yürümek gibi bir niyetimiz yoktu.. lakin bin yıl yürüsek te mecalsiz kalmayacağımız, bitmesini istemediğimiz bir yoldayız kii menzili olmasa da ne gam.. hani dersin ya boş geçelim.. yok geçmeyelim, boşlamayalım.. zira müptelayızdır ‘içimizde gülene’.. vardıkça yolun bitmeyenine.. :)
“Londra’da, Ankara’da, İstanbul’da ya da Zap Suyu’nun yanı başında, nerede olursa olsun, kadınları birbirlerine ortak eden tek bir şey vardır: Hayat. Sürmekte ve sürecek olan hayatın tartışılmaz emekçisi olmak. Evet, kadın, hayat denilen güzelim oluşumun yılmaz, vazgeçilmez savaşçısıdır. Sözümüz hayatsa, kadın hayat adına ölümden de çekinmez. Çünkü kadın doğumu bilir, yani hayatın ölüme, bereketin kısırlığa, ilerlemenin durgunluğa olan tartışılmaz üstünlüğünü bilir. Kısaca, emekçidir o. Hayatın emekçisi. Budur en büyük gücü kadının.”
Neden Sevgi Soysal? Neden Yürümek? Şiirle tanıştığı edebiyat yaşamına öyküleriyle adım atan Sevgi Soysal, Tutkulu Perçem, Tante Rosa, Yürümek, Yenişehirde Bir Öğle Vakti, Şafak, Barış Adlı Çocuk, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu ve Bakmak adlı, öykü, roman, anı ve gazete yazılarından oluşan yapıtları, hoş gelmeyen ölümüyle yarım kalan Hoş Geldin Ölüm romanı ve nice yapmak istedikleriyle, ne kadar yaşarsa yaşasın yaşama doyamayacak olan bir kadın, anne, yazar...
12 Mart darbesiyle ülkede yaşanmaya başlayan toplumsal kanserden Sevgi Soysal’ın payına sürgün ve tutukluluk düşmüş, ancak bunlar onu daha direngen kılmıştır. Bundan beş yıl sonra bu kez bedenini saran kanserle savaşa girişmiştir Sevgi Soysal. Her iki kanser karşısında da şu umudu hep taşımıştır: Tümörün ülkeyi de bedeni de teslim almasına karşı direnmek olasıdır, kanser her yana dağılmadan kökü kurutulacaktır.
12 Mart döneminden sonra kadınların örgütlediği eylemlerde kimi zaman gazeteci kimi zaman konuşmacı olarak yer almıştır. Çünkü 12 Mart, en çok kadınların canını yakmıştır ona göre. Çünkü onlar, ya ana ya sevgili ya dost ya da işkencede tacize, tecavüze uğrayanlardı. Tutuklu kaldığı günleri, sürgün sürecini anlattığı romanlarında hem içerideki hem dışarıdaki kadınların sesi olmuş, hem de dönemin tanıklığını yapmıştır. Tutuklandıktan sonra atıldığı TRT’de yaptığı Venüslü Kadınlar adlı radyo sunumlarında Türkiye’deki kadınların sorunlarını dile getiren Sevgi Soysal, dünyanın neresinde olursa olsun “hayatın gerçek emekçisi” dediği kadınların yaşamlarını, sorunlarını, kavgalarını yakından izlemiştir.
61 Anayasası’nın sağladığı esneklikle özgür yayın yapan TRT’de 60’ların sonuna doğru sansür uygulanmaya başlanır. Bu uygulama, ülkedeki genel baskı ortamının yalnızca bir parçasıdır. Yürümek romanı da bu tarihlerde yazıldığından, romanda Ada’ya yapılan askeri çıkartma ve sonrasında ileriye dönük kurgulananlar -tel örgülerle, yasaklarla artacak olan suçlar, kurulacak olan hapishane- düşünüldüğünde, yazarın 12 Mart yıkımını öngördüğünü söyleyebiliriz. 1975’te kanser tanısıyla sol memesi alınan Sevgi Soysal’ın sağlığı bir süreliğine iyiye gider. Ancak kanserin ciğerlerine yayılması ile kötüleşir. Sağaltım için gittiği Londra’da, bir yandan da kenti gezerek, yazarak, BBC’de radyo konuşmaları yaparak sımsıkı asılır yaşama. Gece boyu süren ağrılarına inat sabahın beşinde “Yeter, bütün ömrümüz uyumakla geçti.” deyip, yazı masasının başına oturan güçlü, inatçı her şeye karşın yaşamayı her gün yeniden öğrenerek, severek yaşayan bir kadın... İşte biz de bu yüzden;
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar direnişine, direngen bir kadın olan Sevgi Soysal’la Yürümek’i seçtik.
Sevgi Soysal bizlere, yolunu tıkayan tüm toplumsal önyargılar, beklentiler, yasaklara karşın kadının kendi yolunu çizebileceğini; kadının kurtuluşunun, önce bireysel yaşamını eleştirel bir bakışla yeni baştan düşünüp kurmak, sonra kadının ve insanın ortak dertlerine kulak verip, bireyselliği aşarak toplumsallaşmakta olduğunu hem yaşamıyla hem kitaplarıyla gösterdi. Kişisel sorunlara odaklı bir yaşamın kıskacında bunalmaktan toplumsallaşmaya giden bu yolu Sevgi Soysal kendi yaşamında da yürümüş ve değişimini yapıtlarında, sırasıyla Tante Rosa’nın Rosa’sı, Yürümek’in Ela’sı, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin Olcay’ı ve Şafak’ın Oya’sı tiplerinde yansıtmıştır.
Yürümek... 12 Eylül’e ortam hazırlayan günlerde, baskının, öldürümün, kıyımın, acının, şiddetin doruğuna doğru doğan bir kitap. Öyle ki basıldığı dönemde yaşamasına, yürümesine izin verilmeyip yasaklanan...
Ve şimdi 12 Martlı, 12 Eylüllü darbeler zincirinden bu yana, bugünlerde, bu kitabı okuyup inceleyebilmeye toplumsal koşulların iyileşmesi olarak bakma iyimserliğini gösterebilir miyiz? Ölümler, kıyımlar, baskılar hala sürerken...
Kapitalizmin darbelerle yok etmeye çalıştığı insani, kültürel, ahlaki değerlerin kırıntılarıyla avunduğumuz bugünlerde darbelerin yerini sözde demokrasi, yasakların yerini sözde özgürlük aldı. Çünkü sistem kendini besleyecek, gücüne güç katacak, duyarsız, amaçsız, sormayan, sorgulamayan, adalet, estetik bilinci dumura uğramış bireyler yarattı. Böyle bir toplumda sistemin sanattan, sanat eserinden korkmasına gerek kalmamıştır. Kaldı ki sistem, piyasa için meta üreten kendi sanatçısını yaratmıştır. Bu düzen karşısında insani değerlere yönlendiren sanat ve sanatçıların ise seslerini kitlelere duyurma olanakları elinden alınmaya çalışılmaktadır. Biz ise şuna inanıyoruz: ‘İnsanı, insana insanla anlatan sanatın, insanla arasına çekilen bu duvar yıkılıp atılacak ve insanın ayağa kalktığı günden bu yana akıp giden ulu ırmak gerçekçi sanatın ışığında yolunu bulacaktır.
Romanın Konusu
Kadının toplumdaki yerini, evlilik kurumunu sorgulayan, ayrıca kadın ve erkek cinselliğini sınırlayan toplumsal baskıları gösteren Yürümek romanı, iki genç insanın aynı zaman diliminde ama ayrı yerlerde yaşadıkları yetişkinliğe geçiş sancılarını ve önce kesişen, sonra ayrılan yaşamlarını anlatır.
Birbirinden uzakta büyüyen bir kadın ve bir erkek, küçük burjuva ailelerce ahlaki kalıpların katı kurallarına bağlı biçimde büyütülür. Değer yargıları, yaşam biçimleri bu kalıplara göre belirlenir. Toplumdaki sınıfsal ve ahlaki farklılıkların hoş görülmediği ve dışlandığı bu tutucu ortam içinde, cinsel kimliklerini dergiler, arkadaşlar ve yasak oyunlarla öğrenmeye çalışırlar. Küçük burjuva ahlakçılığıyla iğdiş edilen cinsel kimlikleri, korku ve merakla gelişir.
Roman, doğanın döngüsü içinde ama doğalarına yabancılaşarak büyüyen, doğal olmayan değerler, yasalarla çatışan, bu çatışma içinde kimliklerini arayan, toplumun bir parçası olmalarına karşın toplumsal çelişkilerden kaçıp kendi varoluşsal sorunlarına gizlenen, yaşamı bu sorunlardan bakarak sorgulayan küçük burjuva aydının bunalımlarını, yalnızlığını, arayışını anlatır.
OLAY DİZİNİ
Bedenlerini Tanıma Ankara’da, geleneksel yaşamın sürdüğü, eski, köy denilen Ulus, Kale, Altındağ, Samanpazarı semtlerinin yanına yeni bir Ankara kurulmaya başlanır. Çankaya’sıyla, Kavaklıdere’siyle, Yenişehir’iyle kent dışından gelen mühendis, doktor, memur ailelerinin yerleştiği, hükümetin Ankara’sıdır burası. Buraya, köylülerin bırakın gelmelerini, bulvarından geçmeleri bile yasaktır.
Romanımızın ana kişilerinden Ela, Yenişehir’de bir ilkokulda, çocukların sınıftaki atışmaları sırasında tanışır toplumun değersizleştirme yargılarıyla. Çocukların birbirlerine taktığı takma adlardan ‘’canımın içi’’ ile ‘’komşunun piçi’’ arasında Ela’nın payına ‘’canımın içi’’ düşer. Bu söz, ‘’komşunun piçi’’ denilerek yerilen başka bir kızın karşısında yüceltilmek için söylenmiştir Ela’ya. Ama alay konusu olur, okul yaşamı boyunca bu yakıştırmadan kurtulamaz. Yaşamının ilk yılları boyunca ‘’piç’’ dendiğinde ‘’canım’’, “canım” dendiğinde “piç” aklına gelir.
Ela Yenişehir’de yaşamın anlamsız sözcük oyunlarını sorgularken Tirebolu’da, başka bir ilkokul bahçesinde Memet, genelevin nasıl bir yer olduğunu bilmemesine karşın, üstün görünmek için, toprağa çizdiği dikdörtgenle arkadaşı Rıfat’a genelevi anlatır. Babasına sormaya çekindiği, sokakta duyduğu, erkek olmanın ölçüsü olarak gördüğü, imgeleriyle zihninde oluşturup bir dikdörtgene indirgediği yer, aslında Tirebolu çarşısındaki genel tuvalettir. Rıfat’ın Memet’i hayranlıkla dinlemeyip anlattıklarını sorgulaması, Memet’i öfkelendirir. Memet o hırsla kendinden zayıf gördüğü Rıfat’a çelme takıp onu çamura düşürür. Rıfat’ın burnundan akan kanlar genelevin üstüne boşalır.
Yeni Ankara’ya kaloriferli apartmanlar yapılmaya, kapıcılara, sütçülere, suculara gereksinim duyulmaya başlanır. Yenişehir’in çevresinde Deliler Tepesi adında bir gecekondu mahallesi kurulur, göçle kente gelenler buraya yerleşir. Ortaya çıkan sınıf ayrımı çocukların ilişkisine “iyi aile-kötü aile çocuğu” olarak yansır. Çocukların bilincine ekilen bu tohumlar, yeşerdiğini mahalle kavgalarıyla gösterir. Yenişehir’in erkek çocukları Deliler Tepesi’ndeki çocuklardan yedikleri dayakların nedenini kısa sürede öğrenirler: Deliler Tepeliler’in parmaklarında musluk halkaları vardır. Gecekondu çocuklarının kavgaları, babalarının yaşam kavgaları gibi sert, katı ve acımasızdır. Zorunlu eğitim süresince okula gönderilen, bunun dışında çalışmak zorunda kalan çocukların, yaşamda uğradıkları ayrımcılığa bir yanıttır parmaklarına taktıkları musluk halkaları.
Ergenliğe geçiş dönemiyle, kendilerini, bedenlerini tanımaya başlayan çocukların birbirlerine bakışları da değişir. Sokakta yakantopun, istopun, saklambacın yerini alan, örtük, adı konmamış, yeni bir oyun başlar. Duvarların üstüne kızlar erkekler ayrı ayrı kümelenip karşılıklı bakışır, gülüşür, fısıldaşırlar... Bedeni ötekiler kadar gelişmemiş olan Ela bu yeni oyundan dışlanır. Dışında kaldığı bu oyunu izlemeye başlar. Oyunun lideri olan kız, kapıcının oğlunun dövülmesini ister. Sinek, Sümüklü gibi takma adları olan bu çocuk ne de olsa “ötekiler”dendir. Ela, parmaklarına geçirdikleri musluk halkalarıyla çocuğu dövmeye hazırlananların oyunlarını bozar, çünkü ona göre bu çocuk zavallı, zayıf, bir sıkımlık canı olan biridir; dövülmesi haksızlıktır. Ela’yı harekete geçiren bu acıma duygusu, zayıfın ezilmesini ilk sorgulayışı, buna ilk karşı koyuşu, yetke karşısındaki ilk eylemidir. Yaşamının ileriki yıllarında Ela’daki bu acıma duygusu, yerini güçlü, sağlam, onu toplumsallığa götürecek yolun anahtarına bırakacaktır.
Oysa romanımızın öteki ana kişisi Memet için var olmanın anahtarı güçlü olmak, baskın olmak, korku yaymaktır. Ancak Memet kendinde geliştiremediği bu kimliği, kişiliği Nuri’nin gölgesinde bulur, yaşamı boyunca Nuri’yi yanında taşır. Mahalleden arkadaşı olan Gavurkesen Paşa’nın Nuri, çok sayıda Rum katleden bir ailenin torunudur. Memet’in ailesi onunla arkadaş olmasını istememektedir. Oyuncak tabancasını Nuri’ye kaptıran, Nuri’nin sürekli horladığı, tartakladığı Memet, yapamadıklarını, yaşayamadıklarını Nuri’nin yaşadığını, yaptığını imgeleyerek güç toplamaya çalışacaktır yaşamı boyunca. Bu durum kişiliğinin ezilmesine yol açacak ve Memet, yetkelere karşı gelemeyen biri olacaktır. Memet’e göre yaşamımızı sınırlayan kurallarla, yasaklarla uğraşmak, bunları aşmak için Nuri gibi güçlü olmak gerekir. Bu düşünceden yaşamı boyunca sıyrılamayacaktır.
