Önceden Aydınlandığım karanlık sokaklar vardı Bütün eller kirliydi suya değmeden evvel Sofralar eskiydi belki Ama mis gibi dereotu kokardı Şimdiki eller su ile temizlenmez ki
Sonra Lambalar takıldı köşe başlarına Aydınlandıkça karardı sokaklar Lambaların altında yazıldı En acı ayrılıklar
Kurşun girdi cinnet saatlerinde Sağdan Soldan Ortadan Cerihalar bağladı sevdalar
Kan gülleri yeşerdi Kırağıya çaldı üzerinde kestane kavrulan sobalar Yürekler kin pompaladı Nasibini en çok karanlık sokaklar aldı Oysa lambalar yokken Takvim yaprakları kendiliğinden kopardı
Şimdi Aydınlık sokakların lambaları şaştı Şimdi yurdumun aydını çok karanlıklaştı
O halde kaldırın Kaldırın lambaları sokaklarımdan Kaldırın aydınlığınızı karanlığımdan Gündüz güneş girsin Gece ay yetişsin kapımdan
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam, Uykudan uyandırsam seni: Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç\'ten. Vapur düdükleri ötmededir. Etraf alacakaranlık, Köprü açıktır henüz. Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam...
Yolculuğum uzun sürmüş oldukça Gece demir köprülerden geçmiştir tren. Dağ başında beş on haneli köyler, Telgraf direkleri yollar boyunca Koşuşup durmuş bizle beraber.
Şarkılar söylemişim pencereden, Uyanıp uyanıp yine dalmışım. Biletim üçüncü mevki, Fakirlik hali. Lületaşından gerdanlığa gücüm yetmemiş, Sana Sapanca\'dan bir sepet elma almışım..
Ver elini Haydarpaşa demişiz, Vapur rıhtımdadır pırıl pırıl, Hava hafiften soğuk, Deniz katran ve balık kokulu Köprüden kayıkla geçmişim karşıya, Bir nefeste çıkmışım bizim yokuşu...
Bir gün sabah sabah kapıyı vursam, -Kim o ? dersin uykulu sesinle içerden. Saçların dağınıktır, mahmursundur. Kimbilir ne güzel görünürsün sevgilim, Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam, Uykudan uyandırsam seni, Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç\'ten. Fabrika düdükleri ötmededir...
Gözlerinin eğrisi dolanıyor yüreğimi, Bir raks, bir dinginlik çemberi, Zamanın aylası, gece beşiği ve güvenli, Ve eğer hiçbir şey kalmadıysa aklımda yaşadığımdan Gözlerinin her zaman görmediğindendir beni.
Yaprakları günün ve pembe şarabın köpüğü, Rüzgarın sazları, kokulu gülücükler Işık dünyasını saran kanatlar, Gökyüzü ve deniz yüklü gemiler, Gürültü avcıları ve renk kaynakları.
Tanların kuluçka yatağından doğan kokular Yıldızların samanı üzerinde yatan Saflığa bağımlı gün gibi tıpkı Dünyada bağımlıdır senin tertemiz gözlerine Ve akar bütün kanım bakışlarında senin.
İki istasyon arası Kırmızıyı seriyorum sözcüklerin altına Acıkıyorum okudukça Kabar ey iştahım Benden uzaklaştıkça güdülen boşlukta Kalbimi doyuracaksın "Doymak" Tenin uyuştuğu ruhun uyandığı denklem Değişkenin kuvveti Okşanmanın şiddetini belirler Kendimi şiire vuracağım muhakkak Ateşli başlıkların sofrasını kaşıklayan yüreğin Süreğen hikayesidir bu
Yaşamak deyince Göğsümde sesler çoğalır Ben sese susarım Duyarım Nuh çağırınca Sele kapılan ağızlara dolan hüsranı Kızildeniz'de Sığınmanın/boğulmanın zıtlığını Değişen kabukla Çürüyen kalıp aralığında Yüzünü tufana dönen bir hayat Ve yanıltan dönüşteki hazinelerin hiçliği Çağırmamış beni adımla İnsan sessizlikten korkar Kendi konuşamadığı zaman
Ey hayat veren ve öldüren Ölüm hangi dünyanın özgürlüğü Cesaretimi kırbaçlamak için soruyorum Kafamızda Çelik yeleklerle girdiğimiz o büyük savaşlarda Cinnet geçirmesin cesaretimiz
Kendini doğuran acı Kendini imha et Kutsadıkların Kitaplarda kalan iadesiz alıntılardır Kahramanlıklar Bir kostümden ibaret Bir biçilme meselesi Damarlarımıza aşılanan muştular Hangi dogmanın ninnisi
şimdi muhtemelen bu kör saatlerde dönüp durmaktasındır ranzanda belki elli kişilik koğuşta benden de muhtaçsındır bir tek candan dost sarılışına zaman ektiğini biçme zamanıdır
pişmanlığın sivri ucu bükmektedir kitapların belini kesmektedir şakaların dilini elini eteğini de çekmiştir çoktan hayallerin zaman sigara dakikalarını artırma zamanıdır
yine muhtemelen düşünce odalarında ben gezinmekteyim yine muhtemelen gamsız, uçarı bir görüntü çizmekteyim onca sevgimi nasıl erittiğini gözlerine savurmaktayım zaman beni suçlama zamanıdır
şu an ne yaptığımı düşünüyor olabilirsin muhtemelen isabettir tahminlerin yine de uzaktan şöyle bir “acaba? ” içini kıyıyordur zaman hesaplaşma zamanıdır
pazar görüşlerini çoktan çıkardın da aklından epeydir mektuplarım da gelmiyor değil mi? yüzdesiz bir umuttasın bir zamanlar bana verdiğin gibi gözlerin bakamasa da gardiyana yüreğinden sesleniyorsun kendi adını alışkanlığına son mektuba kadardır sabrın ve başlamışsındır çoktan küfretmeye ya kadere ya bana ya aşka bu sevgi kendi başladı kendi kendini bitirdi sen yine günahsızsın zaman bahtına kahretme zamanıdır
sana hiç beklemeyi öğretmemiştim her zaman vardım değil mi? sevgimde savurgandım öfkemde cimri... hala da öyleyim ama ne öfkem kaldı sana ne sevgim çoktan geçmişti bitirme zamanı da zaman erteleme zamanıydı
Bütün mevsimleri severim de sonbaharı bir başka şarkıları da severim türlü türlü diyecekleri olur insana ama eskileri bir başka akşamı da başka türlü severim mesela vanilya kokulu mumlar bir fincan kahve ortasından başlanmış bir kitap yakın gözlükleri çiçekli pazen gecelikler bir hırka bir çift kısa çorap taşralı tarafım yani şehirden fersah fersah uzak uzanırım içime doğru kanatlarımı okşayarak
Seninle uzun bir yaz geçirmeli Yaslanıp dut ağacının terli bedenine Yaz boyu koyun koyuna dut ağacı gibi terlemeli
Sevgili,seninle eski bir Rum köyünde bir konakta Ahşabın kokusuna kokumuz karışa karışa Kulağına usuldan Bitez Yalısı'ndan türküler söylemeli
Ayrı geçen yaza inat seninle uzun uzun bir yazdan geçmeli Kuru ot kokulu keçi yollarından elele Şehre deli dolu serkeş çocuklar gibi inmeli
Tam da bu demde,bu havada Ege'den geçmiş gitmiş yazlar anısına... Bir yudum nar şarabı bir yudum sen derken... Ah,saçları gümüş kırmalı sevgili Bütün bir yazı boynunun kuytusunda uykuda geçirmeli...
