. Boş masa ve sandalyeler kadar yalnızım. Gel bu masa cilalansın ve yine yanında dört köşe olsun. Gel sevgili bu masa yanında yine kurulsun ve mutlu olsun. Ey sevgili mutsuzum. Sarmaşıklarla kuşatılmış, her yanı asalak bitkilerle kapatılmış bir ağaç gibiyim. Gövdem yüreğim kadar kayıp. Bilsem ki gövdeme bir yıldırım gibi düşeceksin, tüm bedenimi açarım sana. Ey sevgili yık beni yak beni derim. Yeter ki kaybolmuşluğumdan kurtar beni. Dal budak halinde kendimi yaşat bana. Ondan sonra ne yaparsan yap bana. Bir yıldırım gibi çarp, parçala beni. Ameliyat masasında unutulan ceset gibiyim. Cenazeme makaslar, neşterler sahip çıkarken, bir doktorun eldivenleri gibi ellerin bana sopsoğuktur. Ellerin başkalarına dokunurken, parmakların paraları sayan bir tetikçininkinden farksızdır. Ey sevgili ellerin bir başkasıyla tutuşurken beni öldürür. Ne olur ellerinle gel bu masayı kur donat. Sana ihtiyacım var her zamankinden fazla. İstemem başka eller kadehlerime ve güllerime dokunsun. Ellerindir nar çiçeği parmaklarına vazo olan. Ellerindir beni bir ince kalem şekline sokan. Bırak başka ellerdeki taze gül dallarını. Bir ağacım bak karşında. Bir yıldırım gibi düş gövdeme. Gövdeme kazırken ateşinle ismini, dumanın göklerde güvercin olsun. Haber salsın kurda kuşa. Desin ki aşk ormanında tutuşan bir ağaç var. Meyvesi kordur, tadı kavurucur bunun adı aşktır. Onun tadına varan külden kendini yeniden yaratır. Aşk en güzel yüreği yanana yakışır. Ey sevgili ellerini uzat bana. Eğer dayanabilirsen acıma. Dudaklarında ateş renginde gül açar. Ey sevgili dudaklarına yakışan bir şarkının en vurgulu yerindeyim. Seni öpen dizelerin dizlerinin dibindeyim. Ey sevgili dudaklarına yatır beni. Ey sevgili öpüşlerinle uyut beni. Dudakların sımsıcak yatak gibi beni beklesin. Kardan, kıştan üşüyerek koşayım dudaklarına. Sımsıcak gülüşlerini ört üstüme. Seni seviyorum sonra de bana. Ne olur beni bırakma. Ey sevgili hep şu şiir olsun dudaklarımda:
yıldızlar alabildiğine çoğalır gökyüzünde.
bir yaşama sevinci halinde dolarsın içime.
seni düşünürüm bütün gece neşe içinde
Biz bir apartmana taşındık. Apartmanımız kaloriferliydi artık. Eskiden bağlarımız bahçelerimiz vardı. Evimizin balkonlarında uyurduk. Gece yıldızlar parlardı. Berrak bir gökyüzü altında uykuya dalardık. Huzur içinde uyurduk. Bedenimiz çok rahattı çünkü rüyalarımız çok yumuşaktı. Bir anne kucağı sıcaklığında gecenin serin havasını emerdik. Biz cırcır böceklerinin sesiyle şarkılar söylerdik. Dünya kulağımıza rüzgarlarla suların ve yağmurların ninnisini fısıldardı. Biz öylece uyurduk. Sabah gülerek güne başlardık. Hemen bahçeye koşup oyun oynardık. Ağaçlara aşık olurduk. Doğa bize enerjisini verirdi. Biz de o enerjisiyle dallara çıkardık. Olgunlaşmış meyveleri yerdik. Mutluluğa doyardık. Hayatın kokusunu alırdık. Biz çimenlerin ıslaklığında ayaklarımızı yıkardık. Her çiy damlasıyla bir ot gibi büyürdük. Çocukluğumuzu sevinçle yaşardık. Arkadaşlığımızı gökyüzüyle, ağaçlarla, kuşlarla, yeşilliklerle yaşardık. Biz duygularımızı, düşüncelerimizi bir buğday tarlası gibi eker biçerdik. Her düşüncemizde alın teri vardı. Biz basit duygular içinde büyümezdik. Hep büyük düşünmeyi öğrenirdik.
Kışları akşama kadar kartopu oynayarak geçirirdik. Sobanın başına toplanır, kestane patlatırdık. Sobanın etrafında sıcak sıcak sohbet ederdik. Bir aile saadeti yaşardık. Herkes payına düşeni yerdi. Kimsenin gözü aç değildi. Kimse kimseden bir şeyler koparmaya çalışmazdı. Saygı ve sevgi içinde kestaneleri yerdi.
Şimdi büyüdük çok büyüdük. Artık oyuncaklarımızı bıraktık. Birbirimizin duygulararıyla oynuyoruz. Kestaneleri kesmek yerine birbirimizi bıçaklıyoruz. Bir ölüm kalım savaşı içinde yaşamaya çalışıyoruz. Biz büyük adam olduk. Artık birbirimizle boğuşuyoruz. Mutsuzluğun girdabında boğuluyoruz. Büyüdük çok büyüdük. Kocaman adamlar olduk.