Bodrum katında memur annesiyle yaşayan Şenel, Ela’yı evlerine çağırır. Ergenliğe adımını atan Şenel’in amacı, Ela’yla cinsel düşlemler yaşamaktır. Ela bunu bilmesine karşın Şenellere gitmekten kendini alıkoyamaz. Gizemli bir serüven yaşama itkisi duyumsar. Ailelerinden cinsellikle ilgili hiçbir bilgi alamayan, soruları ayıp karşılanan çocukların yavaş yavaş duyumsamaya başladıklarını anlamalarının gizli yollarından biridir cinsel oyunlar. Ela da yarı ürkek, yarı merakla bu yola girer Şenel’le. Ama ne aradığını bilmediği bu yolda düşkırıklığına uğrar. Şenel’in Ela’ya sürtünmeyle hızlanan soluklarına, kendinden geçmesine anlam veremez. Tiksinti duyar olanlardan. Varması gereken noktaya annesinin zihninden atamadığı imgesiyle ayıp saydığı yasaklar nedeniyle varamadığını düşünür. Şenel’i kıskanır. Çünkü Şenel’in annesi odada yalnız kaldıklarını bildiği halde umursamamıştır onları. Ela’nın bütün annelerin aynı olduğu, aynı yasaklarla, aynı doğrularla çocuklarını büyüttükleri savı yıkılır küçük beyninde. O güne dek duymadığı ama tüm genç kızların bildiği ‘’aybaşı olma’’ noktasına Şenel’in ulaştığını öğrenince, Ela’nın kıskançlığı kine dönüşür. Şenel’den topunu geri ister. Ama Şenel, topun kendisinin olduğunu söyleyip vermez. Ela, Şenel’in annesine yakınır. Tüm anneler gibi onun da adaletli olacağını düşünür. Ancak Şenel’in annesi, kızının yalanına ortak olur. Ela’nın kızgınlığı, kıskançlığı artar. Şenel’le annesinin arasındaki dayanışma, uğradığı haksızlık Ela’nın yaşamında karşılaştığı yeni, çıplak bir gerçektir. Ela da kendince intikamını alır. Evde, okulda, sokakta ona yüklenen sınıfsal bakışı yansıtan bir tepkiyle, ‘’Siz de kahvaltıda tereyağı yemiyorsunuz ya’’ diye bağırarak evden çıkar.
Erkek Olmak Memet, öğrencilerin dışarıyla bağlarının koparıldığı, öğrenciler üzerinde sıkı bir denetimin olduğu, yabancı dille eğitim yapan, yatılı bir okula verilir İstanbul’da. Tüm sınıf arkadaşlarının genelev deneyimini yaşadıklarını öğrenir. Onlara ‘’ben de gittim’’ diye yalan söyler. Çünkü geleneksel aile, arkadaş ve okul düzeninde özgürce yaşayamadığı, bastırmak zorunda bırakıldığı cinsel dürtülerinin etkisiyle erkek olmayı yaşanan cinsel deneyim sayısıyla koşut görmektedir. Bu nedenle ilk fırsatta geneleve gider. Yolda herkesin onu izlediğini, onunla alay ettiğini düşünür, çünkü bastırılmış cinsel dürtülerinin altında eziktir. Geneleve gitmek onun için bir sınavdır. Genelevin kapısına geldiğinde geri dönmeyi bile düşünür. Kadınlardan biri onun ilk kez geneleve geldiğini anlar. Memet, kadının sesindeki sevecenlikten etkilenir. Kadının sesini annesinin, öğretmeninin sesine benzetir. Kadını beklerken, günlük yaşamda sınıfsal konumları gereği kendinden aşağıda göreceği insanların arasında eziklik duyar. İlk cinsel deneyiminde başarısız olur. Kadın ertesi sabah gelmesini, daha geniş bir zamanda onunla ilgileneceğini söyler. Memet, hızla odadan çıkar. Sokaktan çıkacakken düşer. Tirebolu’daki okul bahçesinde Rıfat’a taktığı çelmeyi anımsar. Rıfat’ın da ona çelme takarak öcünü aldığını düşünür. Burnundan akan kanlar yerdeki su birikintisine karışır. Yıllarca erkek olmanın yolunun genelevden geçtiğine inanmış, ama bu yolda tökezlemiştir. Bunun ezikliğini de yaşamı boyunca duyacaktır.
Elalar, yaz aylarını Büyükada’da üç katlı yalılarında geçirmektedirler. Sabiha Yenge de onlarla birliktedir. Geleneksel değer yargılarının tipik bir sözcüsü, taşıyıcısı olan Sabiha Yenge, hem Ela’nın ailesine hem de komşulara sürekli karışan, öğütler veren, onları toplumca kabul görmüş genelgeçer düşüncelere göre yönlendirmeye çalışan bir kadındır. Ela da Sabiha Yenge’den payına düşeni alır. Babası, Sabiha Yenge’nin etkisiyle Ela’nın erkek arkadaşı Aleko’yla görüşmesini yasaklar. Sabiha Yenge’ye göre bir genç kızın tek amacı varsıl koca bulmak olmalıdır. Kızlar davranışlarını buna göre belirlemelidir. Yoksul Rum gençleriyle arkadaşlık etmek bir kızın değerini düşürür, oysa iyi bir evlilik, maddi temelleri güçlü bir evliliktir.
Ela, Sabiha Yenge’nin buyruklarını dinlemeyerek, Aleko’yla görüşmeyi sürdürür. Ama aralarındaki sınıfsal ve düşünsel ayrılıklar hem anlaşmazlık yaratmakta hem de Ela’yı ikileme düşürmektedir. Aleko’nun toplumun değer yargılarını hiç sorgulamadan benimsemesi Ela’yı rahatsız eder. Toplumda yerleşik yargıların ikiyüzlülüğünü ve çarpıklığını nedenleriyle birlikte anlayamasa da içlerindeki yalanı sezmektedir Ela. Öte yandan, kendisine öğretilenleri hiç düşünmeksizin bellemeyi bırakmış ve birtakım şeylerin ayırdına varmaya başlamış olmasına karşın, ailesinin ve çevresinin değer yargılarını bütün bütüne de aşmış değildir. Örneğin Aleko’nun yemek yerken ağzını şapırdattığını görünce, için için Aleko’yla, ondan gebe kalmasına yol açacak bir şeyler yapmadığına sevinir, onun gibi bir kızın yemek yemeyi öğrenememiş birisiyle yatması uygun değildir çünkü. Çocukluktan yetişkinliğe geçtiği bu dönem, Ela’nın ailesiyle de arkadaşlarıyla da düşünsel çatışmalara girerek, kendi bakışını oluşturmaya başladığı, bir konuda toplumsal yargıyı cesaretle kırıp ilerlerken, başka bir konuda, kendini bu yargıyı onaylarken yakaladığı, gelgitli ve sancılı bir dönemdir.
İlk Cinsel Deneyimler Ela’nın üniversite dönemini anlatırken ise, onun gözünden üniversite ortamını betimler yazar. Üniversite, kantinde sigara dumanları arasında boş boş zaman öldüren, cinsellikten ve eğlenmekten başka derdi olmayan, birikimsiz, meraksız, lümpen tiplerle doludur. Küçümseyerek baktıkları bu insanlardan farklı olduklarını düşünen Ela ile Bülent, kendi ilişkilerini yaşayamamaktadır çünkü Ela toplumun aşıladığı bekaret tabusunu aşamamamıştır. Ona göre insan ilişkileri sanki hep üste çıkmaya çalışılan, altta kalınırsa küçük düşülen bir çeşit savaştır. Bu savaşta Ela’nın zırhı, olduğundan başka türlü görünmeye çalışmaktır. Bunun için okumadığı ve okumayacağı bir Hegel’i kolunun altında herkesin göreceği biçimde gezdirir, kendini değiştirecek istemi göstermek yerine zayıflığını çevresindekilerin geriliğine tepeden bakarak meşrulaştırır, en basit toplumsal kurallar ve önyargılarda takılıp kalmış olmaya karşın pek çok şeyi aşmışçasına üst perdeden konuşur. Ama ne Bülent’i kandırabilir Ela, ne de kendini.
Memet de Ela gibi, yetişkin insan olmanın benzer sancılarını yaşamaktadır. Cinselliğin ayıp, günah sayıldığı, baskıcı bir toplumda yaşamanın acısı daha da ağırlaşmıştır. Karşı cinsle sağlıklı bir arkadaşlık ilişkisi içinde cinselliğini yaşaması olası değildir. Bu sırada, evli bir komşu kadın, Memet’le birlikte olma isteğini davranışlarıyla belli eder. Memet bu kadına ne ilgi duyar ne de sevgi, ama ona gider. Bir sıkışmışlık ve çözümsüzlüktür durumu. İlk deneyiminin alışverişten farksız bir cinsellik olmasına zorunlu bırakılmıştır Memet. Ela ise, toplum kurallarına boyun eğerek, ilk cinsel deneyimini yaşamak için nikah defterini imzalamayı beklemiş, Hakkı’yla evlenmiş, onların konumundaki insanlar gibi Hilton Oteli’ne balayına gitmiş, bir hafta boyunca tam bir görev duygusuyla yatmıştır Hakkı’yla. Aleko ya da Bülent’le yaşayamadığı şeyi Hakkı’yla yaşamasının nedeni aşk değil, belediye karşısında atılan bir imzadır yalnızca. Memet de Ela da insanın bedeninin ayrımına vardığı o doğal anı, bin türlü endişe, soru ve utanç içinde boğuşarak beklemiş ve sevgisizce yaşamışlardır. Kendi seçimlerini yaşayamadıkları için yaşamlarına yabancılaşmışlardır.
Memet, yatılı okul arkadaşlarıyla yatakhanede gizlice kurdukları rakı sofrasında, övünçle ve gerçeğe pek de uygun olmayan bir biçimde anlatır komşu kadınla yaşadıklarını. Önemli olan yalnızca cinselliği yaşamış olmak, yaşamayı başarmış olmak, kendini böyle kanıtlamaktır. Arkadaşlarından biri, dişi bir eşekle, o da olmuyorsa ortasından yarılmış taze ciğerle kişinin cinsel gereksinimini nasıl gidereceğini ayrıntılarıyla anlatır. Baskılanarak ahlaklı kılınmaya çalışılan gençlerin, doğal gereksinimlerini doğal olmayan, sapkın yollarla gidermeye çalışmalarının kaçınılmaz olabileceğini gösterir yazar. Memet, komşu kadını sevmese de onunla başından savmak istercesine konuşsa da onu yaşamından çıkaramaz. Çünkü ona, daha doğrusu herhangi bir kadına gereksinimi vardır. Bundan rahatsız olur Memet. Kendini, yaşamını, yaşamda durduğu yeri sorgulamaya çalışır ancak iç tepilerinin etkisinden kurtulamaz.
Kadınla İlişkili Yargılar Ela, doğurmak için gittiği hastanede, yattığı özel odadan hastaneyi betimler. Sancı çeken kadınlar, çığlıklar, kan, acı, öfke, kayıtsızlık…Can pazarı olarak tanımladığı kadın koğuşunun önünden geçerken görmüştür içeriyi, ayrık bacakları arasında kanlı pamuklarla utançsız, yorgun bakışlı kadınları… Erkek hademelerin, onlardan kaba şakalarla söz ettiklerini duyar. Doğumun, ölümün, acının şakalarla anıldığını… Ela, yüz binlerin doğumunun hademelerin gözünde hiç olduğunu düşünür. Ona göre kendilerine aldırılmayanların aldırışsızlığıdır bu. Aldırışsızlık, yattığı özel odada da sürer. Hademeler, onun yaşadıklarına aldırmadan ona yalnızca bir iş gibi davranırlar. İşlerini yaparken, kahramanlarından birinin verem olup öldüğü acıklı bir filmden söz ederler. Ela acının bile sıradanlaşabilmesinin, kötü, acıklı bir filme gözyaşı döken, yani insani yanı olan hademelerin gerçek acıya kayıtsızlığının nedenlerini sorgular. Ona göre doğum sancısı çeken kadınlar onların yalnızca işidir. Bu sancı özel bir acı değil, gündelik bir iştir.
Her sancıyla koğuşun, öteki kadınlar, kanlı pamuklar, leğenler, çığlıklardan oluşan resmi gelir gözlerinin önüne. Acılar çoğaldıkça resmin sıradanlaştığını, gündelikleştiğini anlar. Onun çektiği de bu sıradan, gündelik acılardandır. Acısını özel kılan hiçbir şey yoktur. Bu yüzden çığlık atmaz, sancısını dışa vurmaz. Hademeler doğumunun başladığını ancak sonda takarken fark ederler.
Yazar, doğum, ölüm, acı, insan kavramlarına yabancılaşan insanı hastane özelinde anlatır.
Bebeğinin ağlamasıyla uyanan Ela, ancak bebeğini gördükten sonra çığlık atar. Çünkü bu an, onu yüz binlerin doğumundan ayırır. Bebeğinin ağlamasında yalnız onun olanı, yüz binlerin doğumundan farklı olanı, anneliği ayırır. Çocuğunun soluğu, dışarıyla arasına çizdiği çizginin –ne kadar genişlerse genişlesin ya da ne kadar daralırsa daralsın- içinde kalacaktır. Bu soluk, ona özel bir durumdur. Çiçekli, armağanlı ziyaretler sırasında bundan sonrasından “iş” gibi söz edilmesiyle bu özel durumun da sıradanlığa dönüşeceğini ayrımsar Ela. Dışarıyla arasına çizdiği sınır çizgisi incelecek, ona özel soluk, dışında kalmaya özen gösterdiği çirkinliklerin çoğalmasına neden olacaktır. Bundan sonrası; bebek bezleri, mamalar, kumbaralar, doğum günleri… “Çocuklu yuvanın yıkılmaması gerektiği”, çocuklu kadınlar için geçerli davranış biçimleri ve “Nasıl olursa olsun bir babanın gerekliliği”…
Çocuğun kendi değil, çocuğun doğumuyla kadına toplumca yüklenen yargılar, kurallar, anneliğe yabancılaştırır kadını. Uyulmaya zorlanan yeni toplumsal kurallar, kurulmaya zorlanan toplumsal ilişkilerle tanışır anne. Anne için, çocuğun bakımı eğitimi gibi, isteyerek severek yaptığı işler, çocuğu yük gibi duyuran bir yaşama zorlandığı için, ağırlaşan bir ödev durumuna gelir. Hademeler için doğum neyse anne için de çocuk o olur.