Karanlık bir dehliz girizgahıdır sükutum şimdi Yaşıyorsam Hakkın yüzü suyu hürmetidir Kimdi Aklım ile kalbim arasında köprü kimdi Her zerre güdümlü kurşun misali
Cehennem yolculuğu Ölüm yokluğudur mısra-i matem Mabetlerden silindikçe yaz beni
Ne bu sendeki değişim sessizlik yeminimi ettin bana hiç değilse gözlerime bak gözlerin anlatır bana suçumu gözlerin de konuşmayacaksa kalbini göster bana o hiç yalan söylemez
Kimsenin en büyük sayısı yok. Herkes kendi sonsuzuna recâ!
Doğal sayı Tamsayı Reel sayı
Bir sayıdan diğerine uçuşup dursun formülüm. Nasıl da yoksulum eşitsizlikleri onaran gözlerinin karşısında!
Asal sayıyım!
Tehir edilmiş takvimlerin lirik akıntısına sığındığımdan beri pusulam yok artık benim. Sayıların kalbime hükmeden işlemleriyle seni sevdim.
Çünkü Sen aşk isen kalansız bölünebiliyorumdur Sana!
İki... Neden ölü numarası yapıyor bana?
Çift sayılar tünedi ışığıma bölünmek geçmiyor aklımın ucundan. Hiç gitmedim senden uzağa, mutlak değer oldum varlığına. Yine de çırpınan bir sayının eksildikten sonra eşitliğe fırlattığı o mahzun bakış gibi baktım ardından...
Üç boyuta sığamıyorum; bölünmüş bir aşkın integralini alıp duruyorum. Orijinden bakarken gözlerine durmadan merkezim kayıyor teğet geçiyorum ellerine.
Yardım edin bana! Bir vektör geçiyor yüreğimden; sen yine de boyutlarını içime ekmeye devam et, ben trigonometriyi oyalarım sonra aşk eksenine aldırırsın beni de...
Ayrıldığımızda hangi buharlaşan ruhtuk iyi hatırla! Kaç bilinmeyenli denklemin içindeyiz şimdi? Bir tek bölme işlemini bağışlama!
Üç... Senden sonra bir zaman belirtmedi.
Israrla ikiye bölüp durdum uykularımı, akrebi çarparak yelkovana. Gittin ki tüm gece elimde permütasyon hesabı. Bir irrasyonel sayıya döndüm, gizleyerek doğallığını dudaklarımın çözüm kümesine.
Evrensel kümeye sığdım da yokluğunun sonsuzluğuna sığamadım. Kalbimden bir yığın yazgı çıkarıyorum ekleyerek görüntü kümemize. Bir tek çıkarma işlemini bağışlama!
Beş... Cevabı sen ol diye tüm şıkları kodladım. Kitapçık sende optik bende kaldı.
Olmadı! Çarpanlarına ayırdığım saçların da döndü sırtını bana. Topuğu kırılmış artılar şimdi eksilen avuçlarımda. Bir tek toplama işlemini bağışlama!
Yedi... Sesimdeki en hüzün sayı.
Sen eksilirken, yokluğun dünyada yedi kıta. Gökkuşağı yedi renk. Veda çölünü gezip durdum da Sen bahçemde yediveren gül. Sayı asal olur başka şeyler de anlatırım sana.
Bilmedin... Yokluğun tüm işlemlere parantez açıyor değer bulmadığım ikslere. Sen hangi işlemle vardın karşıya. Bir tek çarpma işlemi bağışlama!
Şimdi aramızda sonsuzluğa akıp giden ipince bir sayı doğrusu...
Kümeme düşen senden daha vahim bir sayı geçmedi denklemimden. Özür borçluyum bölündükçe kalbi acıyan her sayıya.
Yine de sendeyim her işlemde. Sonsuzun bitişini gördüm gidişinde. Unut sayıları... Bir tek kendini bağışlama!
uzanırım sesinin çocuksu buğusuna. bir şarkı kımıl kımıl, ruhumun sularında. bir cennet kokar rüzgar, tütsünelir mevsimler. miske bulanır dünya, seni her duyduğumda. o an bir yağmur başlar, bir yağmur uzaklardan. yıkanır hüzünlerim, bengisu kuyusunda...
vezne çeksem hasreti, anlatsam insanlara. yağmurlardan seni ben, sabahlara damıtsam. ve kazısam adını en derin duvarlara. sınırların ardından ellerine uzansam...
birgün elbet bitecek, bu yaşamak kâbusu. sular da anlar artık, insanlar yalan söyler. ecelden biraz önce, vuslat gelseydi keşke. yoksa neyi sarar ki, âh yitik ellerimiz. özü cahil sulara hayzeran ne anlatır. ne söyleşir semayla aşkın derin kuyusu...
uzanırım kitabın en kutsal kelâmına. bir esrik temmuz başlar, sonsuzluğun namına. zeytinlerle söyleşir, siyah giyinmiş kadın. günahkâr gözlerime aşktan cemreler damlar. şefkatle bakar sokak, şefkatle bakar işte kedi, köpek, ne varsa, hepsi de acır bana. nasıl unutayım ki, bağbozan o mevsimi. ne sözle anlatılır, ne de şiire sığar...
madem gemiler yandı, düne veda edeyim. denizlerim çekilsin, çekilsin kuyulara. hayzeran dileğine, içli amin çekeyim. çöllerdir asıl mekân en ulvi sevdalara...
Sesin Denize açılan sokakları ömrümün. Arnavut kaldırımlarında bahar kokusu. Hanımeli, portakal çiçeği, ıhlamur... Yürürken akşam gün batımına Üstüm başım çiçek tozu... İçimde renklerden düğün.
Sesin Bir çiğ tanesi hüznüme düşen. Rüzgarına kapıldığım turkuaz bir su...
Bilirim, Her mevsim aynı yağmaz saçlara. Ayışığı her gece aynı damlamaz. Insan aynı hisle aynı yerinden Defalarca birleşip ayrılamaz. Zaman ki, Küflü çerçevesinde İnkisârına akarken malihulyanın Bilirim...kayıp gider resimler Mutlak gider sevilenler...sevenler... İcinde arındığımız asi nehirler Kirler! Yelesindeki hurriyet yılkı atlarının Gider Azameti dağların Asaleti insanın. Yasamak... gider...
Bir tek sesin kalır bende geriye Mevsimsiz bir titreyisle Sevgili! Sol yanımı hissederim. Ebabiller uyanır. Annesiz yanıma bir siir düşer. Kaybolur sükutu çocukluğumun Metruk düşlerimde gövdem doğrulur...
Bir tek sesin Sevgili...
Sesin ki Y a ğ m u r ! Hatırlatır kalbime: "Bir damlada bir çavlan nasıl var olur?"
İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu Bebeklerin ulusu yok Başlarını tutuşları aynı Bakarken gözlerinde aynı merak Ağlarken aynı seslerinin tonu
Bebekler çiçeği insanlığımızın Güllerin en hası,en goncası Sarışın bir ışık parçası kimi Kimi kapkara üzüm tanesi Babalar,çıkarmayın onları akıldan Analar,koruyun bebeklerinizi Susturun,susturun söyletmeyin, Savaştan,yıkımdan söz ederse biri.
Bırakalım sevdayla büyüsünler Serpilip gelişsinler fidan gibi Senin,benim,hiç kimsenin değil Bütün bir yer yüzünündür onlar Bütün insanlığın gözbebeği
İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu Bebeklerin ulusu yok Bebekler çiçeği insanlığımızın Ve geleceğimizin biricik umudu.