Şimdi kendimizle ve dünyayla barışmaya çalışıyoruz. Ama artık söz vermekler, arkadaşlıklar, dostluklar geride kaldı. Biz güneşe sırtımızı döndük. Karanlığa bakıyoruz. Şimdi ağlamak boşuna. Çünkü büyük adam olduk.
Kimse kimseyi suçlamasın. Ağaçlara tırmanmayarak, ıslak çimenler üzerinde koşmayarak enerjimizi yitirdik. En büyük kaybımız bu oldu. Büyüdük çok büyüdük.
Ben her kış ağustos böceği olmak isterim. Ölmek için değil şarkı söylemek için bunu isterim. Hiçbir şarkıyı tamamlayamadım bugüne kadar. Hep yarısında bitti coşkularım. Ve ben dua ederken bile dilime şarkılar takıldı. Tanrı beni affetsin bu yüzden. Çünkü ben şarkılarla Tanrı'ya yalvardım. Ne zaman kar yağsa benim dilimde çam ormanlarından bir cümle oluşur. Buz tutar tüm sözcüklerim. Ama yine de sıcacık bir gülümsemeyi eksik etmem dudaklarımdan. Hemen bir şarkı tuttururum sonra çıra gibi tutuşurum. Tanrı beni affetsin yazları hep kumsal olmak isterim. Denizler beni duygulara boğar ve hep ağlarım. Bu yüzden kumsal olup güneşi içime dökerim. İşte ben hep böyle şarkılar söylerim. Nedendir bilinmez hep şarkılar dudaklarımda titrer. Gören beni üşüyor zanneder. Oysa ben bir uçurum kenarında olurum. Ve ben öylece aşka düşerim. Çam kokulu şarkılar söylerim. Yaşamak isterim ağaçların köküne tutunarak bayırlardan yukarı çıkarak. Çünkü bayırlar sırtıma benzer. Hep acıyı yük edindim bu zamana kadar. Şimdi dağların sırtında mor menekşe olmak isterim. Ormanların koynunda çam kokuları arasında hafiflemek isterim. Ben her kış ağustos böceği olmak isterim. Çünkü ben yazları içimi kime dökeyim. Her yerde kelebekler uçuşur. Benimse kolum kanadım kırılır. Çiçekler benim dünyamın yabancı cennetleridir. Oysa ben o saatlerde ateşler içinde yanarım. Bu yüzden daha çok cehenneme inanırım. Tanrı beni affetsin. Çünkü ben şarkılarla dua ederim. Ve her ne zaman şarkı söylesem arkamda saz ağlar, keman ağlar. Bense dili tutulmuş şarkıcılar gibi hep içime ağlarım. Ben yazları çiçekler içinde sahte cennetler yaşarım. Bu yüzden gerçek cennete inanırım. Ve ben Tanrı'dan gül değil, karanfil değil, ağustos böceklerinin bir orkestra gibi ritim tuttuğu bahçe isterim. Çünkü ben çimenler üstüne yatıp şarkılar söylemek isterim. Şarkılarım hep seni söyler Tanrı'm. Bu yüzden beni affet. Ben bir insana asla şarkı bestelemem. İnsan ki küçük tepeleri yarattım der, küçük bir yel esse altına eder. Hangi sabahı yaratmış ki, gün boyunca bir insana diz çökeyim. Ben sade sana şarkılar söylerim. Kavgamın türküsüsün sen Tanrım. Ben yeryüzünde, kış ortasında, tüm kapılardan kovulurum. Çünkü ben bir sanatçıyım. Şu dünyada estetik duyarlığa sahip olan kaç kişi var. Herkes sevgiden bahsediyor. Öküz de ineği sever. Ama öküz aşk şarkıları bilmez. Tanrım beni affet. Ben sana şarkılarla dua ederim. Şarkılarım bir çam ormanına benzer. Tanrı'm lütfen ormanlarımı ateşe verme. Dünyamı cehenneme çevirme. Ben her kış ağustos böceği olmak isterim. Ölmek için değil şarkı söylemek için bunu isterim. Hiçbir şarkıyı tamamlayamadım bugüne kadar. Beni affet. Tanrı'm lütfen en az bir şarkıyı bana ezberlet. Tanrı'm düştüğüm çukurlardan bir dağ yapıp çıkmamı bana öğret. Çünkü ben senin nazarında alçalmak değil, yükselmek isterim. Sana ağustos böceği gibi şarkılar söylemek isterim. Lütfen beni kapından geri çevirme.
Kalbim baharı yaşamak isterken tarifsiz
Sen damlarsın buz sarkıtlarından sevgili
Tüm gece buzsun ya da ateşsin bende
Seni anlatabilmek yürek ister ey sevgili
Bugün gezdim şehrin karanlık caddelerinde.
Düştü kayboldu gölgem kaldırım taşlarından.
Ruhumu en ıslak zemine ezerek vurdum da
Çıkmadı bir tık bir nefes asılı kaldım gecede.
Sokaklarda arabalar ateş böceği yüreğimde.
Osman DEMİRCAN Henüz tanışalı iki ay oluyor.Son derece mütevazi,alçak gönüllü,yüreğinizi onun ellerine emanet edebilirsiniz.Sizi üzmeyecektir emin olun....