Güdüsel İlişkilerYazarın, annenin yabancılaşmasına neden olan “çirkinlikler” diye tanımladığı toplumun değer yargıları, yasakları ve dayattığı ilişkiler, bir sonraki bölüme geçerken kullandığı doğa betimlemesinde hamamböcekleri olarak çıkar karşımıza. İnsanın ürettiği her değere sızan, onu bozan, başkalaştıran toplumsal yargıları simgeleyen hamamböcekleri “Her türlü öldürücü tozun yanı sıra her türlü ölümden daha çabuk çoğalırlar.” Bu toplumsal baskı ve yasaklar karşısında var oluşunu sorgulayan bir başka kişi de Memet’tir. Playboy dergisi almak için gittiği kitapçıda, bir süredir peşinden koştuğu genç kızla karşılaşır Memet. Kızla dergi arasında bocalar. Kızı beğendiği ya da özel bulduğu için peşinde değildir. İç seslerinden kızın da playboy gibi belirlenmiş bir nesne olduğunu, dahası derginin onun gözünde çok daha önemli olduğunu anlarız. Öte yandan bir aydır da peşindedir Memet kızın. Bunun nedenini sorgularken bir anda kızın yanında, onunla konuşurken bulur kendini. Bu da tıpkı onu izlemesi gibi kendiliğindendir, bir istemin sonucu değildir. Kız, Rilke’nin bir kitabını gösterir, Memet kitaptan aşk mektupları okur, birlikte ağlarlar. Cebindeki son parayla kitabı satın almak zorunda kalan Memet, kitabı kıza armağan eder. Kızla kurduğu bu anlık, duygusal ilişki aslında zorunlu ve güdüseldir. Bu yüzden bu ilişkiyi uzatmak, geliştirmek için göstermediği istemi dergi için gösterip dergiyi çalar. Çocukluğundan bu yana baskı altında tutulan cinsellik onun için korku ve meraktır. Zor altında ve el yordamıyla edindiği cinsel kimliği temsil eden dergi, Rilke’nin duygu yüklü mektubuna birlikte duygulandığı karşı cinsten daha önemlidir.
Hayır Demenin Anlamsızlığı Buradan Ela’nın büfesini taşıyan hamallara döneriz. Ela boşanmış, payına düşen eşyayı yeni tuttuğu eve taşıtmaktadır. Her şeyden caydığını ve her şeye yeniden başladığını söyleyen Ela’ya göre bu durum çelişkilidir. Çünkü büfe, eski yanılsamalı, çirkin yaşamının simgesidir. Büfenin sürüklenmesiyle başlayan sözde “yeni”de anlamlı tek şey hamalların teridir. Çirkinliği somut olarak sürdüren büfenin üzerine boşanma ilamını koyup, “vazgeçmeyi”, “bırakmayı” sorgular. İki dakikalık mahkeme sorgusuyla, yaşanan çirkinliklerin, hiçbir şeyi gerçekten paylaşamamanın, sahte sevişmelerin, hor görmelerin, sevgisizliğin, kısacası yalnızca yürütmek adına yürütülen evliliğin sorgulanamayacağını düşünür. Toplumca dışlanmamak adına yürütülen bir evlilikten vazgeçmek, “vazgeçmek” için yeter değildir.
Toplumca dayatılan tüm yargılar, ilişkiler sorgulanmayı, dahası caymayı gerektirir. “Bırakmak vestiyerde unutulan paltoyu geri dönüp almamak mı? ” diye sorar Ela. Yalnızca biten evliliğini değil, evliliğini bitiren olayı da sorgular. Bülent’le, okul yıllarında yatmadığı sevgiliyle, evliyken yatmıştır. Onunla yatmasının kocasıyla yatmasından farkı yoktur oysa. Çünkü iki ilişkide de “hayır” demenin anlamı yoktur. Önemli bir ilişki için, seçilmiş biri için “hayır” ya da “evet” denmelidir. Ayrıca kocasıyla arasında öyle eksikler vardır ki bu ilişkide bir başkasıyla yatmak, aldatmak bile sayılamaz.
Ela, eşyasını yerleştirirken tencereden bir hamamböceği çıkar. Toplumun değer yargıları, yasakları ve dayattığı ilişkiler... Böceği ezer. Hamamböceğini ezmek… Bir oyunu bitirmek… Kusursuz bir ev kadını, kusursuz bir eş, kusursuz bir anne, kusursuz bir gelin rolüne son vermek… Hamamböceği ölmüş, Ela bu oyunlardan kurtulmuştur. Ama ya hamamböceğinin bıraktığı yumurtalar gibi bu oyunlar da derinlerine izler bıraktıysa? Yıllarına yayılan yanlışlardan, yargılardan boşanma ilamıyla arınacak mı yoksa hamamböcekleri yayılacak mı? Şimdi asıl soru budur. Memet’in Yalnızlığı Güneşli bir tatil günü, yapacak işi olmayan Memet dışarıyı, dışarıyla arasındaki bağı sorgular. Nuri’den korktuğu gibi dışarıdan da korktuğunu ayrımsar. Nuri’yle karşılaşmaları aklına gelir. Nuri bir fabrikada işçi olmuştur. İşçi maaşıyla geçinememiş ama fazlası için sistemle mücadele etmektense “işi kitabına uydurmayı” yeğlemiştir. Sendikaya girmiş, arkasına iktidar partisini almıştır. İktidar partisinin maddi gücüyle sendikayı dönüştürdüğünü, susturduğunu anlatır Nuri. Sınıf bilincinden yoksun, bireysel çıkarları için sınıfsal mücadeleye ket vuran bir sendikacıdır. Kendini “Ensesi kalın” diye tanımlayan Nuri, Memet’e paraya gereksinim duyarsa halledebileceğini söyleyip ayrılır. Memet ise Nuri’nin ondan aldığı oyuncakları anımsayarak, isteyenin, alanın, verenin neden hep Nuri olduğunu hiç düşünmediğini fark eder.
Yaşamı, onu dışında bırakan çıplaklığıyla, yerli yerinde ve o içinde olmadan akarken görmek ürkütür Memet’i. Çünkü korktuğu şeyler üstüne bugüne dek hiç düşünmemiştir; ne dışarısını tüm bağlantılarıyla anlamaya çalışmış ne de Nuri’nin gücünün nereden geldiği üstüne kafa yormuştur. Kendine çizdiği bir çemberin ortasında yalnızdır. Nuri’den de dışarıdan da “aslında ne olması gerektiğini” bilmediği için korkuyordur. Yani neden dayak yediğini değil de yalnızca dayak yiyeceğini bildiği için… “Çamur ona hiç bulaşmamışı, onunla hiç savaşmamışı daha çok ürkütür.”
Çemberin ayrımına varmış olmak, Memet için artık çemberin içinde yaşamayı güçleştirecektir. Her şey aynı döngüyü sürdürmek için yapılıyorsa ne anlamı var diyerek “dışarı” çıkar Memet.
İki İnsan Ela bir devlet dairesinde çalışmaktadır. Yazar Ela’nın çalışma ortamı üzerinden bürokrasiyi, bürokrasinin yarattığı memur tipini sergiler. Yapılan işler gereksiz ama yapılması gereken şeylerdir. Ela ile aynı işi yapan memur Rıdvan karakteri aslında önemsiz ve gereksiz işleri gerekli, kendini de önemli göstermeye çalışan memur tipiğidir. Ela, Rıdvan özelinde bu memur tipiğini düşünürken çocukluk arkadaşı Şenel’in öldürüldüğünü okur gazetede. Şenel, Ela’dan farklı bir ahlak anlayışıyla büyütülmüştür. Şenel ile oynadığı “güzellik çirkinlik” oyununu anımsar Ela, bu oyunlarda kendinin hep güzellik, Şenel’in ise çirkinlik olduğunu… Şenel, yalnızca oyunda değil, yaşamda da kendine yakıştırılan çirkinliği ölümle ödemiştir Ela’ya göre. Bu çocuk oyununda hep güzel rolünü oynayan Ela ise gerçek yaşamda güzel olmak, yani toplumun çizdiği sınırlar içinde kalmak adına, çirkin diye tanımladığı bu iş ortamına sürüklenmiştir. Oysa asıl güzellik bu değildir. “Güzelliği ödemenin zamanı” diyerek işten ayrılır. Amaçsızca yürürken kendini yorgun duyumsar. Düşünsel bir yorgunluktur bu. Çürük diş olarak tanımladığı sistemin içinde kendini de bu çürüğün parçası olarak görür. Yalnızlığını giderecek birilerini aramak ister, tanıdıklarını düşünür. Onlar da kendi gibi çürüğün parçalarıdır. Sistemi değiştirmek, toplumu dönüştürmek adına çabalayan kimse yoktur çevresinde. Onlarda da kendi bıkmışlığını, vazgeçmişliğini, uyuşukluğunu görmektedir. Bu düşüncelerle postaneye varır. Bayram öncesidir. Kartpostal kuyruğundaki insanları izler. Bir kadının çarpmasıyla çantası düşer Ela’nın. Dökülen eşyaya aldırmadan, yerdekilere koşan bir kedi ile ilgilenir, sonra kedinin sahibi olan kişiyi görür. Bu kişi, yaşamını sınırlayan çemberin ayrımına varıp; dışarıya ilk kez kendi için değil, dışarısı için ne yapabileceğini anlamaya çıkan Memet’tir.
Yaşamlarından ve kendilerinden hoşnut olmayan bu iki insan, bir arayışın peşine düştükleri sırada karşılaşır ve birbirlerine tutunurlar.
Bozuk musluktan, tehlike çanlarının uzaktan gelen sesini duymaya başlar Ela. Ev işleri, kapı gıcırtısı, çocuk sıkıntısı… sıradanlığın ağları örülüyor muydu? Sevinin, sevişmenin dönüştürücülüğüne, üreticiliğine inanan, bütün bunlara yeni anlamlar yükleyip yeni adımlar atmak isteyen Ela, sevmenin, sevişmenin temelini bunlarla doldurmak istediğini söyler Memet’e. Var olanla yetinen Memet ise, Ela ile tamamlandığını düşünmektedir. Ela’nın ilişkiye yeni anlamlar katma isteği Memet’e yıkıcılık gibi gelir. Musluk durmadan akarken kapının gıcırtısı daha da artar. Aradığı bütünlüğü anlatamayan Ela, Memet’le mutfağa yemek yapmaya gider. Belki de birlikte sofra kurmadaki ilk yakınlık, daha önemli yakınlıklara atlamanın ilk adımı olacaktır. Sofrada huysuzlanan çocuğa duyduğu öfkeyi saklamaya çalışır Memet. Bunu gören Ela bir an için geleneksel “üvey baba” önyargısının etkisine kapılsa da düşününce çürütür bu savı.
Eylemsizlik Sofrayı toplarken, gülümseyen maskelerin ardına saklanmaya çalışan eski dostlar eve dolar. Ela, bu insanların, kendini de Memet’i de göz hapsine aldıklarını, bir açık yakalamak istediklerini anlar. Bunu göre bile, neden onlara katlanması gerektiğini, neden onlarca anlaşılmak istediğini belirleyemez. Kaçmak, dahası evden kovmak istediği bu insanlarla kendisini ayıran yüzeysel şeylerdir aslında. Her ne kadar kadın ya da erkeği onlar gibi şeyleştirmese de onlarla Ela arasındaki ayrım, kapıcının karısı ile Ela arasındaki ayrım kadar keskin değildir.
İçki ile ortam daha da çirkinleşmiş, yavanlaşmıştır. Yaptıklarını, “Varlığını sürdürebilmek için her türlü zorbalığa başvuran toplumda, birey kendini ancak zorbalıkla savunabilir.” diye açıklayan üç eylemciden ve gazetelerin bu olayı nasıl çarpıttığından söz eder Ela. Herkes kendi havasında olduğundan Ela’nın sözleri havada uçuşup gider. Nasıl ki Ela’nın evinde kuruntularının, benlerinin içine gömülüp Ela’nın söylediğine duyarsız kalıyorlarsa; yaşamın daha iyiye, güzele evrilmesi için hiçbir şey yapmayıp suya sabuna dokunmayan bu insanlar, yıkılmaz, değişmez sanılanı bir anda yerle bir ediverenlerin yanında da, yolda hiçbir şey yapmayıp, yolun sonunda emek vermişçesine oturup dinlenirler, geviş getirirler, överler, ahkam keserler… İnsanlarla arasındaki sahte dostluk bağını koparmak isteyen, bunu yapmadıkça en az onlar kadar kirli kalacağını bilen, ancak düşlediğini eyleyemeyen Ela, yalanlara ortak olur. Bu ortaklıktan duyduğu utançtan, ilişkisindeki aksaklıktan kaçmak için Memet’le geziye çıkar.
Ada Sabaha karşı vapur İmroz’a varır. Kıyıda bekleyen el ele genç kızlar, delikanlılar, çocuklar, köpekler, keçiler…Vapurdakileri kıyıya taşıyacak olan motorun gelmesiyle insanlarda beliren telaş, korku, itiş kakış…Laz takacı herhangi bir iş yapıyormuştan öte, tek umut kendisiymiş gibi, tepeden bakar yolculara. Rumca mırıltılar, bağırış çağırışların arasına takacının kolundan tutup çektiği insanların, fırlattığı eşyanın sesi karışır.
Yaşlı bir Rum, kucağında keçisiyle motora atlar. O anda çıkıveren bir dalga ile dengesini yitiren adam keçiyi denize düşürür. Yaşlı Rum, denize sarkıp keçiyi kurtaracakken, ne olmuş düşmüşse dercesine, yüklendiği somyeyi umarsızlığın verdiği dikkatsizlikle yaşlı Rum’un başına çarpar takacı. Keçi, bir batıp bir çıkar, sonra bir daha görünmez. Kucağında canı gibi taşıdığı keçisinin ardından bir damla bile gözyaşı dökmeyen Rum’un acısı, bütün bedenini kilitlemiş ya da keçiyle canı da yitip gitmiş gibi, sessizliğe bürünür. O an ne başından akan kan ne de başına takacının vurduğu somye ne de vuran…hiçbir çığlık, hiçbir yakarış geri getiremeyecektir keçiyi. Sessizce, gözünden değil özünden boşanır yaşlar. Gözlerini yaşlı Rum’dan ayıramayan Ela, bir an Mehmet’e bakar. Mehmet, yaşlı Rum’un acısının, adanın, kıyıda bekleyenlerin dışında, apayrı bir yerde gibidir takacıya söylediği “Ben de Karadenizliyim” cümlesiyle. Nasıl olur da bir yanda ölüm, acı bunca apaçık dururken, varken, Memet bencilce “Ben de Karadenizliyim” diye hoşbeş edebilir diye düşünür Ela. Kendinden güçlü gördüğü takacının gölgesine sığınan Memet, aslında yaşamı boyunca yetke karşısındaki edilginliğini yinelemiştir burada. Memet için önemli olan “yolunda giden” ilişkileridir. Ela’yı seviyordur. Yetmez miydi? Ona neydi yaşlı Rum’dan, acıdan…
Ela, adaya yalnızca Memet’le birlikte olmak için gelmediğini anlar. Memet’le ilişkileri üstüne yaptıkları konuşmayla Ela, ilişkinin dışa dönüklüğünü vurgularken; Memet ilişkinin sınırının Ela’da bittiğini, olabilecek kaygıların da günlük, sıradan şeylerden öte olamayacağını düşünür. Kaçtıkları bozuk musluk, kapı gıcırtısı onlarla birlikte gelmiş; onlar nereye giderse oraya gidecektir.