Haktan gelen şerbeti içtik elhamdulillah Şol kudret denizini geçtik elhamdulillah Şol karşıki dağları meşeleri bağları Sağlık safalık ile aştık elhamdulillah
Kuru idik yaş olduk kanatlandık kuş olduk Birbirmize eş olduk uçtuk elhamdulillah Vardığımız illere şol safa gönüllere Halka tapduk manisin saçtık elhamdulillah
Beri gel barışalım yad isen bilişelim Atımız eğerlendi estik elhamdulillah İndik Rum'u kışladık çok hayır şer işledik Uş bahar geldi geri göçtük elhamdulillah
Dirildik pınar olduk irkildik ırmak olduk Artık denize dolduk taştık elhamdulillah Taptuğun tapusuna kul olduk kapusuna Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdulillah
Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin, Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin. Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır bir güldürür; Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.
her aşk bir mecnun büyütmez ve her insan kendini sever sadece zamanı yontan mevsimler yıllanmış hüzünler bırakırken kalbime aynalarda arama annemdeki yüzümü sığınıp tanrı'ya adını andıktan sonra bir azize sattım onu taşrada sürgün ayaklarım hallaç başımla kırdım aşka dair öğrendiğim ne varsa kalender bir eda ile kırdım kuklacı kanımla suladığım gülün dalını
yorgun şehrayinlerden artakalan hüzün mühürlü gözlerden süzülen damla inatla söylüyorum işte tüm insanlara bir kez olsun açmadı şakağımda gül ant içtim yalan yere tevili yoktur yalan tüm kahinler yalancı remil ansızın çıkagelen sevgili yoktur
kayboldu bir bir bindiğim tahta atlar ihtiyar çocuklar yaşardı bu şehirde kuklacı onlar da binip gitti kaybolan atlarıma yıkık kaşlı esmer alınlarının kırışığını hangi duvara serip açarlar şimdi kim bilir bu şehirde gözleri bulutsu düşleri yeşil uğrunda ölünesi sevgililer yaşardı eskiden onlar da sırroldular ömrüme ziyan yaralı bir hançerdir şimdi kalbimde hicran
ölüler şehrindeyim kuklacı kollarım örümcek gözlerim yosun gül yağmuru bekliyorum mezarlık kuytusu apartmanlarda yoldan uzun düşten kısa bir gecenin ardından ince bir bulut akıyor şehre ateşten sudan kaçıyor bir bulut aşktan yağmurdan bir bulut bir çıngı sis ve hamaylı o ve gül yağmuru yok anlıyor musun
içim insan mezarlığı en çok da ben ölmüşüm kuklacı adım başı mezar taşım var katillerim en sevdiğim insanlar
ıı
kuklacı oynatma parmaklarını bahtiyar günlerimiz uzakta kaldı herkes kendinden kaçıyor şimdi nasılsa hatırlatma bize unutamadıklarımızı gamlı gözlerinle ağlatıp çağırma kalbinde yabancı ölüler taşıyan insanları mevsimsiz hayatların sayrı yalnızlığına
yola vurma beyhude parmaksız çocukları ki masal değil yaşadığımız kuklacı kim inanır küllerinden doğduğuna anka’nın ve kim gökyüzünde kaldığına kanatlarının çölün kapısındayım ne serap ne heyula ebabil çığlıkları duydum taş duvarlarda kurtuluşum yok ve ziyanken ömrüm isminin baş harfinde ölüme yattığım gün gördüm kuklacı apansız gördüm her şeyi
bir sabun köpüğü gibi yağarken yağmur kaybolup gider sandım içimde bir yerlerde ama yok asılı kaldı hep en acıtan hâliyle kuklacı uğrunda ölmeye ahdetse de mehlika kesik bir şarap hüznü ve uzayan gölgelerle kanına yürürken ıslak ve deli taylar yıkılası kentlerde yenik düşer şeytana kelebeklerden masum eflatun kirpikli kızlar
her şey gün batarken oldu biçti kalbimi bir kırık mısra ben gün batarken düştüm aşka ay gün batarken anladı yalnızlığını dağlar kimsesizliğini kadınlar… gün batarken sus dedi bilge. sus unutursun o zaman siyahtı saçlarım doğrudur sandım sustum kuklacı öğrendim ki yıllar sonra kendimden yarım kalan hiçbir şeyi unutamam ben
ııı
kuklacı son itirafımdır geç kayıtlara şark çıbanı görmüş yüzümde en kadim konuk olsa da hüzün ben kimseye ağlamadım ömrümce bana da ağlamasın canlar esefa ne var ki dünyada insan ve eşya yalnızca
yalancıyız kuklacı mektuplar şarkılar kadar ay düşer gölgemize günahtır akşamlarımız en sevdiklerimizden alırız en çok acıyı kederle sınanırken en coşkun çağımızda utangaç katiller gibi yer ömrümüzü sevdalısı olduğumuz kızıl şafaklar
kaç kez yola çıktım sevmek fikriyle sakıt ve meczup bir keşiş gibi kendimi unuttuğum o yerde yadigar bırakıp tüm urbalarımı mavinin mavisi sanıp ardınca yürüdüğüm şu ölü kadın var ya kuklacı gözleri karanfil tanırım onu çok eskilerden yüreği mühürlü bir annedir o şimdilerde ona bir kez olsun söyleyemedim gençliğinde gözlerinde öldüğümü kaç kere
mahzenimde şarap ruhumda ızdıraptı ben uzun bir lal idim o kısa bir hayal çaldılar kuklacı düşlerimde büyüttüğüm o hüzzam sevgiliyi ki bir sır bilirdim onu kimselerin bilmediği ince uzun esmer bir sır kim çaldı kuklacı garip ve selis sırrımı kim
kuklacı son kez vursun boynumu acemi cellat söz yeniden doğmayacağım yoruldum artık yükü kaygı olan pervaneye ne denir topla hatıraları askıda kalsın melal kahır yok. sitem yok. pişmanlık hiç. suya yenik düşen bir gül olacağım söz
Aşksız ve paramparçaydı yaşam bir inancın yüceliğinde buldum seni, bir kavganın güzelliğinde sevdim. Bitmedi daha, sürüyor o kavga ve sürecek yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.
Ne dudaklarda yarım şiirler Ne solmuş aşk ve deniz Uçurumlarda direnen güller Törenlerle yakılmıyordu henüz Dimdik ayaktaydı bitimsiz coşkular Bazen aşılmış Bazen aşılmak üzere O serdengeçti yaralı tutkular.
Bir deprem çağının birdenbiresinde Önce görevler silahlandı önümüzde Sonra kurallar ve kapkara baskılar Kesildi sanki sözlerin soluğu Türküler yetişmez oldu ahlara İşte içlenmenin o en içli anında Yalnızca sen kaldın kollarımda Yalnızca sen Dağlı çiçeklere döndü gözlerin Hep mutluluk açtı kırlarımda.
Su ve ateş çağındaydı soluğumuz En umutsuz geceyarılarında En ıssız yollarda bırakıldık hep Yıkılmadık Günün bir yüzünde avuçlarken güneşi Bir yüzünde yeniden düştük toprağa Korkmadık Yüreğimizle parçaladık en sert kayaları Filizlenip uzandık dostluğun gökyüzüne En bereketli yağmurları Hep kendi soluğumuzla yarattık.
