Ülkemin en batısından doğusuna giderken gördüğüm çırılçıplak dağlar
Yeşil ve maviden yoksun kentler
Alabildiğine uzanan sarı
Zılgıt çeken kadınlar
Aynı topraklarda uzaktan seyredekaldığım medeniyet
Ağustos ayının kavurucu sıcağında on bir yıldır da İstanbul da olmama rağmen ilk defa çıkmıştım Çamlıca ya. Sevmememe rağmen kağıt bardakta iki çay aldım. Yüksek sesle konuşan insanlardan uzak kalacağım bir yer bulmaya çalıştım İstanbul da olduğumu unutarak. Buradan İstanbul u seyretmek alakasız iki yolun kesişmesi gibiydi onca yıl sonra. Uzun uzun seyrettim İstanbulu. İkinci çayımla vedalaşma sırası geldi ve başladım yürümeye. Biraz yürüdükten sonra bir çam ağacı gördüm. Babaannemin evinin önündeki çam ağacı aklıma geldi. Akmasına elimi sürdüm sonunda olacakları bildiğim halde. Güldüm kendi kendime. Gördüğüm en küçük camiydi girdiğim. Ellerimi yıkadım geçmeyeceğini bilerek. Yolu bilmeden sağ sol nereye çekerse o sokaktan indim aşağıya. Kadıköy minibüsüne bindim. İstikamet Adile Sultan Kasrı. Oraya da ilk gidişimdi.Kasrın merdivenlerini karşıdan gören uzun bir masa vardı oraya oturdum yine iki bardak,, ama bu defa cam bardakta,, çay alarak. Habbsm Sınıfı nın replikleri geçti bir bir aklımdan. Uzun bir seyirden sonra ikinci çayımla vrdaşıp masadan kalktım. Kastın arkasından yürümeye başladım. Burası sanki bambaşka bir dünyaydı.Neresi olduğunu bilmediğim yerin duvarına sekiz tane kedi uzanmış kendilerini çam ağaçlarının gölgesine bırskmışlardı. Fotoğraflarını çekmeyi düşünürken arkadaki pencerede tek eliyle tuttuğu çaydanlığı diğer eliyle destekleyerek çay doldurmaya çalışan yaşlı bir kadın gördüm. Onu izlerken bir an göz göze geldik. Gelin çay içelim dedi. Şaşırdım.Orası neresiydi kadın kimdi niye birden oradan gidememiştim. Tabelayı gördüm.......... Huzurevi.Duymazlıktan görmezlikten gelemedim. Ayaklarım bir şekilde içeriye çekildi. Uzunca bir balkonu vardı.Yuvarlak küçük bir masa, üç sandalye. Aralıklı konmuş çiçek saksıları. Duvarlar sanırım orda kalanların yaptığı el işleriyle süslenmiş ti.
Yuzduremedin denizin mavisinde gönlümü
Karada da eyleyemedin
Buzuldu hayatın görünen, görünmeyen
Bilmem kaç milyar yıldır aynı erk
Soğuk, puslu başlangıçlar
Ardından alev, ateş, yangınlar
Tanrı kadını Smyrna da erkeği Mezopotamya da doğurur
Ve savurur yasak sevişmelerin meyvelerini Konstantinopolis'e
Sam'in Zâl'ı Elburz Dağı'na bırakışıı gibi.
Burda başlar erkekle kadının hikayesi.
Gizli bir mabed inşaa ederler Mısır ı kıskandıracak
Birbirlerinden habersiz, kadın saçlarında , erkek sakallarinda saklar tanrıya olan nefretlerini.
Her köşe başındaki yasemin kokusunu
Eve varışınının son donemecindeki igde kokusu bozuyor
Kokular birbirine karışıyor
Eve varınca bu kokuların yerini
Anasonla tütün alıyor
Bırakmıyor yakanı evden uzaklaşmanı sağlayan leylak kokusu
En büyük ahiret sorusu
Zorun adı neydi?
Cehenneme giden yolda.
Tanrı herkesi kutsamıyordu.
Renklerin orta yerinde
Siyah beyaz kalıyordu analar.
Ben senin acını sevdim.
Kimliğinin ötekilestirilmisliginin altında çektiğin eziyeti
Dilinin artık anlatamayisini seni
Öfkeyle anlattığın Silvan yangınlarını
Her seye rağmen benimkinden güzel gelen çocukluğunu
Erken yaşta büyümek zorunda olmanı
Ne güzel çocuktun
Coğrafya kaderdirin en güzel kanıtıydın çocuk
Silvanın bilmediğim bir sokağındaydı evi
Neden bilmiyordum o da ayrı bir hikaye
Mevzu Silvanlı sevdiğimin çocukluğu...
Evlerinin karşısı tugaydı.
Tanrı hiç bu kadar sessiz kalmamıştı.
Bu sessizlik hayra alamet değil dedi insanoğlu ve devam etti.
Ey Tanrı Musa seni görmek istediğinde neden susmadın?
Zeus ve Semelenin oğulları gibi doğdu aşk
Semelenin onu doğurduğu gibi sancılı Zeusun baldırı nda sakladığı gibi gizli.
Kısa zamanların esriyen sevgilileriydiler.Bakkhalar gibi kaçmak isterken Tanrisindan mitolojiye yenik düştü.
Erkek kendini ölümsüz ilan etmişti.
Kalypso gibi kollarına sarardi kadın,İthakaya donmesin diye.
Yazık insanlar herşeyi Tanrıdan biliyorlar,kader deyip pusuyorlardı.




Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!