Bir akşam ada halkının, çevre köylerden gelenlerin el ele, sevgiyle, şarapla, horayla, şarkıyla hiç kopmayacakmış gibi oluşturduğu coşku halkasını seyre dururlar. Katılıp katılmamakta kararsız kaldıkları halkın coşkusu denize taşınca, Ela kendini tutamayıp karışır aralarına. Memet de peşisıra sürüklenir. Eğlence sabaha dek sürer.
Sabah, sevinç, coşku, kardeşlik yerini çıkartma gemilerine, askerlere, dikenli tellere bırakır. Tepedeki kilisenin mumları Yunan adasına işaret veriliyor diye söndürtülür. Ve köydeki insanlar arasında yaratılan korku, kuşku, nedensiz düşmanlık… Memet’e doğal gelir bunlar. Bir gün önce el ele, kardeşçesine yaşayan insanların arasına çekilen tel örgüler, ekilen düşmanlık tohumları, haksızlık, sevgisizlik…hiçbiri doğal değildir Ela için. Ne yapılan adaletsizliğe doğal, kaçınılmaz olarak bakabilir ne de onun uzağında, dışında yaşayabileceğini düşünür. Kendileri dışında olup bitenlere yabancılaştıklarında birbirlerine de yabancılaşacaklarını kavrar Ela. Birbirine yabancılaşan insan neyi paylaşıp neyi değiştirebilir, neyi sevip, neyi büyütebilir...
Akşamüstü İmroz’dan vapura binerler. Ada, arkalarında tel örgülerle, yasaklarla, korkuyla, şaşkınlıkla kalır. Beynine üşüşen soruları, düşünceleri bütünleyip bir yargıya varmaya başlayan Ela, adada olup biten her şeyde, yaşlı Rum’da, acıda, ölümde, horada, çıkartma gemilerinde, haksızlıkta…kendinden, kendinde de onlardan bir şeyler görür. Akıp giden yaşama sırtını dönüp, herkesle birlikte yaşadığı dünyayı, onun acılarını, varlığını yok sayıp; kendileri dışındaki herkesten, her şeyden uzaklaşarak, sevmeyerek, düşünmeyerek, duymayarak, kendileri için oluşturdukları sığınakta yaşayamayacaktır Memet’le. Aşk da yaşamın kendisi gibidir Ela’ya göre. Yaşamın sıkıntısından, acısından kaçan aşkı da yaşayamaz.
Cansız, kıpırtısız... hiçbir eyleme gebe olmayan durallıktan sıyrılıp yürümek. Düşlediği, düğümlediği, çözdüğü, kurduğu, güzellediği... ne varsa onları eyleme dökmek. Yaşamın bir bütün olduğunu kavrayışla başlayan yürümek.
Anlatım Özellikleri
Üçüncü tekille anlatılan romanın iki ana kişisi vardır. Roman, kişilerden birinin yaşadığı kentin (kentteki değişim, gelişim, yozlaşmanın) betimlenişi ile başlar ve genelden özele giderek sonunda kişi üstünde odaklanır. Buradan ikinci kişiye çeşitli uğrak yerlerinden geçerek uzanır yazar. Yaşamlarının kesiştiği yere dek bu iki kişiyi, gerek iç sesleriyle ön plana çıkararak gerek birinden ötekine geçerek eşzamanlı olarak anlatır. İç seslerle kendilerini sorgulayan bu kişilerin çatışkıları gözler önüne serilir.
Çağrışım/benzetme yöntemi romanın hemen hemen bütününde kullanılmıştır. Bu yöntemde kişileri, olayları anlatırken yazar, onlarla doğadaki bir ağaç, hayvan ya da bir nesne arasında benzerlik kurar. Aynı zamanda bunu roman kişilerine de yaptırır.
Romana serpiştirilen yirmi dört doğa betimlemesiyle yazar, insanla doğa, toplumla insan arasındaki uyum-uyumsuzluğu incelikle sergilenmiştir. Anlatıma derinlik, akıcılık, zenginlik katan bu betimlemelerle yazar, insandaki bir kımıltının, canlılığın, değişimin doğadan bağımsız olmadığını, insanın doğanın bir parçası olduğunu özenle vurgulamıştır.
Bu betimlemelerden ve romandaki karşılıklarından birkaç örnek vermek gerekirse;
• Kışlık yiyecekleri tükenen karıncalar yeryüzüne çıkarlar. İçgüdüleriyle baharın geldiğini duyumsamışlardır. Engebeli yeryüzünde yürürler, yayılırlar. Her adımlarında bir şeyleri değiştirirler. Gözle görünmeyen ama değişen bir şeyler vardır. Romanda köyden kente göçün simgesidir karıncalar. Binlerce insan köyünden kasabasından çıkıp kente gelir. İlk önceleri kentte çok dikkat çekmezler. Kent yaşamının içinde kaybolurlar. Ama kentte içten içe bir şeyleri değiştirirler. Bir süre sonra kent kültürünün içinde köy kültürü de görülmeye başlanır.
• Asma kökü toprağın derinliklerinden yukarı filizini uzatır. Toprağı yararak yeryüzüne çıkar. Uzar, gövdesi kalınlaşır. Dallanır, yapraklanır. Çiçekler açar. Erkek ve dişi tohumlar birleşir. Önce ekşi koruk olur. Sonra bu koruklar tatlı üzüme dönüşür. İnsanlar, kuşlar, böcekler bundan çok hoşlanırlar çünkü doğaldır bu. Yazar, asma betimlemesiyle cinselliğin doğallıkla yaşanması gerektiğini anlatır. Ela’nın Şenel’le cinsel oyunları, Memet’le arkadaşlarının genelevle ilgili konuşmaları... çocukların ayıp olduğu söylenen cinselliği keşfetme çabaları ortasında yazar, toplumun değer yargılarıyla baskılanmamış doğal cinselliğin güzelliğine vurgu yapmak için kullanmıştır asma simgesini.
• Yazar, Memet’in “dışarı” çıkmadığı bir tatil günü, “dışarıya” ilişkin korkularını sorguladığı ve kendine çizdiği çemberin ayırdına vardığı bölümden sonra, bir kaplumbağa betimlemesi yapar. Kaplumbağanın yeşil çalıların arasında kendini, doğanın tahribatından koruyan ama aynı zamanda canlılığını da gizleyen kabuğuyla yaşaması, varoluşunu bir çember içinde sorgulayan küçük burjuva aydınının toplumdan kopuk olduğu için bunalmasının simgesi olarak kullanılır. Tıpkı dikenler, çalılıklar gibi doğanın parçası olmasına karşın hafif rüzgârda bile onların arasına gizlenerek, kabuğuna sinip, onları yalnız başlarına bırakması gibi, küçük burjuva aydınlar da toplumun parçası olmalarına karşın yaşamın çelişkilerinden kaçıp kendi varoluşsal sorunlarına gizlenirler.
İzlek
Toplumsal baskılar ve önyargılarla insanın doğasına yabancılaşmasıdır.
Roman yaşamın gelgitleri içinde, aşk, evlilik, annelik, dostluk gibi insanın ürettiği her değere sızan, bu değerleri bozan, ama insanın kanıksadığı için sorgulamadığı toplumsal kuralları, yargıları bir daha düşünmemizi sağlıyor. Hep varmış hep var olacakmış gibi gelen toplumsal ilişkilerin insan yapımı olduğunu, dolayısıyla yıkılabileceğini, yerine daha insancıl olanın kurulabileceğini sezdiriyor.
Nesnel Koşulların Olay Diziniyle Örtüşmesi
Yürümek romanında olayların geçtiği zaman açıkça belirtilmemiştir. Ama Ankara ve İmroz (Gökçeada) Adası olmak üzere iki uzamın betimlenmesinden roman döneminin 1940'lı ile 1970’li yıllar arası olduğunu anlıyoruz. Roman, gerçekliğini o yıllardaki nesnel koşullara dayandırmıştır.
Romanın ana kişisi Ela'nın çocukluğu 1950 yıllarının Ankara'sında geçer. O yıllar Türkiye’de kapitalizmin gelişmeye başladığı yıllardır. Kapitalizmin gereksinim duyduğu işgücü, kırsal bölgelerden kentlere göç eden insanlarla karşılanır. 1950-1960 yılları arasında köyden kente göçen insanların sayısı beş kat artmıştır. Bu yoğun insan devingenliğinin gereksinim duyduğu konut, altyapı ve benzeri hizmetler ne kapitalistler ne devlet eliyle sağlanır. Başlarının çaresine bakmak üzere bırakılan bu insanlar kendi evlerini ve mahallelerini kurma yoluna giderler ve gecekondu olgusu ortaya çıkar. Kent içindeki bu sınıfsal farklılaşmanın etkileri zamanla toplumsal ve kültürel yaşam içinde kendini gösterir.
Romanımızda göç olgusunu ve kentlerin bu yeni biçimlenişini sokaktaki çocuk oyunlarından ve semtlerin betimlenmesinden anlarız. Gecekondu mahallesi olarak adı geçen Deliler Tepesi, Ankara Seyranbağları’ndadır. Burası günümüzde de gecekondu dokusunu taşımaktadır. Romanda köyden gelenlerin çocuklarıyla kent çocukları arasındaki sınıfsal ayrım, Yenişehir çocuklarıyla Deliler Tepesi çocukları olarak gösterilmiştir. Gecekondu bölgelerinde okul olmadığı için varsıl semtlerdeki okullarda iki kesimin çocukları birlikte okurlar. Ancak aradaki sınıfsal ve kültürel ayrımlar, gerek varsıl ailelerce gerek okul yönetimi ve öğretmenlerce sürekli olarak vurgulanır. “... her sabah, dersten önce bir arama fasılları başladı. Öğretmen, elinde iki kalem, hep aynı çocukların başlarını karıştırdı, hep aynı çocuklar sıfır numara traş olmaya gönderildi. Ayıklandı bitler; sınıfın yaşça büyük, akılca küçük çocukları ayıklandı. Ayıklananlar arka sıralara oturdular. Önde oturan çocukların anaları daha sık gelmeye başladılar okula; geldi analar, gitti analar, önde oturan çocukların kazınmadı kafaları.” (s. 20)
Romanda gördüğümüz başka bir dönem olayı, 1967 yılında Türk-Yunan gerginliği sırasında İmroz Adası’na Türk askeri birliklerinin konuşlanmasıdır. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra Ege adalarının Yunanistan'a verilmesi ve Yunanistan'ın bu adaları silahlandırmak istemesiyle başlayan gerginliğe, yıllar içinde Kıbrıs, 12 mil deniz egemenlik sınırı, uçuş hava sahası gibi üzerinde uzlaşılamayan sorunlar eklenmiştir. 1967 yılı sonlarında iki devlet savaşın eşiğindedir. TBMM’den orduya Kıbrıs için savaş tezkeresi çıkar. Donanma Çanakkale Boğazı’ndan çıkarak Türk karasularının sınırı olan İmroz Adası açıklarında beklemeye başlar. Ege’deki Türk adalarında (İmroz-Bozcaada) askeri birlik sayısı arttırılır.
Rumlarla Türklerin birlikte kardeşçe yaşadığı İmroz adasında, askerin kurduğu düzenle gelen yasaklar, korku ve ekilen düşmanlık tohumları üzerinden yazar, ülke genelindeki gerginliği ve gelmekte olduğunu sezdiği yıkımı anlatır. “Akşamüstü günbatımını seyretmek için tepeye yürümek istediler. Düdük sesleri: “Yasak Bölge”. Tepe yasak, batan güneşin denize vuran kızıllığı yasak; silahı atan her zaman haklıdır, adaya kaçan katil, deli, belki tepede gizleniyordur, birlikte hora tepip sarhoş olmuş insanların içine saldığı korkuyu seyrediyordur kahkahalarla. Gece ilerledi. Saatlerdir kahvede oturuyorlardı. Ne onlar kimseyle tavla oynamak istediler, ne de kimse onlarla. Ela’yla Memet bildikleri gündelik rumca sözcükleri unutuvermişlerdi. Birinin gitmesi bekleniyor, birileri fazla. Belki de yalnızca tepedeki delinin, katilin gitmesini istiyor, ama bunu söylemeye cesaret edemiyoruz.” (s. 171-172)
ulaşmayı, uzaklaşmayı, geride kalmamayı ama geride kalanları, ilerlemekten çok ilerletmek zamanı, hem yolu hem arkadaşını içerendir.
yürümek yolları aşındırmaz da yürekleri aşındırır elbet. gece yürüyen için edilir dualar da gecelere sığıştırılamaz yürüyüşler, gündüze yakışan oldukları için.
kendini bir yere ait hissetmeyenler için gecenin serinliği yürüyüşe davettir oysa. tüm yürümeler birikir birikir de en güzeli en sona kalır: hakka yürümek..
kardelenler gibi tek başına kalsa da, kendi dünyasında baharın müjdesini verebilmek adına … münferit bırakılmış olunması sarsmadan yolcuyu, yürümesi gereken bir yol olduğunun bilinciyle inanç, dua ve sabır ve tevekkül mefhumlarıyla harmanlayıp soluğunu “ben yolumun yolcusuyum” diyebilmek… bu mudur acep “yürümek”! belki… ve sokaklar hep bomboş!
Yürümek; yürümeyenleri arkanda boş sokaklar gibi bırakarak, havaları boydan boya yarıp ikiye bir mavzer gözü gibi karanlığın gözüne bakarak yürümek! ..
başladım yürümeye birde baktım yine baştayım... birden bire herşey herşey, iyi herşey güzel geldi bana.. birden bire herşey herşey, yazık herşey değmez geldi bana ne için kim için...
Sağlıklı yaşam için her gün saat 19 civarında... Atatürk bahçesindeki çamlar ve rengarek güllerle bezenmiş parkurda...şelaleyi izleyerek....kuş seslerini dinleyerek.... Kulaklıklarımı takıp radio kanallarında sörf yaparak bir süredir devam ettiğim eylem.. Bir kilometreyle başladım...birkaç gündür 1.25 km yürüyorum...; =))
Yol boyu uzun uzun illa ki yalniz basina yahut sukut etmesini bilen biriyle..dakikalarca saatlerce ayaklarimda ki tüm dermanlari kaybedinceye kadar yürümek..
yürümek gibi bir niyetimiz yoktu..
lakin bin yıl yürüsek te mecalsiz kalmayacağımız,
bitmesini istemediğimiz bir yoldayız kii menzili olmasa da ne gam..
hani dersin ya boş geçelim.. yok geçmeyelim, boşlamayalım..
zira müptelayızdır ‘içimizde gülene’..
vardıkça yolun bitmeyenine.. :)
bende
İyidir...
Yürümenin,kahvenin,kahvaltının mutlulukla alakası var mı bilmem ama huzurla direk alakası var.
Gittiğin yol doğru olmayınca yürümenin ne anlamı var ki....
Nazar ber kadem.