Aşk demişti yaşamın bütün ustaları Aşk ile sevmek bir güzelliği Ve dövüşebilmek o güzellik uğruna İşte yüzünde badem çiçekleri Saçlarında gülen toprak ve ilkbahar Sen misin seni sevdiğim o kavga Sen o kavganın güzelliği misin yoksa.
Bir inancın yüceliğinde buldum seni Bir kavganın güzelliğinde sevdim Bin kez budadılar körpe dallarımızı Bin kez kırdılar Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz Bin kez korkuya boğdular zamanı Bin kez ölümlediler Yine doğumdayız işte yine sevinçteyiz.
Bitmedi daha sürüyor o kavga Ve sürecek Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı, Bir dakika araba yerinde durakladı. Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar... Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya, Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya. İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık, Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı... Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları, Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler, Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgârların saçına Asıldı arabamız bir dağın yamacına. Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, Yalnız arabacının dudağında bir ıslık! Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar, Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu. Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu. Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince. Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi. Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi. Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine. Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine. Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali, Sonunda ademdir diyor insana yolun hali, Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan. Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor, Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor... Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan; Geçiyordu araba yola benzer bir sudan. Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu, Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu: Ağır ağır önümden geçti deve kervanı, Bir kenarda göründü beldenin viran hanı. Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri. Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya. Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı, Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı. Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor, Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor. Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı. Gitgide birer ayet gibi derinleştiler Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler... Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı, Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı; Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler, Aygın baygın maniler, açık saçık resimler... Uykuya varmak için bu hazin günde, erken, Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı. Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa; "On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan Baba ocağından yar kucağından Bir çiçek dermeden sevgi bağından Huduttan hududa atılmışım ben" Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi... Gözüm imza yerinde başka ad görmedi. Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş! Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş; Araya gitti diye içlenme baharına, Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk, Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk. Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri. Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor, Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor... Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar, Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar. Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide, İki dağ ortasında boğulan bir geçide. Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden: Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla, Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla. Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu, Burada son fırtına son dalı kırıyordu... Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla, Savrulmaya başladı karlar etrafımızda. Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü; Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü... Gönlümde can verirken köye varmak emeli Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!" Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş. Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor, Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor... Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri, Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri. Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor, Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"Gönlümü çekse de yârin hayali Aşmaya kudretim yetmez cibali Yolcuyum bir kuru yaprak misali Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı, Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı... Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde. Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık, Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık. Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım, Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım! "Garibim namıma Kerem diyorlar Aslı'mı el almış haram diyorlar Hastayım derdime verem diyorlar Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben" Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında, Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında. Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı! Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı! Az değildir, varmadan senin gibi yurduna, Post verenler yabanın hayduduna kurduna!.. Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu: "Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?" Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende, Dedi: "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!" Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti, Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti... Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim, Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim. Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar, Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar! Ey garip çizgilerle dolu han duvarları, Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar Şu aranıp duran korkak ellerimi tut Bu evleri atla bu evleri de bunları da Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım İnecek var deriz otobüs durur ineriz Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor Seni aldım bu sunturlu yere getirdim Sayısız penceren vardı bir bir kapattım Bana dönesin diye bir bir kapattım Şimdi otobüs gelir biner gideriz Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat.
Devrilen yükün (neçe)
Patladı yüreğin mayınları
Kiminin tutmuyor dizleri, kimi sağır, kimi dilsiz
kiminin görmüyor gözleri..
Toplanıp aşıyor engelleri
Umuda bel bağlamış
Gece yürek dağlamış neçe...
Sevdim anason kokan ağız tadını
Yanık kokan yürek bağını,
Sevdim kimsenin oralı olmadığı
Olduğun yerin ağıtlarını,
Uzunca bi hava tutar dilin
Yükselen kederinden...
Dumanı tüten bi havayım şimdi
Sana ve senden gizlenen...
Yılların devirdiği yükün hamalıyım şimdi...
Selda Yetişoğlu
Sokak Lambaları
Önceden
Aydınlandığım karanlık sokaklar vardı
Bütün eller kirliydi suya değmeden evvel
Sofralar eskiydi belki
Ama mis gibi dereotu kokardı
Şimdiki eller su ile temizlenmez ki
Sonra
Lambalar takıldı köşe başlarına
Aydınlandıkça karardı sokaklar
Lambaların altında yazıldı
En acı ayrılıklar
Kurşun girdi cinnet saatlerinde
Sağdan
Soldan
Ortadan
Cerihalar bağladı sevdalar
Kan gülleri yeşerdi
Kırağıya çaldı üzerinde kestane kavrulan sobalar
Yürekler kin pompaladı
Nasibini en çok karanlık sokaklar aldı
Oysa lambalar yokken
Takvim yaprakları kendiliğinden kopardı
Şimdi
Aydınlık sokakların lambaları şaştı
Şimdi yurdumun aydını çok karanlıklaştı
O halde kaldırın
Kaldırın lambaları sokaklarımdan
Kaldırın aydınlığınızı karanlığımdan
Gündüz güneş girsin
Gece ay yetişsin kapımdan
Yıldırım Uzun
Terkib-i Bend -VIII-
Her şahsı harîm-i Hakk’a mahrem mi sanırsın?
Her tâc giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın?
Dehri arasan binde bir âdem bulamazsın,
Âdem görünen harları âdem mi sanırsın?
Çok mukbili gördüm ki güler, içi kan ağlar,
Handân görünen herkesi hurrem mi sanırsın?
Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddî,
Her merhemi her yâreye merhem mi sanırsın?
Kibre ne sebeb? Yoksa vezîrim diye gerçek,
Sen kendini düstûr-ı mükerrem mi sanırsın?
Ey müftehir-i devlet-i yek-rûze-i dünyâ,
Dünyâ sana mahsûs u müsellem mi sanırsın?
Hâlî ne zaman kaldı cihân ehl-i tama’dan,
Sen zâtını bu âleme elzem mi sanırsın?
En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?
Bir gün gelecek sen de perîşân olacaksın,
Ey gonca bu cem’iyyeti her-dem mi sanırsın?
Nâ-merd olayım çarha eğer minnet edersem,
Cevrinle senin ben keder etsem mi sanırsın?
Allah’a tevekkül edenin yâveri Hak’dır,
Nâ-şâd gönül bir gün olur şâd olacakdır.
Ziya Paşa
Bir Gün Sabah Sabah
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni:
Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç\'ten.
Vapur düdükleri ötmededir.
Etraf alacakaranlık,
Köprü açıktır henüz.
Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam...
Yolculuğum uzun sürmüş oldukça
Gece demir köprülerden geçmiştir tren.
Dağ başında beş on haneli köyler,
Telgraf direkleri yollar boyunca
Koşuşup durmuş bizle beraber.
Şarkılar söylemişim pencereden,
Uyanıp uyanıp yine dalmışım.
Biletim üçüncü mevki,
Fakirlik hali.
Lületaşından gerdanlığa gücüm yetmemiş,
Sana Sapanca\'dan bir sepet elma almışım..
Ver elini Haydarpaşa demişiz,
Vapur rıhtımdadır pırıl pırıl,
Hava hafiften soğuk,
Deniz katran ve balık kokulu
Köprüden kayıkla geçmişim karşıya,
Bir nefeste çıkmışım bizim yokuşu...
Bir gün sabah sabah kapıyı vursam,
-Kim o ? dersin uykulu sesinle içerden.
Saçların dağınıktır, mahmursundur.
Kimbilir ne güzel görünürsün sevgilim,
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam,
Uykudan uyandırsam seni,
Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç\'ten.
Fabrika düdükleri ötmededir...
Turgut Uyar
Acının Başkenti
Gözlerinin eğrisi dolanıyor yüreğimi,
Bir raks, bir dinginlik çemberi,
Zamanın aylası, gece beşiği ve güvenli,
Ve eğer hiçbir şey kalmadıysa aklımda yaşadığımdan
Gözlerinin her zaman görmediğindendir beni.
Yaprakları günün ve pembe şarabın köpüğü,
Rüzgarın sazları, kokulu gülücükler
Işık dünyasını saran kanatlar,
Gökyüzü ve deniz yüklü gemiler,
Gürültü avcıları ve renk kaynakları.
Tanların kuluçka yatağından doğan kokular
Yıldızların samanı üzerinde yatan
Saflığa bağımlı gün gibi tıpkı
Dünyada bağımlıdır senin tertemiz gözlerine
Ve akar bütün kanım bakışlarında senin.
Paul Eluard
Birikmiş Kirlerle Konuşmalar
İki istasyon arası
Kırmızıyı seriyorum sözcüklerin altına
Acıkıyorum okudukça
Kabar ey iştahım
Benden uzaklaştıkça güdülen boşlukta
Kalbimi doyuracaksın
"Doymak"
Tenin uyuştuğu ruhun uyandığı denklem
Değişkenin kuvveti
Okşanmanın şiddetini belirler
Kendimi şiire vuracağım muhakkak
Ateşli başlıkların sofrasını kaşıklayan yüreğin
Süreğen hikayesidir bu
Yaşamak deyince
Göğsümde sesler çoğalır
Ben sese susarım
Duyarım
Nuh çağırınca
Sele kapılan ağızlara dolan hüsranı
Kızildeniz'de
Sığınmanın/boğulmanın zıtlığını
Değişen kabukla
Çürüyen kalıp aralığında
Yüzünü tufana dönen bir hayat
Ve yanıltan dönüşteki hazinelerin hiçliği
Çağırmamış beni adımla
İnsan sessizlikten korkar
Kendi konuşamadığı zaman
Ey hayat veren ve öldüren
Ölüm hangi dünyanın özgürlüğü
Cesaretimi kırbaçlamak için soruyorum
Kafamızda
Çelik yeleklerle girdiğimiz o büyük savaşlarda
Cinnet geçirmesin cesaretimiz
Kendini doğuran acı
Kendini imha et
Kutsadıkların
Kitaplarda kalan iadesiz alıntılardır
Kahramanlıklar
Bir kostümden ibaret
Bir biçilme meselesi
Damarlarımıza aşılanan muştular
Hangi dogmanın ninnisi
Söz dinlemek
Ölümcül bir deyimmiş
Bahçe Ee
GÖRÜŞ BİTTİ
şimdi muhtemelen
bu kör saatlerde
dönüp durmaktasındır ranzanda
belki elli kişilik koğuşta
benden de muhtaçsındır
bir tek candan dost sarılışına
zaman ektiğini biçme zamanıdır
pişmanlığın sivri ucu
bükmektedir kitapların belini
kesmektedir şakaların dilini
elini eteğini de çekmiştir
çoktan hayallerin
zaman
sigara dakikalarını artırma zamanıdır
yine muhtemelen
düşünce odalarında
ben gezinmekteyim
yine muhtemelen
gamsız, uçarı bir görüntü çizmekteyim
onca sevgimi nasıl erittiğini
gözlerine savurmaktayım
zaman beni suçlama zamanıdır
şu an ne yaptığımı düşünüyor olabilirsin
muhtemelen isabettir tahminlerin
yine de uzaktan şöyle bir “acaba? ”
içini kıyıyordur
zaman hesaplaşma zamanıdır
pazar görüşlerini çoktan çıkardın da aklından
epeydir mektuplarım da gelmiyor değil mi?
yüzdesiz bir umuttasın
bir zamanlar bana verdiğin gibi
gözlerin bakamasa da gardiyana
yüreğinden sesleniyorsun
kendi adını alışkanlığına
son mektuba kadardır sabrın
ve başlamışsındır çoktan küfretmeye
ya kadere
ya bana
ya aşka
bu sevgi kendi başladı
kendi kendini bitirdi
sen yine günahsızsın
zaman bahtına kahretme zamanıdır
sana hiç beklemeyi öğretmemiştim
her zaman vardım değil mi?
sevgimde savurgandım
öfkemde cimri...
hala da öyleyim ama
ne öfkem kaldı sana
ne sevgim
çoktan geçmişti bitirme zamanı da
zaman erteleme zamanıydı
masum hatam
çekildim artık hayatından
görüş bitti....
Reşide Sarıkavak
Bütün mevsimleri severim de
sonbaharı bir başka
şarkıları da severim
türlü türlü
diyecekleri olur insana
ama eskileri bir başka
akşamı da
başka türlü severim mesela
vanilya kokulu mumlar
bir fincan kahve
ortasından başlanmış bir kitap
yakın gözlükleri
çiçekli pazen gecelikler
bir hırka bir çift kısa çorap
taşralı tarafım yani
şehirden fersah fersah uzak
uzanırım içime doğru
kanatlarımı okşayarak
Arzu Eşbah
KUYTUDA BİR YAZ
Seninle uzun bir yaz geçirmeli
Yaslanıp dut ağacının terli bedenine
Yaz boyu koyun koyuna dut ağacı gibi terlemeli
Sevgili,seninle eski bir Rum köyünde bir konakta
Ahşabın kokusuna kokumuz karışa karışa
Kulağına usuldan Bitez Yalısı'ndan türküler söylemeli
Ayrı geçen yaza inat seninle uzun uzun bir yazdan geçmeli
Kuru ot kokulu keçi yollarından elele
Şehre deli dolu serkeş çocuklar gibi inmeli
Tam da bu demde,bu havada
Ege'den geçmiş gitmiş yazlar anısına...
Bir yudum nar şarabı bir yudum sen derken...
Ah,saçları gümüş kırmalı sevgili
Bütün bir yazı boynunun kuytusunda uykuda geçirmeli...
25.07.2008/Kuşadası-Davutlar
Ceyda Çarpan Kutlucan
Mısra-i Matem
Karanlık bir dehliz girizgahıdır sükutum şimdi
Yaşıyorsam
Hakkın yüzü suyu hürmetidir
Kimdi
Aklım ile kalbim arasında köprü kimdi
Her zerre güdümlü kurşun misali
Cehennem yolculuğu
Ölüm yokluğudur mısra-i matem
Mabetlerden silindikçe yaz beni
Kasır Galı
***Sütre ve İnşirah**
dehşeti gör
ve
yeryüzünü siyaha boyayan şehveti
kasıklarında karanlık patlamalar
kozmik bağırtılar
var oluşa bağlı ağrılar
var olduğunu zannedenlerin
şiiri kirleten
aşkı iğfal edip
apıştan dünya seyredenlerin
kulak tırmalayan
ruh karartan
çığlıklarını duy
sen
bir yeryüzü imgesisin artık
ey
loşluğuna sabahlar
sepia eylüller sunduğum hayat
içimde debelenen dehşeti gör
ey
kulaklarından tutup
dizime yatırdığım yanılış
aykırı kuramların
beynime yaptığı basınç
gör beni
tenden öte
candan ziyade
gör
bir hazanı
bir yağmurla
bir bulutu
bir kuşla
değiştir
bir yangıyı
bir şehvetten koru
beni koru
kara ruhların
kararmış hiçliğinden
gecemi esirge
ve eksik kılma üzerimden
kuş seslerini
aşk
bir tanımdır
gözlerimin yatağında
bir kasırga
bir deprem
bir okşayış olarak
aynı zamanda
geçirgen zıtlığımdan koru beni
sarsak bilgiçliğimden
kağıdı kutsayarak
kalemi
bir yaraya direnmek
bir ilenci gidermek savaşında
silah görerek
yazıyorum
yaz dediğini
yazgının
beni gör
ey ruhumu
saman kağıtların pürüzlerinde konuklayan aşk
beni gör
ve beni koru
seni şehvet sanmaktan
korkumu gider
korkunçluğumu sütrele
cinayetimi sakla
ve
ört beni hatice
dağları ört üstüme
cehlimin üzerine kapat
geceyi ve gökyüzünü
inşirâh ol bana
kalbimi aç
göğsümü aralayarak
karart beni
ört beni ne olur
kalbimin vahyi geldi
az önce
OKUdum
anladım
ağladım ve korkuyorum
ört beni
anlayışımı gizle
süz beni
evrenin bilgisinden
geceden ve hayaletlerden
sez beni
alemden
ayetten
şiirden
...