“ASLOLAN HAYATTIR”
Hazırlayanlar: Melike YÜZÜGÜZEL, Songül KIRGEZEN, Elif AKSU, Erdinç ERGÜNEY
“Londra’da, Ankara’da, İstanbul’da ya da Zap Suyu’nun yanı başında, nerede olursa olsun, kadınları birbirlerine ortak eden tek bir şey vardır: Hayat. Sürmekte ve sürecek olan hayatın tartışılmaz emekçisi olmak.
Evet, kadın, hayat denilen güzelim oluşumun yılmaz, vazgeçilmez savaşçısıdır. Sözümüz hayatsa, kadın hayat adına ölümden de çekinmez. Çünkü kadın doğumu bilir, yani hayatın ölüme, bereketin kısırlığa, ilerlemenin durgunluğa olan tartışılmaz üstünlüğünü bilir. Kısaca, emekçidir o. Hayatın emekçisi. Budur en büyük gücü kadının.”
Neden Sevgi Soysal? Neden Yürümek?
Şiirle tanıştığı edebiyat yaşamına öyküleriyle adım atan Sevgi Soysal, Tutkulu Perçem, Tante Rosa, Yürümek, Yenişehirde Bir Öğle Vakti, Şafak, Barış Adlı Çocuk, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu ve Bakmak adlı, öykü, roman, anı ve gazete yazılarından oluşan yapıtları, hoş gelmeyen ölümüyle yarım kalan Hoş Geldin Ölüm romanı ve nice yapmak istedikleriyle, ne kadar yaşarsa yaşasın yaşama doyamayacak olan bir kadın, anne, yazar...
12 Mart darbesiyle ülkede yaşanmaya başlayan toplumsal kanserden Sevgi Soysal’ın payına sürgün ve tutukluluk düşmüş, ancak bunlar onu daha direngen kılmıştır. Bundan beş yıl sonra bu kez bedenini saran kanserle savaşa girişmiştir Sevgi Soysal. Her iki kanser karşısında da şu umudu hep taşımıştır: Tümörün ülkeyi de bedeni de teslim almasına karşı direnmek olasıdır, kanser her yana dağılmadan kökü kurutulacaktır.
12 Mart döneminden sonra kadınların örgütlediği eylemlerde kimi zaman gazeteci kimi zaman konuşmacı olarak yer almıştır. Çünkü 12 Mart, en çok kadınların canını yakmıştır ona göre. Çünkü onlar, ya ana ya sevgili ya dost ya da işkencede tacize, tecavüze uğrayanlardı. Tutuklu kaldığı günleri, sürgün sürecini anlattığı romanlarında hem içerideki hem dışarıdaki kadınların sesi olmuş, hem de dönemin tanıklığını yapmıştır. Tutuklandıktan sonra atıldığı TRT’de yaptığı Venüslü Kadınlar adlı radyo sunumlarında Türkiye’deki kadınların sorunlarını dile getiren Sevgi Soysal, dünyanın neresinde olursa olsun “hayatın gerçek emekçisi” dediği kadınların yaşamlarını, sorunlarını, kavgalarını yakından izlemiştir.
61 Anayasası’nın sağladığı esneklikle özgür yayın yapan TRT’de 60’ların sonuna doğru sansür uygulanmaya başlanır. Bu uygulama, ülkedeki genel baskı ortamının yalnızca bir parçasıdır. Yürümek romanı da bu tarihlerde yazıldığından, romanda Ada’ya yapılan askeri çıkartma ve sonrasında ileriye dönük kurgulananlar -tel örgülerle, yasaklarla artacak olan suçlar, kurulacak olan hapishane- düşünüldüğünde, yazarın 12 Mart yıkımını öngördüğünü söyleyebiliriz.
1975’te kanser tanısıyla sol memesi alınan Sevgi Soysal’ın sağlığı bir süreliğine iyiye gider. Ancak kanserin ciğerlerine yayılması ile kötüleşir. Sağaltım için gittiği Londra’da, bir yandan da kenti gezerek, yazarak, BBC’de radyo konuşmaları yaparak sımsıkı asılır yaşama. Gece boyu süren ağrılarına inat sabahın beşinde “Yeter, bütün ömrümüz uyumakla geçti.” deyip, yazı masasının başına oturan güçlü, inatçı her şeye karşın yaşamayı her gün yeniden öğrenerek, severek yaşayan bir kadın... İşte biz de bu yüzden;
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar direnişine, direngen bir kadın olan Sevgi Soysal’la Yürümek’i seçtik.
Sevgi Soysal bizlere, yolunu tıkayan tüm toplumsal önyargılar, beklentiler, yasaklara karşın kadının kendi yolunu çizebileceğini; kadının kurtuluşunun, önce bireysel yaşamını eleştirel bir bakışla yeni baştan düşünüp kurmak, sonra kadının ve insanın ortak dertlerine kulak verip, bireyselliği aşarak toplumsallaşmakta olduğunu hem yaşamıyla hem kitaplarıyla gösterdi. Kişisel sorunlara odaklı bir yaşamın kıskacında bunalmaktan toplumsallaşmaya giden bu yolu Sevgi Soysal kendi yaşamında da yürümüş ve değişimini yapıtlarında, sırasıyla Tante Rosa’nın Rosa’sı, Yürümek’in Ela’sı, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin Olcay’ı ve Şafak’ın Oya’sı tiplerinde yansıtmıştır.
Yürümek... 12 Eylül’e ortam hazırlayan günlerde, baskının, öldürümün, kıyımın, acının, şiddetin doruğuna doğru doğan bir kitap. Öyle ki basıldığı dönemde yaşamasına, yürümesine izin verilmeyip yasaklanan...
Ve şimdi 12 Martlı, 12 Eylüllü darbeler zincirinden bu yana, bugünlerde, bu kitabı okuyup inceleyebilmeye toplumsal koşulların iyileşmesi olarak bakma iyimserliğini gösterebilir miyiz? Ölümler, kıyımlar, baskılar hala sürerken...
Kapitalizmin darbelerle yok etmeye çalıştığı insani, kültürel, ahlaki değerlerin kırıntılarıyla avunduğumuz bugünlerde darbelerin yerini sözde demokrasi, yasakların yerini sözde özgürlük aldı. Çünkü sistem kendini besleyecek, gücüne güç katacak, duyarsız, amaçsız, sormayan, sorgulamayan, adalet, estetik bilinci dumura uğramış bireyler yarattı. Böyle bir toplumda sistemin sanattan, sanat eserinden korkmasına gerek kalmamıştır. Kaldı ki sistem, piyasa için meta üreten kendi sanatçısını yaratmıştır. Bu düzen karşısında insani değerlere yönlendiren sanat ve sanatçıların ise seslerini kitlelere duyurma olanakları elinden alınmaya çalışılmaktadır. Biz ise şuna inanıyoruz: ‘İnsanı, insana insanla anlatan sanatın, insanla arasına çekilen bu duvar yıkılıp atılacak ve insanın ayağa kalktığı günden bu yana akıp giden ulu ırmak gerçekçi sanatın ışığında yolunu bulacaktır.
Romanın Konusu
Kadının toplumdaki yerini, evlilik kurumunu sorgulayan, ayrıca kadın ve erkek cinselliğini sınırlayan toplumsal baskıları gösteren Yürümek romanı, iki genç insanın aynı zaman diliminde ama ayrı yerlerde yaşadıkları yetişkinliğe geçiş sancılarını ve önce kesişen, sonra ayrılan yaşamlarını anlatır.
Birbirinden uzakta büyüyen bir kadın ve bir erkek, küçük burjuva ailelerce ahlaki kalıpların katı kurallarına bağlı biçimde büyütülür. Değer yargıları, yaşam biçimleri bu kalıplara göre belirlenir. Toplumdaki sınıfsal ve ahlaki farklılıkların hoş görülmediği ve dışlandığı bu tutucu ortam içinde, cinsel kimliklerini dergiler, arkadaşlar ve yasak oyunlarla öğrenmeye çalışırlar. Küçük burjuva ahlakçılığıyla iğdiş edilen cinsel kimlikleri, korku ve merakla gelişir.
Roman, doğanın döngüsü içinde ama doğalarına yabancılaşarak büyüyen, doğal olmayan değerler, yasalarla çatışan, bu çatışma içinde kimliklerini arayan, toplumun bir parçası olmalarına karşın toplumsal çelişkilerden kaçıp kendi varoluşsal sorunlarına gizlenen, yaşamı bu sorunlardan bakarak sorgulayan küçük burjuva aydının bunalımlarını, yalnızlığını, arayışını anlatır.
OLAY DİZİNİ
Bedenlerini Tanıma
Ankara’da, geleneksel yaşamın sürdüğü, eski, köy denilen Ulus, Kale, Altındağ, Samanpazarı semtlerinin yanına yeni bir Ankara kurulmaya başlanır. Çankaya’sıyla, Kavaklıdere’siyle, Yenişehir’iyle kent dışından gelen mühendis, doktor, memur ailelerinin yerleştiği, hükümetin Ankara’sıdır burası. Buraya, köylülerin bırakın gelmelerini, bulvarından geçmeleri bile yasaktır.
Romanımızın ana kişilerinden Ela, Yenişehir’de bir ilkokulda, çocukların sınıftaki atışmaları sırasında tanışır toplumun değersizleştirme yargılarıyla. Çocukların birbirlerine taktığı takma adlardan ‘’canımın içi’’ ile ‘’komşunun piçi’’ arasında Ela’nın payına ‘’canımın içi’’ düşer. Bu söz, ‘’komşunun piçi’’ denilerek yerilen başka bir kızın karşısında yüceltilmek için söylenmiştir Ela’ya. Ama alay konusu olur, okul yaşamı boyunca bu yakıştırmadan kurtulamaz. Yaşamının ilk yılları boyunca ‘’piç’’ dendiğinde ‘’canım’’, “canım” dendiğinde “piç” aklına gelir.
Ela Yenişehir’de yaşamın anlamsız sözcük oyunlarını sorgularken Tirebolu’da, başka bir ilkokul bahçesinde Memet, genelevin nasıl bir yer olduğunu bilmemesine karşın, üstün görünmek için, toprağa çizdiği dikdörtgenle arkadaşı Rıfat’a genelevi anlatır. Babasına sormaya çekindiği, sokakta duyduğu, erkek olmanın ölçüsü olarak gördüğü, imgeleriyle zihninde oluşturup bir dikdörtgene indirgediği yer, aslında Tirebolu çarşısındaki genel tuvalettir. Rıfat’ın Memet’i hayranlıkla dinlemeyip anlattıklarını sorgulaması, Memet’i öfkelendirir. Memet o hırsla kendinden zayıf gördüğü Rıfat’a çelme takıp onu çamura düşürür. Rıfat’ın burnundan akan kanlar genelevin üstüne boşalır.
Yeni Ankara’ya kaloriferli apartmanlar yapılmaya, kapıcılara, sütçülere, suculara gereksinim duyulmaya başlanır. Yenişehir’in çevresinde Deliler Tepesi adında bir gecekondu mahallesi kurulur, göçle kente gelenler buraya yerleşir. Ortaya çıkan sınıf ayrımı çocukların ilişkisine “iyi aile-kötü aile çocuğu” olarak yansır. Çocukların bilincine ekilen bu tohumlar, yeşerdiğini mahalle kavgalarıyla gösterir. Yenişehir’in erkek çocukları Deliler Tepesi’ndeki çocuklardan yedikleri dayakların nedenini kısa sürede öğrenirler: Deliler Tepeliler’in parmaklarında musluk halkaları vardır. Gecekondu çocuklarının kavgaları, babalarının yaşam kavgaları gibi sert, katı ve acımasızdır. Zorunlu eğitim süresince okula gönderilen, bunun dışında çalışmak zorunda kalan çocukların, yaşamda uğradıkları ayrımcılığa bir yanıttır parmaklarına taktıkları musluk halkaları.
Ergenliğe geçiş dönemiyle, kendilerini, bedenlerini tanımaya başlayan çocukların birbirlerine bakışları da değişir. Sokakta yakantopun, istopun, saklambacın yerini alan, örtük, adı konmamış, yeni bir oyun başlar. Duvarların üstüne kızlar erkekler ayrı ayrı kümelenip karşılıklı bakışır, gülüşür, fısıldaşırlar... Bedeni ötekiler kadar gelişmemiş olan Ela bu yeni oyundan dışlanır. Dışında kaldığı bu oyunu izlemeye başlar. Oyunun lideri olan kız, kapıcının oğlunun dövülmesini ister. Sinek, Sümüklü gibi takma adları olan bu çocuk ne de olsa “ötekiler”dendir. Ela, parmaklarına geçirdikleri musluk halkalarıyla çocuğu dövmeye hazırlananların oyunlarını bozar, çünkü ona göre bu çocuk zavallı, zayıf, bir sıkımlık canı olan biridir; dövülmesi haksızlıktır. Ela’yı harekete geçiren bu acıma duygusu, zayıfın ezilmesini ilk sorgulayışı, buna ilk karşı koyuşu, yetke karşısındaki ilk eylemidir. Yaşamının ileriki yıllarında Ela’daki bu acıma duygusu, yerini güçlü, sağlam, onu toplumsallığa götürecek yolun anahtarına bırakacaktır.
Oysa romanımızın öteki ana kişisi Memet için var olmanın anahtarı güçlü olmak, baskın olmak, korku yaymaktır. Ancak Memet kendinde geliştiremediği bu kimliği, kişiliği Nuri’nin gölgesinde bulur, yaşamı boyunca Nuri’yi yanında taşır. Mahalleden arkadaşı olan Gavurkesen Paşa’nın Nuri, çok sayıda Rum katleden bir ailenin torunudur. Memet’in ailesi onunla arkadaş olmasını istememektedir. Oyuncak tabancasını Nuri’ye kaptıran, Nuri’nin sürekli horladığı, tartakladığı Memet, yapamadıklarını, yaşayamadıklarını Nuri’nin yaşadığını, yaptığını imgeleyerek güç toplamaya çalışacaktır yaşamı boyunca. Bu durum kişiliğinin ezilmesine yol açacak ve Memet, yetkelere karşı gelemeyen biri olacaktır. Memet’e göre yaşamımızı sınırlayan kurallarla, yasaklarla uğraşmak, bunları aşmak için Nuri gibi güçlü olmak gerekir. Bu düşünceden yaşamı boyunca sıyrılamayacaktır.