onsekizmartikibinon
Şükrü Özmen
Ne bu sendeki değişim sessizlik yeminimi ettin bana hiç değilse gözlerime bak gözlerin anlatır bana suçumu
gözlerin de konuşmayacaksa kalbini göster bana o hiç yalan söylemez
Mahreçsiz Neşide
Bir mektubun sonuna eklenmiş
veda cümlesiydi sözlerin ;
g i t t i m . .
Ölü kelebekleri avucumda saklayıp
düş yanığı hayallerimi heybemde toplayıp
sanki düşmanımdan öç alır gibi . .
Giderken anladım
mürekkebi bitmiş bir kalemin
başka kağıtlara dökülemeyeceğini..
Hiçbir yere aşina değil kalemim
ne boş sayfalardaki arı beyazlığa
ne de silinmişlerdeki griliğe . .
hangi kağıda gitsem ,
yaralarım kavlıyor
Şimdi
tamam olmaya çalışırken
mısralarını yitiren uzun bir şiir gibiyim..
Mürekkep yerine kan damlıyor satırlara. .
harflere kefeni giydirdim,
yüklendim cenneti sırtıma
cehenneme yürür gibiyim . .
Ey kalemim ,
telaşında öl !
Süzdür mürekkebini ..
Dönme bir daha bitmiş şiirlerine..
Yazacak yerin yok !
Vera Erendiz
Avuçlasam içimin yangınını, bin volkan akar parmaklarımdan.
Üstünü örttüğüm gecenin açıkta kalan ayak uçları tepemde dolaşan
Tuttuğum her dilekten
Yuttuğum bir hıçkırık peydah oldu
Düğüm alfabesi dizelerinde sesin...
Üç adımda bitecek bir kumsaldı oysa
Düştüğüm deniz
Kırk yerden yaması sökülen şiirlerde..
Murat Çakıroğlu
Avuçlasam içimin yangınını, bin volkan akar parmaklarımdan.
Üstünü örttüğüm gecenin açıkta kalan ayak uçları tepemde dolaşan
Tuttuğum her dilekten
Yuttuğum bir hıçkırık peydah oldu
Düğüm alfabesi dizelerinde sesin...
Üç adımda bitecek bir kumsaldı oysa
Düştüğüm deniz
Kırk yerden yaması sökülen şiirlerde..
Murat Çakıroğlu
Gözlerindeki Asal Sayı Ölüsü
Kimsenin en büyük sayısı yok.
Herkes kendi sonsuzuna recâ!
Doğal sayı
Tamsayı
Reel sayı
Bir sayıdan diğerine
uçuşup dursun formülüm.
Nasıl da yoksulum
eşitsizlikleri onaran gözlerinin karşısında!
Asal sayıyım!
Tehir edilmiş takvimlerin
lirik akıntısına sığındığımdan beri
pusulam yok artık benim.
Sayıların kalbime hükmeden
işlemleriyle seni sevdim.
Çünkü Sen aşk isen
kalansız bölünebiliyorumdur Sana!
İki...
Neden ölü numarası yapıyor bana?
Çift sayılar tünedi ışığıma
bölünmek geçmiyor aklımın ucundan.
Hiç gitmedim senden uzağa,
mutlak değer oldum varlığına.
Yine de
çırpınan bir sayının eksildikten sonra
eşitliğe fırlattığı o mahzun bakış gibi
baktım ardından...
Üç boyuta sığamıyorum;
bölünmüş bir aşkın
integralini alıp duruyorum.
Orijinden bakarken gözlerine
durmadan merkezim kayıyor
teğet geçiyorum ellerine.
Yardım edin bana!
Bir vektör geçiyor yüreğimden;
sen yine de
boyutlarını içime ekmeye devam et,
ben trigonometriyi oyalarım
sonra aşk eksenine aldırırsın beni de...
Ayrıldığımızda hangi buharlaşan ruhtuk
iyi hatırla!
Kaç bilinmeyenli denklemin içindeyiz şimdi?
Bir tek bölme işlemini bağışlama!
Üç...
Senden sonra bir zaman belirtmedi.
Israrla ikiye bölüp durdum uykularımı,
akrebi çarparak yelkovana.
Gittin
ki tüm gece elimde permütasyon hesabı.
Bir irrasyonel sayıya döndüm,
gizleyerek doğallığını
dudaklarımın çözüm kümesine.
Evrensel kümeye sığdım da
yokluğunun sonsuzluğuna sığamadım.
Kalbimden bir yığın yazgı çıkarıyorum
ekleyerek görüntü kümemize.
Bir tek çıkarma işlemini bağışlama!
Beş...
Cevabı sen ol diye tüm şıkları kodladım.
Kitapçık sende optik bende kaldı.
Bir avuç standart sapma yaşadıklarımız;
sargılı bilinmeyenim eşitsizliğe çarpa çarpa
devirli ondalıklı sayılar büyüyor şuramda.
Güya
köklü sayıların sabrıyla bakacaktın bana.
Olmadı!
Çarpanlarına ayırdığım saçların da
döndü sırtını bana.
Topuğu kırılmış artılar
şimdi eksilen avuçlarımda.
Bir tek toplama işlemini bağışlama!
Yedi...
Sesimdeki en hüzün sayı.
Sen eksilirken,
yokluğun dünyada yedi kıta.
Gökkuşağı yedi renk.
Veda çölünü gezip durdum da
Sen bahçemde yediveren gül.
Sayı asal olur
başka şeyler de anlatırım sana.
Bilmedin...
Yokluğun
tüm işlemlere parantez açıyor
değer bulmadığım ikslere.
Sen hangi işlemle vardın karşıya.
Bir tek çarpma işlemi bağışlama!
Şimdi
aramızda sonsuzluğa akıp giden
ipince bir sayı doğrusu...
Kümeme düşen senden
daha vahim bir sayı
geçmedi denklemimden.
Özür borçluyum
bölündükçe kalbi acıyan her sayıya.
Yine de sendeyim her işlemde.
Sonsuzun bitişini gördüm gidişinde.
Unut sayıları...
Bir tek kendini bağışlama!
Veysel Toprak
Hayzeran'ın Uğultusu
uzanırım sesinin çocuksu buğusuna.
bir şarkı kımıl kımıl, ruhumun sularında.
bir cennet kokar rüzgar,
tütsünelir mevsimler.
miske bulanır dünya,
seni her duyduğumda.
o an bir yağmur başlar,
bir yağmur uzaklardan.
yıkanır hüzünlerim, bengisu kuyusunda...
vezne çeksem hasreti, anlatsam insanlara.
yağmurlardan seni ben, sabahlara damıtsam.
ve kazısam adını en derin duvarlara.
sınırların ardından ellerine uzansam...
birgün elbet bitecek, bu yaşamak kâbusu.
sular da anlar artık, insanlar yalan söyler.
ecelden biraz önce, vuslat gelseydi keşke.
yoksa neyi sarar ki, âh yitik ellerimiz.