Bodrum katında memur annesiyle yaşayan Şenel, Ela’yı evlerine çağırır. Ergenliğe adımını atan Şenel’in amacı, Ela’yla cinsel düşlemler yaşamaktır. Ela bunu bilmesine karşın Şenellere gitmekten kendini alıkoyamaz. Gizemli bir serüven yaşama itkisi duyumsar. Ailelerinden cinsellikle ilgili hiçbir bilgi alamayan, soruları ayıp karşılanan çocukların yavaş yavaş duyumsamaya başladıklarını anlamalarının gizli yollarından biridir cinsel oyunlar. Ela da yarı ürkek, yarı merakla bu yola girer Şenel’le. Ama ne aradığını bilmediği bu yolda düşkırıklığına uğrar. Şenel’in Ela’ya sürtünmeyle hızlanan soluklarına, kendinden geçmesine anlam veremez. Tiksinti duyar olanlardan. Varması gereken noktaya annesinin zihninden atamadığı imgesiyle ayıp saydığı yasaklar nedeniyle varamadığını düşünür. Şenel’i kıskanır. Çünkü Şenel’in annesi odada yalnız kaldıklarını bildiği halde umursamamıştır onları. Ela’nın bütün annelerin aynı olduğu, aynı yasaklarla, aynı doğrularla çocuklarını büyüttükleri savı yıkılır küçük beyninde. O güne dek duymadığı ama tüm genç kızların bildiği ‘’aybaşı olma’’ noktasına Şenel’in ulaştığını öğrenince, Ela’nın kıskançlığı kine dönüşür. Şenel’den topunu geri ister. Ama Şenel, topun kendisinin olduğunu söyleyip vermez. Ela, Şenel’in annesine yakınır. Tüm anneler gibi onun da adaletli olacağını düşünür. Ancak Şenel’in annesi, kızının yalanına ortak olur. Ela’nın kızgınlığı, kıskançlığı artar. Şenel’le annesinin arasındaki dayanışma, uğradığı haksızlık Ela’nın yaşamında karşılaştığı yeni, çıplak bir gerçektir. Ela da kendince intikamını alır. Evde, okulda, sokakta ona yüklenen sınıfsal bakışı yansıtan bir tepkiyle, ‘’Siz de kahvaltıda tereyağı yemiyorsunuz ya’’ diye bağırarak evden çıkar.
Erkek Olmak
Memet, öğrencilerin dışarıyla bağlarının koparıldığı, öğrenciler üzerinde sıkı bir denetimin olduğu, yabancı dille eğitim yapan, yatılı bir okula verilir İstanbul’da. Tüm sınıf arkadaşlarının genelev deneyimini yaşadıklarını öğrenir. Onlara ‘’ben de gittim’’ diye yalan söyler. Çünkü geleneksel aile, arkadaş ve okul düzeninde özgürce yaşayamadığı, bastırmak zorunda bırakıldığı cinsel dürtülerinin etkisiyle erkek olmayı yaşanan cinsel deneyim sayısıyla koşut görmektedir. Bu nedenle ilk fırsatta geneleve gider. Yolda herkesin onu izlediğini, onunla alay ettiğini düşünür, çünkü bastırılmış cinsel dürtülerinin altında eziktir. Geneleve gitmek onun için bir sınavdır. Genelevin kapısına geldiğinde geri dönmeyi bile düşünür. Kadınlardan biri onun ilk kez geneleve geldiğini anlar. Memet, kadının sesindeki sevecenlikten etkilenir. Kadının sesini annesinin, öğretmeninin sesine benzetir. Kadını beklerken, günlük yaşamda sınıfsal konumları gereği kendinden aşağıda göreceği insanların arasında eziklik duyar. İlk cinsel deneyiminde başarısız olur. Kadın ertesi sabah gelmesini, daha geniş bir zamanda onunla ilgileneceğini söyler. Memet, hızla odadan çıkar. Sokaktan çıkacakken düşer. Tirebolu’daki okul bahçesinde Rıfat’a taktığı çelmeyi anımsar. Rıfat’ın da ona çelme takarak öcünü aldığını düşünür. Burnundan akan kanlar yerdeki su birikintisine karışır. Yıllarca erkek olmanın yolunun genelevden geçtiğine inanmış, ama bu yolda tökezlemiştir. Bunun ezikliğini de yaşamı boyunca duyacaktır.
Elalar, yaz aylarını Büyükada’da üç katlı yalılarında geçirmektedirler. Sabiha Yenge de onlarla birliktedir. Geleneksel değer yargılarının tipik bir sözcüsü, taşıyıcısı olan Sabiha Yenge, hem Ela’nın ailesine hem de komşulara sürekli karışan, öğütler veren, onları toplumca kabul görmüş genelgeçer düşüncelere göre yönlendirmeye çalışan bir kadındır. Ela da Sabiha Yenge’den payına düşeni alır. Babası, Sabiha Yenge’nin etkisiyle Ela’nın erkek arkadaşı Aleko’yla görüşmesini yasaklar. Sabiha Yenge’ye göre bir genç kızın tek amacı varsıl koca bulmak olmalıdır. Kızlar davranışlarını buna göre belirlemelidir. Yoksul Rum gençleriyle arkadaşlık etmek bir kızın değerini düşürür, oysa iyi bir evlilik, maddi temelleri güçlü bir evliliktir.
Ela, Sabiha Yenge’nin buyruklarını dinlemeyerek, Aleko’yla görüşmeyi sürdürür. Ama aralarındaki sınıfsal ve düşünsel ayrılıklar hem anlaşmazlık yaratmakta hem de Ela’yı ikileme düşürmektedir. Aleko’nun toplumun değer yargılarını hiç sorgulamadan benimsemesi Ela’yı rahatsız eder. Toplumda yerleşik yargıların ikiyüzlülüğünü ve çarpıklığını nedenleriyle birlikte anlayamasa da içlerindeki yalanı sezmektedir Ela. Öte yandan, kendisine öğretilenleri hiç düşünmeksizin bellemeyi bırakmış ve birtakım şeylerin ayırdına varmaya başlamış olmasına karşın, ailesinin ve çevresinin değer yargılarını bütün bütüne de aşmış değildir. Örneğin Aleko’nun yemek yerken ağzını şapırdattığını görünce, için için Aleko’yla, ondan gebe kalmasına yol açacak bir şeyler yapmadığına sevinir, onun gibi bir kızın yemek yemeyi öğrenememiş birisiyle yatması uygun değildir çünkü. Çocukluktan yetişkinliğe geçtiği bu dönem, Ela’nın ailesiyle de arkadaşlarıyla da düşünsel çatışmalara girerek, kendi bakışını oluşturmaya başladığı, bir konuda toplumsal yargıyı cesaretle kırıp ilerlerken, başka bir konuda, kendini bu yargıyı onaylarken yakaladığı, gelgitli ve sancılı bir dönemdir.
İlk Cinsel Deneyimler
Ela’nın üniversite dönemini anlatırken ise, onun gözünden üniversite ortamını betimler yazar. Üniversite, kantinde sigara dumanları arasında boş boş zaman öldüren, cinsellikten ve eğlenmekten başka derdi olmayan, birikimsiz, meraksız, lümpen tiplerle doludur. Küçümseyerek baktıkları bu insanlardan farklı olduklarını düşünen Ela ile Bülent, kendi ilişkilerini yaşayamamaktadır çünkü Ela toplumun aşıladığı bekaret tabusunu aşamamamıştır. Ona göre insan ilişkileri sanki hep üste çıkmaya çalışılan, altta kalınırsa küçük düşülen bir çeşit savaştır. Bu savaşta Ela’nın zırhı, olduğundan başka türlü görünmeye çalışmaktır. Bunun için okumadığı ve okumayacağı bir Hegel’i kolunun altında herkesin göreceği biçimde gezdirir, kendini değiştirecek istemi göstermek yerine zayıflığını çevresindekilerin geriliğine tepeden bakarak meşrulaştırır, en basit toplumsal kurallar ve önyargılarda takılıp kalmış olmaya karşın pek çok şeyi aşmışçasına üst perdeden konuşur. Ama ne Bülent’i kandırabilir Ela, ne de kendini.
Memet de Ela gibi, yetişkin insan olmanın benzer sancılarını yaşamaktadır. Cinselliğin ayıp, günah sayıldığı, baskıcı bir toplumda yaşamanın acısı daha da ağırlaşmıştır. Karşı cinsle sağlıklı bir arkadaşlık ilişkisi içinde cinselliğini yaşaması olası değildir. Bu sırada, evli bir komşu kadın, Memet’le birlikte olma isteğini davranışlarıyla belli eder. Memet bu kadına ne ilgi duyar ne de sevgi, ama ona gider. Bir sıkışmışlık ve çözümsüzlüktür durumu. İlk deneyiminin alışverişten farksız bir cinsellik olmasına zorunlu bırakılmıştır Memet. Ela ise, toplum kurallarına boyun eğerek, ilk cinsel deneyimini yaşamak için nikah defterini imzalamayı beklemiş, Hakkı’yla evlenmiş, onların konumundaki insanlar gibi Hilton Oteli’ne balayına gitmiş, bir hafta boyunca tam bir görev duygusuyla yatmıştır Hakkı’yla. Aleko ya da Bülent’le yaşayamadığı şeyi Hakkı’yla yaşamasının nedeni aşk değil, belediye karşısında atılan bir imzadır yalnızca. Memet de Ela da insanın bedeninin ayrımına vardığı o doğal anı, bin türlü endişe, soru ve utanç içinde boğuşarak beklemiş ve sevgisizce yaşamışlardır. Kendi seçimlerini yaşayamadıkları için yaşamlarına yabancılaşmışlardır.
Memet, yatılı okul arkadaşlarıyla yatakhanede gizlice kurdukları rakı sofrasında, övünçle ve gerçeğe pek de uygun olmayan bir biçimde anlatır komşu kadınla yaşadıklarını. Önemli olan yalnızca cinselliği yaşamış olmak, yaşamayı başarmış olmak, kendini böyle kanıtlamaktır. Arkadaşlarından biri, dişi bir eşekle, o da olmuyorsa ortasından yarılmış taze ciğerle kişinin cinsel gereksinimini nasıl gidereceğini ayrıntılarıyla anlatır. Baskılanarak ahlaklı kılınmaya çalışılan gençlerin, doğal gereksinimlerini doğal olmayan, sapkın yollarla gidermeye çalışmalarının kaçınılmaz olabileceğini gösterir yazar. Memet, komşu kadını sevmese de onunla başından savmak istercesine konuşsa da onu yaşamından çıkaramaz. Çünkü ona, daha doğrusu herhangi bir kadına gereksinimi vardır. Bundan rahatsız olur Memet. Kendini, yaşamını, yaşamda durduğu yeri sorgulamaya çalışır ancak iç tepilerinin etkisinden kurtulamaz.
Kadınla İlişkili Yargılar
Ela, doğurmak için gittiği hastanede, yattığı özel odadan hastaneyi betimler. Sancı çeken kadınlar, çığlıklar, kan, acı, öfke, kayıtsızlık…Can pazarı olarak tanımladığı kadın koğuşunun önünden geçerken görmüştür içeriyi, ayrık bacakları arasında kanlı pamuklarla utançsız, yorgun bakışlı kadınları… Erkek hademelerin, onlardan kaba şakalarla söz ettiklerini duyar. Doğumun, ölümün, acının şakalarla anıldığını… Ela, yüz binlerin doğumunun hademelerin gözünde hiç olduğunu düşünür. Ona göre kendilerine aldırılmayanların aldırışsızlığıdır bu. Aldırışsızlık, yattığı özel odada da sürer. Hademeler, onun yaşadıklarına aldırmadan ona yalnızca bir iş gibi davranırlar. İşlerini yaparken, kahramanlarından birinin verem olup öldüğü acıklı bir filmden söz ederler. Ela acının bile sıradanlaşabilmesinin, kötü, acıklı bir filme gözyaşı döken, yani insani yanı olan hademelerin gerçek acıya kayıtsızlığının nedenlerini sorgular. Ona göre doğum sancısı çeken kadınlar onların yalnızca işidir. Bu sancı özel bir acı değil, gündelik bir iştir.
Her sancıyla koğuşun, öteki kadınlar, kanlı pamuklar, leğenler, çığlıklardan oluşan resmi gelir gözlerinin önüne. Acılar çoğaldıkça resmin sıradanlaştığını, gündelikleştiğini anlar. Onun çektiği de bu sıradan, gündelik acılardandır. Acısını özel kılan hiçbir şey yoktur. Bu yüzden çığlık atmaz, sancısını dışa vurmaz. Hademeler doğumunun başladığını ancak sonda takarken fark ederler.
Yazar, doğum, ölüm, acı, insan kavramlarına yabancılaşan insanı hastane özelinde anlatır.
Bebeğinin ağlamasıyla uyanan Ela, ancak bebeğini gördükten sonra çığlık atar. Çünkü bu an, onu yüz binlerin doğumundan ayırır. Bebeğinin ağlamasında yalnız onun olanı, yüz binlerin doğumundan farklı olanı, anneliği ayırır. Çocuğunun soluğu, dışarıyla arasına çizdiği çizginin –ne kadar genişlerse genişlesin ya da ne kadar daralırsa daralsın- içinde kalacaktır. Bu soluk, ona özel bir durumdur. Çiçekli, armağanlı ziyaretler sırasında bundan sonrasından “iş” gibi söz edilmesiyle bu özel durumun da sıradanlığa dönüşeceğini ayrımsar Ela. Dışarıyla arasına çizdiği sınır çizgisi incelecek, ona özel soluk, dışında kalmaya özen gösterdiği çirkinliklerin çoğalmasına neden olacaktır. Bundan sonrası; bebek bezleri, mamalar, kumbaralar, doğum günleri… “Çocuklu yuvanın yıkılmaması gerektiği”, çocuklu kadınlar için geçerli davranış biçimleri ve “Nasıl olursa olsun bir babanın gerekliliği”…
Çocuğun kendi değil, çocuğun doğumuyla kadına toplumca yüklenen yargılar, kurallar, anneliğe yabancılaştırır kadını. Uyulmaya zorlanan yeni toplumsal kurallar, kurulmaya zorlanan toplumsal ilişkilerle tanışır anne. Anne için, çocuğun bakımı eğitimi gibi, isteyerek severek yaptığı işler, çocuğu yük gibi duyuran bir yaşama zorlandığı için, ağırlaşan bir ödev durumuna gelir. Hademeler için doğum neyse anne için de çocuk o olur.
Güdüsel İlişkilerYazarın, annenin yabancılaşmasına neden olan “çirkinlikler” diye tanımladığı toplumun değer yargıları, yasakları ve dayattığı ilişkiler, bir sonraki bölüme geçerken kullandığı doğa betimlemesinde hamamböcekleri olarak çıkar karşımıza. İnsanın ürettiği her değere sızan, onu bozan, başkalaştıran toplumsal yargıları simgeleyen hamamböcekleri “Her türlü öldürücü tozun yanı sıra her türlü ölümden daha çabuk çoğalırlar.” Bu toplumsal baskı ve yasaklar karşısında var oluşunu sorgulayan bir başka kişi de Memet’tir. Playboy dergisi almak için gittiği kitapçıda, bir süredir peşinden koştuğu genç kızla karşılaşır Memet. Kızla dergi arasında bocalar. Kızı beğendiği ya da özel bulduğu için peşinde değildir. İç seslerinden kızın da playboy gibi belirlenmiş bir nesne olduğunu, dahası derginin onun gözünde çok daha önemli olduğunu anlarız. Öte yandan bir aydır da peşindedir Memet kızın. Bunun nedenini sorgularken bir anda kızın yanında, onunla konuşurken bulur kendini. Bu da tıpkı onu izlemesi gibi kendiliğindendir, bir istemin sonucu değildir. Kız, Rilke’nin bir kitabını gösterir, Memet kitaptan aşk mektupları okur, birlikte ağlarlar. Cebindeki son parayla kitabı satın almak zorunda kalan Memet, kitabı kıza armağan eder. Kızla kurduğu bu anlık, duygusal ilişki aslında zorunlu ve güdüseldir. Bu yüzden bu ilişkiyi uzatmak, geliştirmek için göstermediği istemi dergi için gösterip dergiyi çalar. Çocukluğundan bu yana baskı altında tutulan cinsellik onun için korku ve meraktır. Zor altında ve el yordamıyla edindiği cinsel kimliği temsil eden dergi, Rilke’nin duygu yüklü mektubuna birlikte duygulandığı karşı cinsten daha önemlidir.