özü cahil sulara hayzeran ne anlatır.
ne söyleşir semayla aşkın derin kuyusu...
uzanırım kitabın en kutsal kelâmına.
bir esrik temmuz başlar,
sonsuzluğun namına.
zeytinlerle söyleşir, siyah giyinmiş kadın.
günahkâr gözlerime aşktan cemreler damlar.
şefkatle bakar sokak, şefkatle bakar işte
kedi, köpek, ne varsa, hepsi de acır bana.
nasıl unutayım ki, bağbozan o mevsimi.
ne sözle anlatılır, ne de şiire sığar...
madem gemiler yandı, düne veda edeyim.
denizlerim çekilsin, çekilsin kuyulara.
hayzeran dileğine, içli amin çekeyim.
çöllerdir asıl mekân en ulvi sevdalara...
Hasan Tan
Sesin Yağmur
Sesin
Denize açılan sokakları ömrümün.
Arnavut kaldırımlarında bahar kokusu.
Hanımeli, portakal çiçeği, ıhlamur...
Yürürken akşam gün batımına
Üstüm başım çiçek tozu...
İçimde renklerden düğün.
Sesin
Bir çiğ tanesi hüznüme düşen.
Rüzgarına kapıldığım turkuaz bir su...
Bilirim,
Her mevsim aynı yağmaz saçlara.
Ayışığı her gece aynı damlamaz.
Insan aynı hisle aynı yerinden
Defalarca birleşip ayrılamaz.
Zaman ki,
Küflü çerçevesinde
İnkisârına akarken malihulyanın
Bilirim...kayıp gider resimler
Mutlak gider sevilenler...sevenler...
İcinde arındığımız asi nehirler
Kirler!
Yelesindeki hurriyet yılkı atlarının
Gider
Azameti dağların
Asaleti insanın.
Yasamak... gider...
Bir tek sesin kalır bende geriye
Mevsimsiz bir titreyisle Sevgili!
Sol yanımı hissederim.
Ebabiller uyanır.
Annesiz yanıma bir siir düşer.
Kaybolur sükutu çocukluğumun
Metruk düşlerimde gövdem doğrulur...
Bir tek sesin Sevgili...
Sesin ki
Y a ğ m u r !
Hatırlatır kalbime:
"Bir damlada bir çavlan nasıl var olur?"
Esra Tabur
BEBEKLERİN ULUSU YOK
İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu
Bebeklerin ulusu yok
Başlarını tutuşları aynı
Bakarken gözlerinde aynı merak
Ağlarken aynı seslerinin tonu
Bebekler çiçeği insanlığımızın
Güllerin en hası,en goncası
Sarışın bir ışık parçası kimi
Kimi kapkara üzüm tanesi
Babalar,çıkarmayın onları akıldan
Analar,koruyun bebeklerinizi
Susturun,susturun söyletmeyin,
Savaştan,yıkımdan söz ederse biri.
Bırakalım sevdayla büyüsünler
Serpilip gelişsinler fidan gibi
Senin,benim,hiç kimsenin değil
Bütün bir yer yüzünündür onlar
Bütün insanlığın gözbebeği
İlk kez yurdumdan uzakta yaşadım bu duyguyu
Bebeklerin ulusu yok
Bebekler çiçeği insanlığımızın
Ve geleceğimizin biricik umudu.
ATAOL BEHRAMOĞLU
Aşka Sevdalanma
Can verme sakın aşka aşk afeti candır
Aşk afeti can olduğu meşhuru cihandır
Sakın isteme sevdayı gam aşkta her an
Kim istedi sevdayı gamlı aşk ziyandır
Her ebrulu güzel elinde bir hançeri honriz
Her zülfü siyah yanında bir zehirli yılandır
Yahşi görünür yüzleri güzellerin emma
Yahşi nazar ettikte sevdaları yamandır
Aşk içre azap olduğu bilirem kim
Her kimseki aşıktır işi ahü figandır
Yadetme güzel gözlülerin merdümi çeşmin
Merdüm deyip aldanma kim içtikleri kandır
Gel derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanmaki şair sözü elbette yalandır.
Fuzuli
Elhamdülillah
Haktan gelen şerbeti içtik elhamdulillah
Şol kudret denizini geçtik elhamdulillah
Şol karşıki dağları meşeleri bağları
Sağlık safalık ile aştık elhamdulillah
Kuru idik yaş olduk kanatlandık kuş olduk
Birbirmize eş olduk uçtuk elhamdulillah
Vardığımız illere şol safa gönüllere
Halka tapduk manisin saçtık elhamdulillah
Beri gel barışalım yad isen bilişelim
Atımız eğerlendi estik elhamdulillah
İndik Rum'u kışladık çok hayır şer işledik
Uş bahar geldi geri göçtük elhamdulillah
Dirildik pınar olduk irkildik ırmak olduk
Artık denize dolduk taştık elhamdulillah
Taptuğun tapusuna kul olduk kapusuna
Yunus miskin çiğ idik piştik elhamdulillah
Yunus Emre
Aşk
Sen kocaman çöllerde bir kalabalık gibisin,
Kocaman denizlerde ender bir balık gibisin.
Bir ısıtır, bir üşütür, bir ağlatır bir güldürür;
Sen hem bir hastalık hem de sağlık gibisin.