Hayır Demenin Anlamsızlığı
Buradan Ela’nın büfesini taşıyan hamallara döneriz. Ela boşanmış, payına düşen eşyayı yeni tuttuğu eve taşıtmaktadır. Her şeyden caydığını ve her şeye yeniden başladığını söyleyen Ela’ya göre bu durum çelişkilidir. Çünkü büfe, eski yanılsamalı, çirkin yaşamının simgesidir. Büfenin sürüklenmesiyle başlayan sözde “yeni”de anlamlı tek şey hamalların teridir. Çirkinliği somut olarak sürdüren büfenin üzerine boşanma ilamını koyup, “vazgeçmeyi”, “bırakmayı” sorgular. İki dakikalık mahkeme sorgusuyla, yaşanan çirkinliklerin, hiçbir şeyi gerçekten paylaşamamanın, sahte sevişmelerin, hor görmelerin, sevgisizliğin, kısacası yalnızca yürütmek adına yürütülen evliliğin sorgulanamayacağını düşünür. Toplumca dışlanmamak adına yürütülen bir evlilikten vazgeçmek, “vazgeçmek” için yeter değildir.
Toplumca dayatılan tüm yargılar, ilişkiler sorgulanmayı, dahası caymayı gerektirir. “Bırakmak vestiyerde unutulan paltoyu geri dönüp almamak mı? ” diye sorar Ela. Yalnızca biten evliliğini değil, evliliğini bitiren olayı da sorgular. Bülent’le, okul yıllarında yatmadığı sevgiliyle, evliyken yatmıştır. Onunla yatmasının kocasıyla yatmasından farkı yoktur oysa. Çünkü iki ilişkide de “hayır” demenin anlamı yoktur. Önemli bir ilişki için, seçilmiş biri için “hayır” ya da “evet” denmelidir. Ayrıca kocasıyla arasında öyle eksikler vardır ki bu ilişkide bir başkasıyla yatmak, aldatmak bile sayılamaz.
Ela, eşyasını yerleştirirken tencereden bir hamamböceği çıkar. Toplumun değer yargıları, yasakları ve dayattığı ilişkiler... Böceği ezer. Hamamböceğini ezmek… Bir oyunu bitirmek… Kusursuz bir ev kadını, kusursuz bir eş, kusursuz bir anne, kusursuz bir gelin rolüne son vermek… Hamamböceği ölmüş, Ela bu oyunlardan kurtulmuştur. Ama ya hamamböceğinin bıraktığı yumurtalar gibi bu oyunlar da derinlerine izler bıraktıysa? Yıllarına yayılan yanlışlardan, yargılardan boşanma ilamıyla arınacak mı yoksa hamamböcekleri yayılacak mı? Şimdi asıl soru budur.
Memet’in Yalnızlığı
Güneşli bir tatil günü, yapacak işi olmayan Memet dışarıyı, dışarıyla arasındaki bağı sorgular. Nuri’den korktuğu gibi dışarıdan da korktuğunu ayrımsar. Nuri’yle karşılaşmaları aklına gelir. Nuri bir fabrikada işçi olmuştur. İşçi maaşıyla geçinememiş ama fazlası için sistemle mücadele etmektense “işi kitabına uydurmayı” yeğlemiştir. Sendikaya girmiş, arkasına iktidar partisini almıştır. İktidar partisinin maddi gücüyle sendikayı dönüştürdüğünü, susturduğunu anlatır Nuri. Sınıf bilincinden yoksun, bireysel çıkarları için sınıfsal mücadeleye ket vuran bir sendikacıdır. Kendini “Ensesi kalın” diye tanımlayan Nuri, Memet’e paraya gereksinim duyarsa halledebileceğini söyleyip ayrılır. Memet ise Nuri’nin ondan aldığı oyuncakları anımsayarak, isteyenin, alanın, verenin neden hep Nuri olduğunu hiç düşünmediğini fark eder.
Yaşamı, onu dışında bırakan çıplaklığıyla, yerli yerinde ve o içinde olmadan akarken görmek ürkütür Memet’i. Çünkü korktuğu şeyler üstüne bugüne dek hiç düşünmemiştir; ne dışarısını tüm bağlantılarıyla anlamaya çalışmış ne de Nuri’nin gücünün nereden geldiği üstüne kafa yormuştur. Kendine çizdiği bir çemberin ortasında yalnızdır. Nuri’den de dışarıdan da “aslında ne olması gerektiğini” bilmediği için korkuyordur. Yani neden dayak yediğini değil de yalnızca dayak yiyeceğini bildiği için… “Çamur ona hiç bulaşmamışı, onunla hiç savaşmamışı daha çok ürkütür.”
Çemberin ayrımına varmış olmak, Memet için artık çemberin içinde yaşamayı güçleştirecektir. Her şey aynı döngüyü sürdürmek için yapılıyorsa ne anlamı var diyerek “dışarı” çıkar Memet.
İki İnsan
Ela bir devlet dairesinde çalışmaktadır. Yazar Ela’nın çalışma ortamı üzerinden bürokrasiyi, bürokrasinin yarattığı memur tipini sergiler. Yapılan işler gereksiz ama yapılması gereken şeylerdir. Ela ile aynı işi yapan memur Rıdvan karakteri aslında önemsiz ve gereksiz işleri gerekli, kendini de önemli göstermeye çalışan memur tipiğidir. Ela, Rıdvan özelinde bu memur tipiğini düşünürken çocukluk arkadaşı Şenel’in öldürüldüğünü okur gazetede. Şenel, Ela’dan farklı bir ahlak anlayışıyla büyütülmüştür. Şenel ile oynadığı “güzellik çirkinlik” oyununu anımsar Ela, bu oyunlarda kendinin hep güzellik, Şenel’in ise çirkinlik olduğunu… Şenel, yalnızca oyunda değil, yaşamda da kendine yakıştırılan çirkinliği ölümle ödemiştir Ela’ya göre. Bu çocuk oyununda hep güzel rolünü oynayan Ela ise gerçek yaşamda güzel olmak, yani toplumun çizdiği sınırlar içinde kalmak adına, çirkin diye tanımladığı bu iş ortamına sürüklenmiştir. Oysa asıl güzellik bu değildir. “Güzelliği ödemenin zamanı” diyerek işten ayrılır. Amaçsızca yürürken kendini yorgun duyumsar. Düşünsel bir yorgunluktur bu. Çürük diş olarak tanımladığı sistemin içinde kendini de bu çürüğün parçası olarak görür. Yalnızlığını giderecek birilerini aramak ister, tanıdıklarını düşünür. Onlar da kendi gibi çürüğün parçalarıdır. Sistemi değiştirmek, toplumu dönüştürmek adına çabalayan kimse yoktur çevresinde. Onlarda da kendi bıkmışlığını, vazgeçmişliğini, uyuşukluğunu görmektedir. Bu düşüncelerle postaneye varır. Bayram öncesidir. Kartpostal kuyruğundaki insanları izler. Bir kadının çarpmasıyla çantası düşer Ela’nın. Dökülen eşyaya aldırmadan, yerdekilere koşan bir kedi ile ilgilenir, sonra kedinin sahibi olan kişiyi görür. Bu kişi, yaşamını sınırlayan çemberin ayrımına varıp; dışarıya ilk kez kendi için değil, dışarısı için ne yapabileceğini anlamaya çıkan Memet’tir.
Yaşamlarından ve kendilerinden hoşnut olmayan bu iki insan, bir arayışın peşine düştükleri sırada karşılaşır ve birbirlerine tutunurlar.
Bozuk musluktan, tehlike çanlarının uzaktan gelen sesini duymaya başlar Ela. Ev işleri, kapı gıcırtısı, çocuk sıkıntısı… sıradanlığın ağları örülüyor muydu? Sevinin, sevişmenin dönüştürücülüğüne, üreticiliğine inanan, bütün bunlara yeni anlamlar yükleyip yeni adımlar atmak isteyen Ela, sevmenin, sevişmenin temelini bunlarla doldurmak istediğini söyler Memet’e. Var olanla yetinen Memet ise, Ela ile tamamlandığını düşünmektedir. Ela’nın ilişkiye yeni anlamlar katma isteği Memet’e yıkıcılık gibi gelir. Musluk durmadan akarken kapının gıcırtısı daha da artar. Aradığı bütünlüğü anlatamayan Ela, Memet’le mutfağa yemek yapmaya gider. Belki de birlikte sofra kurmadaki ilk yakınlık, daha önemli yakınlıklara atlamanın ilk adımı olacaktır. Sofrada huysuzlanan çocuğa duyduğu öfkeyi saklamaya çalışır Memet. Bunu gören Ela bir an için geleneksel “üvey baba” önyargısının etkisine kapılsa da düşününce çürütür bu savı.
Eylemsizlik
Sofrayı toplarken, gülümseyen maskelerin ardına saklanmaya çalışan eski dostlar eve dolar. Ela, bu insanların, kendini de Memet’i de göz hapsine aldıklarını, bir açık yakalamak istediklerini anlar. Bunu göre bile, neden onlara katlanması gerektiğini, neden onlarca anlaşılmak istediğini belirleyemez. Kaçmak, dahası evden kovmak istediği bu insanlarla kendisini ayıran yüzeysel şeylerdir aslında. Her ne kadar kadın ya da erkeği onlar gibi şeyleştirmese de onlarla Ela arasındaki ayrım, kapıcının karısı ile Ela arasındaki ayrım kadar keskin değildir.
İçki ile ortam daha da çirkinleşmiş, yavanlaşmıştır. Yaptıklarını, “Varlığını sürdürebilmek için her türlü zorbalığa başvuran toplumda, birey kendini ancak zorbalıkla savunabilir.” diye açıklayan üç eylemciden ve gazetelerin bu olayı nasıl çarpıttığından söz eder Ela. Herkes kendi havasında olduğundan Ela’nın sözleri havada uçuşup gider. Nasıl ki Ela’nın evinde kuruntularının, benlerinin içine gömülüp Ela’nın söylediğine duyarsız kalıyorlarsa; yaşamın daha iyiye, güzele evrilmesi için hiçbir şey yapmayıp suya sabuna dokunmayan bu insanlar, yıkılmaz, değişmez sanılanı bir anda yerle bir ediverenlerin yanında da, yolda hiçbir şey yapmayıp, yolun sonunda emek vermişçesine oturup dinlenirler, geviş getirirler, överler, ahkam keserler… İnsanlarla arasındaki sahte dostluk bağını koparmak isteyen, bunu yapmadıkça en az onlar kadar kirli kalacağını bilen, ancak düşlediğini eyleyemeyen Ela, yalanlara ortak olur. Bu ortaklıktan duyduğu utançtan, ilişkisindeki aksaklıktan kaçmak için Memet’le geziye çıkar.
Ada
Sabaha karşı vapur İmroz’a varır. Kıyıda bekleyen el ele genç kızlar, delikanlılar, çocuklar, köpekler, keçiler…Vapurdakileri kıyıya taşıyacak olan motorun gelmesiyle insanlarda beliren telaş, korku, itiş kakış…Laz takacı herhangi bir iş yapıyormuştan öte, tek umut kendisiymiş gibi, tepeden bakar yolculara. Rumca mırıltılar, bağırış çağırışların arasına takacının kolundan tutup çektiği insanların, fırlattığı eşyanın sesi karışır.
Yaşlı bir Rum, kucağında keçisiyle motora atlar. O anda çıkıveren bir dalga ile dengesini yitiren adam keçiyi denize düşürür. Yaşlı Rum, denize sarkıp keçiyi kurtaracakken, ne olmuş düşmüşse dercesine, yüklendiği somyeyi umarsızlığın verdiği dikkatsizlikle yaşlı Rum’un başına çarpar takacı. Keçi, bir batıp bir çıkar, sonra bir daha görünmez. Kucağında canı gibi taşıdığı keçisinin ardından bir damla bile gözyaşı dökmeyen Rum’un acısı, bütün bedenini kilitlemiş ya da keçiyle canı da yitip gitmiş gibi, sessizliğe bürünür. O an ne başından akan kan ne de başına takacının vurduğu somye ne de vuran…hiçbir çığlık, hiçbir yakarış geri getiremeyecektir keçiyi. Sessizce, gözünden değil özünden boşanır yaşlar. Gözlerini yaşlı Rum’dan ayıramayan Ela, bir an Mehmet’e bakar. Mehmet, yaşlı Rum’un acısının, adanın, kıyıda bekleyenlerin dışında, apayrı bir yerde gibidir takacıya söylediği “Ben de Karadenizliyim” cümlesiyle. Nasıl olur da bir yanda ölüm, acı bunca apaçık dururken, varken, Memet bencilce “Ben de Karadenizliyim” diye hoşbeş edebilir diye düşünür Ela. Kendinden güçlü gördüğü takacının gölgesine sığınan Memet, aslında yaşamı boyunca yetke karşısındaki edilginliğini yinelemiştir burada. Memet için önemli olan “yolunda giden” ilişkileridir. Ela’yı seviyordur. Yetmez miydi? Ona neydi yaşlı Rum’dan, acıdan…
Ela, adaya yalnızca Memet’le birlikte olmak için gelmediğini anlar. Memet’le ilişkileri üstüne yaptıkları konuşmayla Ela, ilişkinin dışa dönüklüğünü vurgularken; Memet ilişkinin sınırının Ela’da bittiğini, olabilecek kaygıların da günlük, sıradan şeylerden öte olamayacağını düşünür. Kaçtıkları bozuk musluk, kapı gıcırtısı onlarla birlikte gelmiş; onlar nereye giderse oraya gidecektir.
Bir akşam ada halkının, çevre köylerden gelenlerin el ele, sevgiyle, şarapla, horayla, şarkıyla hiç kopmayacakmış gibi oluşturduğu coşku halkasını seyre dururlar. Katılıp katılmamakta kararsız kaldıkları halkın coşkusu denize taşınca, Ela kendini tutamayıp karışır aralarına. Memet de peşisıra sürüklenir. Eğlence sabaha dek sürer.
Sabah, sevinç, coşku, kardeşlik yerini çıkartma gemilerine, askerlere, dikenli tellere bırakır. Tepedeki kilisenin mumları Yunan adasına işaret veriliyor diye söndürtülür. Ve köydeki insanlar arasında yaratılan korku, kuşku, nedensiz düşmanlık… Memet’e doğal gelir bunlar. Bir gün önce el ele, kardeşçesine yaşayan insanların arasına çekilen tel örgüler, ekilen düşmanlık tohumları, haksızlık, sevgisizlik…hiçbiri doğal değildir Ela için. Ne yapılan adaletsizliğe doğal, kaçınılmaz olarak bakabilir ne de onun uzağında, dışında yaşayabileceğini düşünür. Kendileri dışında olup bitenlere yabancılaştıklarında birbirlerine de yabancılaşacaklarını kavrar Ela. Birbirine yabancılaşan insan neyi paylaşıp neyi değiştirebilir, neyi sevip, neyi büyütebilir...
Akşamüstü İmroz’dan vapura binerler. Ada, arkalarında tel örgülerle, yasaklarla, korkuyla, şaşkınlıkla kalır. Beynine üşüşen soruları, düşünceleri bütünleyip bir yargıya varmaya başlayan Ela, adada olup biten her şeyde, yaşlı Rum’da, acıda, ölümde, horada, çıkartma gemilerinde, haksızlıkta…kendinden, kendinde de onlardan bir şeyler görür. Akıp giden yaşama sırtını dönüp, herkesle birlikte yaşadığı dünyayı, onun acılarını, varlığını yok sayıp; kendileri dışındaki herkesten, her şeyden uzaklaşarak, sevmeyerek, düşünmeyerek, duymayarak, kendileri için oluşturdukları sığınakta yaşayamayacaktır Memet’le. Aşk da yaşamın kendisi gibidir Ela’ya göre. Yaşamın sıkıntısından, acısından kaçan aşkı da yaşayamaz.
Cansız, kıpırtısız... hiçbir eyleme gebe olmayan durallıktan sıyrılıp yürümek. Düşlediği, düğümlediği, çözdüğü, kurduğu, güzellediği... ne varsa onları eyleme dökmek. Yaşamın bir bütün olduğunu kavrayışla başlayan yürümek.
Anlatım Özellikleri
Üçüncü tekille anlatılan romanın iki ana kişisi vardır. Roman, kişilerden birinin yaşadığı kentin (kentteki değişim, gelişim, yozlaşmanın) betimlenişi ile başlar ve genelden özele giderek sonunda kişi üstünde odaklanır. Buradan ikinci kişiye çeşitli uğrak yerlerinden geçerek uzanır yazar. Yaşamlarının kesiştiği yere dek bu iki kişiyi, gerek iç sesleriyle ön plana çıkararak gerek birinden ötekine geçerek eşzamanlı olarak anlatır. İç seslerle kendilerini sorgulayan bu kişilerin çatışkıları gözler önüne serilir.
Çağrışım/benzetme yöntemi romanın hemen hemen bütününde kullanılmıştır. Bu yöntemde kişileri, olayları anlatırken yazar, onlarla doğadaki bir ağaç, hayvan ya da bir nesne arasında benzerlik kurar. Aynı zamanda bunu roman kişilerine de yaptırır.
Romana serpiştirilen yirmi dört doğa betimlemesiyle yazar, insanla doğa, toplumla insan arasındaki uyum-uyumsuzluğu incelikle sergilenmiştir. Anlatıma derinlik, akıcılık, zenginlik katan bu betimlemelerle yazar, insandaki bir kımıltının, canlılığın, değişimin doğadan bağımsız olmadığını, insanın doğanın bir parçası olduğunu özenle vurgulamıştır.
Bu betimlemelerden ve romandaki karşılıklarından birkaç örnek vermek gerekirse;
• Kışlık yiyecekleri tükenen karıncalar yeryüzüne çıkarlar. İçgüdüleriyle baharın geldiğini duyumsamışlardır. Engebeli yeryüzünde yürürler, yayılırlar. Her adımlarında bir şeyleri değiştirirler. Gözle görünmeyen ama değişen bir şeyler vardır. Romanda köyden kente göçün simgesidir karıncalar. Binlerce insan köyünden kasabasından çıkıp kente gelir. İlk önceleri kentte çok dikkat çekmezler. Kent yaşamının içinde kaybolurlar. Ama kentte içten içe bir şeyleri değiştirirler. Bir süre sonra kent kültürünün içinde köy kültürü de görülmeye başlanır.
• Asma kökü toprağın derinliklerinden yukarı filizini uzatır. Toprağı yararak yeryüzüne çıkar. Uzar, gövdesi kalınlaşır. Dallanır, yapraklanır. Çiçekler açar. Erkek ve dişi tohumlar birleşir. Önce ekşi koruk olur. Sonra bu koruklar tatlı üzüme dönüşür. İnsanlar, kuşlar, böcekler bundan çok hoşlanırlar çünkü doğaldır bu. Yazar, asma betimlemesiyle cinselliğin doğallıkla yaşanması gerektiğini anlatır. Ela’nın Şenel’le cinsel oyunları, Memet’le arkadaşlarının genelevle ilgili konuşmaları... çocukların ayıp olduğu söylenen cinselliği keşfetme çabaları ortasında yazar, toplumun değer yargılarıyla baskılanmamış doğal cinselliğin güzelliğine vurgu yapmak için kullanmıştır asma simgesini.
• Yazar, Memet’in “dışarı” çıkmadığı bir tatil günü, “dışarıya” ilişkin korkularını sorguladığı ve kendine çizdiği çemberin ayırdına vardığı bölümden sonra, bir kaplumbağa betimlemesi yapar. Kaplumbağanın yeşil çalıların arasında kendini, doğanın tahribatından koruyan ama aynı zamanda canlılığını da gizleyen kabuğuyla yaşaması, varoluşunu bir çember içinde sorgulayan küçük burjuva aydınının toplumdan kopuk olduğu için bunalmasının simgesi olarak kullanılır. Tıpkı dikenler, çalılıklar gibi doğanın parçası olmasına karşın hafif rüzgârda bile onların arasına gizlenerek, kabuğuna sinip, onları yalnız başlarına bırakması gibi, küçük burjuva aydınlar da toplumun parçası olmalarına karşın yaşamın çelişkilerinden kaçıp kendi varoluşsal sorunlarına gizlenirler.
İzlek
Toplumsal baskılar ve önyargılarla insanın doğasına yabancılaşmasıdır.
Roman yaşamın gelgitleri içinde, aşk, evlilik, annelik, dostluk gibi insanın ürettiği her değere sızan, bu değerleri bozan, ama insanın kanıksadığı için sorgulamadığı toplumsal kuralları, yargıları bir daha düşünmemizi sağlıyor. Hep varmış hep var olacakmış gibi gelen toplumsal ilişkilerin insan yapımı olduğunu, dolayısıyla yıkılabileceğini, yerine daha insancıl olanın kurulabileceğini sezdiriyor.
Nesnel Koşulların Olay Diziniyle Örtüşmesi
Yürümek romanında olayların geçtiği zaman açıkça belirtilmemiştir. Ama Ankara ve İmroz (Gökçeada) Adası olmak üzere iki uzamın betimlenmesinden roman döneminin 1940'lı ile 1970’li yıllar arası olduğunu anlıyoruz. Roman, gerçekliğini o yıllardaki nesnel koşullara dayandırmıştır.
Romanın ana kişisi Ela'nın çocukluğu 1950 yıllarının Ankara'sında geçer. O yıllar Türkiye’de kapitalizmin gelişmeye başladığı yıllardır. Kapitalizmin gereksinim duyduğu işgücü, kırsal bölgelerden kentlere göç eden insanlarla karşılanır. 1950-1960 yılları arasında köyden kente göçen insanların sayısı beş kat artmıştır. Bu yoğun insan devingenliğinin gereksinim duyduğu konut, altyapı ve benzeri hizmetler ne kapitalistler ne devlet eliyle sağlanır. Başlarının çaresine bakmak üzere bırakılan bu insanlar kendi evlerini ve mahallelerini kurma yoluna giderler ve gecekondu olgusu ortaya çıkar. Kent içindeki bu sınıfsal farklılaşmanın etkileri zamanla toplumsal ve kültürel yaşam içinde kendini gösterir.
Romanımızda göç olgusunu ve kentlerin bu yeni biçimlenişini sokaktaki çocuk oyunlarından ve semtlerin betimlenmesinden anlarız. Gecekondu mahallesi olarak adı geçen Deliler Tepesi, Ankara Seyranbağları’ndadır. Burası günümüzde de gecekondu dokusunu taşımaktadır. Romanda köyden gelenlerin çocuklarıyla kent çocukları arasındaki sınıfsal ayrım, Yenişehir çocuklarıyla Deliler Tepesi çocukları olarak gösterilmiştir. Gecekondu bölgelerinde okul olmadığı için varsıl semtlerdeki okullarda iki kesimin çocukları birlikte okurlar. Ancak aradaki sınıfsal ve kültürel ayrımlar, gerek varsıl ailelerce gerek okul yönetimi ve öğretmenlerce sürekli olarak vurgulanır. “... her sabah, dersten önce bir arama fasılları başladı. Öğretmen, elinde iki kalem, hep aynı çocukların başlarını karıştırdı, hep aynı çocuklar sıfır numara traş olmaya gönderildi. Ayıklandı bitler; sınıfın yaşça büyük, akılca küçük çocukları ayıklandı. Ayıklananlar arka sıralara oturdular. Önde oturan çocukların anaları daha sık gelmeye başladılar okula; geldi analar, gitti analar, önde oturan çocukların kazınmadı kafaları.” (s. 20)
Romanda gördüğümüz başka bir dönem olayı, 1967 yılında Türk-Yunan gerginliği sırasında İmroz Adası’na Türk askeri birliklerinin konuşlanmasıdır. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra Ege adalarının Yunanistan'a verilmesi ve Yunanistan'ın bu adaları silahlandırmak istemesiyle başlayan gerginliğe, yıllar içinde Kıbrıs, 12 mil deniz egemenlik sınırı, uçuş hava sahası gibi üzerinde uzlaşılamayan sorunlar eklenmiştir. 1967 yılı sonlarında iki devlet savaşın eşiğindedir. TBMM’den orduya Kıbrıs için savaş tezkeresi çıkar. Donanma Çanakkale Boğazı’ndan çıkarak Türk karasularının sınırı olan İmroz Adası açıklarında beklemeye başlar. Ege’deki Türk adalarında (İmroz-Bozcaada) askeri birlik sayısı arttırılır.
Rumlarla Türklerin birlikte kardeşçe yaşadığı İmroz adasında, askerin kurduğu düzenle gelen yasaklar, korku ve ekilen düşmanlık tohumları üzerinden yazar, ülke genelindeki gerginliği ve gelmekte olduğunu sezdiği yıkımı anlatır. “Akşamüstü günbatımını seyretmek için tepeye yürümek istediler. Düdük sesleri: “Yasak Bölge”. Tepe yasak, batan güneşin denize vuran kızıllığı yasak; silahı atan her zaman haklıdır, adaya kaçan katil, deli, belki tepede gizleniyordur, birlikte hora tepip sarhoş olmuş insanların içine saldığı korkuyu seyrediyordur kahkahalarla. Gece ilerledi. Saatlerdir kahvede oturuyorlardı. Ne onlar kimseyle tavla oynamak istediler, ne de kimse onlarla. Ela’yla Memet bildikleri gündelik rumca sözcükleri unutuvermişlerdi. Birinin gitmesi bekleniyor, birileri fazla. Belki de yalnızca tepedeki delinin, katilin gitmesini istiyor, ama bunu söylemeye cesaret edemiyoruz.” (s. 171-172)
yürümek;
yürümeyenleri arkasında boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
karanlığın gözüne bakarak yürümek..
yürümek;
dost omuzbaşlarını omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup yürümek..
yürümek;
yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını bilerek yürümek..
yürümek;
yürekten gülerekten yürümek..
-Nazım Hikmet Ran-
...cehenneme kadar...
…sokakları kimsesiz bırakan
bir yağmur altında..
biliyorum ki bileğimde yürümek için güç var..çünkü yürümekten başka yol yok
ve yine biliyorum ki rabbim, kalbime güven indirmezsen yürüyemem...
ulaşmayı, uzaklaşmayı,
geride kalmamayı ama geride kalanları,
ilerlemekten çok ilerletmek zamanı,
hem yolu hem arkadaşını içerendir.
yürümek yolları aşındırmaz da yürekleri aşındırır elbet.
gece yürüyen için edilir dualar da gecelere sığıştırılamaz yürüyüşler, gündüze yakışan oldukları için.
kendini bir yere ait hissetmeyenler için gecenin serinliği yürüyüşe davettir oysa.
tüm yürümeler birikir birikir de en güzeli en sona kalır: hakka yürümek..
Yürümek ardındaki gölgelerin zahirliğinde
titrek ruhun adımlarına nufüz ettiğini bilerek
içimdeki sürgüne bir vaveyla ekerek
Göçmek...
Kül zamanıdır
sönmüş kelamların biteveyesinde,
toparlanmaz yangın,
sistemli ölümlerin defnedilişinde
kardelenler gibi tek başına kalsa da, kendi dünyasında
baharın müjdesini verebilmek adına …
münferit bırakılmış olunması sarsmadan yolcuyu,
yürümesi gereken bir yol olduğunun bilinciyle
inanç, dua ve sabır ve tevekkül mefhumlarıyla
harmanlayıp soluğunu
“ben yolumun yolcusuyum” diyebilmek…
bu mudur acep “yürümek”!
belki…
ve sokaklar hep bomboş!
Yürümek; yürümeyenleri arkanda boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye bir mavzer gözü gibi karanlığın gözüne bakarak yürümek! ..
zayıflama amaçlı yapılan eylem
Bende bol olan fiildi bir zamanlar.
başladım yürümeye birde baktım yine baştayım...
birden bire herşey herşey, iyi herşey güzel geldi bana..
birden bire herşey herşey, yazık herşey değmez geldi bana
ne için kim için...
Sağlıklı yaşam için her gün saat 19 civarında...
Atatürk bahçesindeki çamlar ve rengarek güllerle bezenmiş parkurda...şelaleyi izleyerek....kuş seslerini dinleyerek....
Kulaklıklarımı takıp radio kanallarında sörf yaparak bir süredir devam ettiğim eylem..
Bir kilometreyle başladım...birkaç gündür 1.25 km yürüyorum...; =))
Yol boyu uzun uzun illa ki yalniz basina yahut sukut etmesini bilen biriyle..dakikalarca saatlerce ayaklarimda ki tüm dermanlari kaybedinceye kadar yürümek..
rahatlatıcı bişi. çıplak ayakla, çimenlerin üzerinde, börtüböcekle içiçe...