Özdemir Asaf
Kuklacı
ı
her aşk bir mecnun büyütmez
ve her insan kendini sever sadece
zamanı yontan mevsimler
yıllanmış hüzünler bırakırken kalbime
aynalarda arama annemdeki yüzümü
sığınıp tanrı'ya adını andıktan sonra
bir azize sattım onu taşrada
sürgün ayaklarım hallaç başımla
kırdım aşka dair öğrendiğim ne varsa
kalender bir eda ile kırdım kuklacı
kanımla suladığım gülün dalını
yorgun şehrayinlerden artakalan hüzün
mühürlü gözlerden süzülen damla
inatla söylüyorum işte tüm insanlara
bir kez olsun açmadı şakağımda gül
ant içtim yalan yere tevili yoktur
yalan tüm kahinler yalancı remil
ansızın çıkagelen sevgili yoktur
kayboldu bir bir bindiğim tahta atlar
ihtiyar çocuklar yaşardı bu şehirde kuklacı
onlar da binip gitti kaybolan atlarıma
yıkık kaşlı esmer alınlarının kırışığını
hangi duvara serip açarlar şimdi kim bilir
bu şehirde gözleri bulutsu düşleri yeşil
uğrunda ölünesi sevgililer yaşardı eskiden
onlar da sırroldular ömrüme ziyan
yaralı bir hançerdir şimdi kalbimde hicran
ölüler şehrindeyim kuklacı
kollarım örümcek gözlerim yosun
gül yağmuru bekliyorum
mezarlık kuytusu apartmanlarda
yoldan uzun düşten kısa bir gecenin ardından
ince bir bulut akıyor şehre ateşten sudan
kaçıyor bir bulut aşktan yağmurdan
bir bulut bir çıngı sis ve hamaylı
o ve gül yağmuru yok anlıyor musun
içim insan mezarlığı
en çok da ben ölmüşüm kuklacı
adım başı mezar taşım var
katillerim en sevdiğim insanlar
ıı
kuklacı oynatma parmaklarını
bahtiyar günlerimiz uzakta kaldı
herkes kendinden kaçıyor şimdi nasılsa
hatırlatma bize unutamadıklarımızı
gamlı gözlerinle ağlatıp çağırma
kalbinde yabancı ölüler taşıyan insanları
mevsimsiz hayatların sayrı yalnızlığına
yola vurma beyhude parmaksız çocukları
ki masal değil yaşadığımız kuklacı
kim inanır küllerinden doğduğuna anka’nın
ve kim gökyüzünde kaldığına kanatlarının
çölün kapısındayım ne serap ne heyula
ebabil çığlıkları duydum taş duvarlarda
kurtuluşum yok ve ziyanken ömrüm
isminin baş harfinde ölüme yattığım gün
gördüm kuklacı apansız gördüm her şeyi
bir sabun köpüğü gibi yağarken yağmur
kaybolup gider sandım içimde bir yerlerde
ama yok asılı kaldı hep en acıtan hâliyle
kuklacı uğrunda ölmeye ahdetse de mehlika
kesik bir şarap hüznü ve uzayan gölgelerle
kanına yürürken ıslak ve deli taylar
yıkılası kentlerde yenik düşer şeytana
kelebeklerden masum eflatun kirpikli kızlar
her şey gün batarken oldu
biçti kalbimi bir kırık mısra
ben gün batarken düştüm aşka
ay gün batarken anladı yalnızlığını
dağlar kimsesizliğini kadınlar…
gün batarken sus dedi bilge. sus unutursun
o zaman siyahtı saçlarım doğrudur sandım sustum
kuklacı öğrendim ki yıllar sonra kendimden
yarım kalan hiçbir şeyi unutamam ben
ııı
kuklacı son itirafımdır geç kayıtlara
şark çıbanı görmüş yüzümde
en kadim konuk olsa da hüzün
ben kimseye ağlamadım ömrümce
bana da ağlamasın canlar esefa
ne var ki dünyada insan ve eşya yalnızca
yalancıyız kuklacı mektuplar şarkılar kadar
ay düşer gölgemize günahtır akşamlarımız
en sevdiklerimizden alırız en çok acıyı
kederle sınanırken en coşkun çağımızda
utangaç katiller gibi yer ömrümüzü
sevdalısı olduğumuz kızıl şafaklar
kaç kez yola çıktım sevmek fikriyle
sakıt ve meczup bir keşiş gibi
kendimi unuttuğum o yerde
yadigar bırakıp tüm urbalarımı
mavinin mavisi sanıp ardınca yürüdüğüm
şu ölü kadın var ya kuklacı gözleri karanfil
tanırım onu çok eskilerden
yüreği mühürlü bir annedir o şimdilerde
ona bir kez olsun söyleyemedim gençliğinde
gözlerinde öldüğümü kaç kere
mahzenimde şarap ruhumda ızdıraptı
ben uzun bir lal idim o kısa bir hayal
çaldılar kuklacı düşlerimde büyüttüğüm
o hüzzam sevgiliyi ki bir sır bilirdim onu
kimselerin bilmediği ince uzun esmer bir sır
kim çaldı kuklacı garip ve selis sırrımı kim
kuklacı son kez vursun boynumu acemi cellat
söz yeniden doğmayacağım yoruldum artık
yükü kaygı olan pervaneye ne denir
topla hatıraları askıda kalsın melal
kahır yok. sitem yok. pişmanlık hiç.
suya yenik düşen bir gül olacağım söz
Kalender Yıldız
YERYÜZÜ AŞKIN YÜZÜ
OLUNCAYA DEK
Aşksız ve paramparçaydı yaşam
bir inancın yüceliğinde buldum seni,
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
Bitmedi daha, sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.
Ne dudaklarda yarım şiirler
Ne solmuş aşk ve deniz
Uçurumlarda direnen güller
Törenlerle yakılmıyordu henüz
Dimdik ayaktaydı bitimsiz coşkular
Bazen aşılmış
Bazen aşılmak üzere
O serdengeçti yaralı tutkular.
Bir deprem çağının birdenbiresinde
Önce görevler silahlandı önümüzde
Sonra kurallar ve kapkara baskılar
Kesildi sanki sözlerin soluğu
Türküler yetişmez oldu ahlara
İşte içlenmenin o en içli anında
Yalnızca sen kaldın kollarımda
Yalnızca sen
Dağlı çiçeklere döndü gözlerin
Hep mutluluk açtı kırlarımda.
Su ve ateş çağındaydı soluğumuz
En umutsuz geceyarılarında
En ıssız yollarda bırakıldık hep
Yıkılmadık
Günün bir yüzünde avuçlarken güneşi
Bir yüzünde yeniden düştük toprağa
Korkmadık
Yüreğimizle parçaladık en sert kayaları
Filizlenip uzandık dostluğun gökyüzüne
En bereketli yağmurları
Hep kendi soluğumuzla yarattık.
Aşk demişti yaşamın bütün ustaları
Aşk ile sevmek bir güzelliği
Ve dövüşebilmek o güzellik uğruna
İşte yüzünde badem çiçekleri
Saçlarında gülen toprak ve ilkbahar
Sen misin seni sevdiğim o kavga
Sen o kavganın güzelliği misin yoksa.
Bir inancın yüceliğinde buldum seni
Bir kavganın güzelliğinde sevdim
Bin kez budadılar körpe dallarımızı
Bin kez kırdılar
Yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
Bin kez korkuya boğdular zamanı
Bin kez ölümlediler
Yine doğumdayız işte yine sevinçteyiz.
Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.
Adnan Yücel
DAVET
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu, bu dâvet bizim
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hürve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim...
Nâzım HİKMET
HAN DUVARLARI
-Osmanzade Hamdi Bey'e-
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa
Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!"
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben"
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL
Beni Candan Usandırdı
Beni candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem'i yanmaz mı
Kamu bîmârına cânân deva-yı derd eder ihsan
Niçün kılmaz bana derman beni bîmar sanmaz mı
Şeb-i hicran yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı
Gûl-i ruhsârına karşu gözümden kanlu akar su
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı
Gâmım pinhan tutardım ben dedîler yâre kıl rûşen
Desem ol bî-vefâ bilmem inanır mı inanmaz mı
Değildim ben sana mâil sen ettin aklımı zâil
Beni tan eyleyen gafîl seni görgeç utanmaz mı
Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır
Sorun kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı
Fuzuli
Göğe Bakma Durağı
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım
Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumayalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım
Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat.
Turgut Uyar
Gül Bestesi
Gül mevsimi geldi mi her şey bize yâr olur
Gönüller gül kokarken geceler nehâr olur
Bad-ı saba getirir diyâr-ı gülden koku
Figan eden bülbüle şifayâb rüzgâr olur
Gözyaşıyla yoğrulur şebnemler yanağında
Dönüşür yağmurlara damlalar cuybâr olur
Yağmur damlalarıyla yıkanırken gülistan
Dile gelir goncalar çiçekler gülnâr olur
Gül derip gül yüzünden armağanlar taşısam
Çoraklaşan şu dünya yemyeşil diyâr olur
Gül renginle boyanır kuşanır özlemini
Kalbim aşkınla yanıp tutuşarak var olur
Ey bülbülün sevdası sultanı gülistanın
Sensiz bütün mevsimler bize sonbahar olur
Rıfkı Kaymaz
Bukle ne denek ya da kuble ne demek nerelerde kullanılır diye baksaydınız keşke...