Sükunetini korur, akar zaman.
Ne hazin öykülere katlanır.
Ağır veballeri taşıyan, köle midir?
Nedir bu itaat, zor gelmez mi? Bekleyiş.
Hesabını tutar, geçer zaman.
Acılar çekildi, iz bıraktı derinden
Seneler geçti, can eksiltti tenimden
Lakin içtim, hem ağlatıp hem güldüren deminden
Yine de anlayamadım hayat gerçek miydi? Düş müydü?
Geçmiş tutulmaz, gelecek belki gelmez
Gönlüm hazanda uyandı
Aşkın ile yandı, boyandı
Kalbim boş diye ağlar iken habersiz
Gözyaşımı tüketmişim boşuna.
Gözümden düştü ömrüm
Özüm ağlar, yüzüm güler.
Bu ne haldir, kim bana söyler?
Onlar söyleyemez, herkes bilmez bu derdi.
Bilseler de gülerler, sanırsın gönülleri murada erdi.
Sanki hayatı, ödünç aldım birinden.
Yıllar önce, bir nineyle uzun uzun sohbet etmiştik.
Bu ninenin, saçları kar gibi beyaz, elleri nasırlı, yüzünde satır satır çizgiler, bakışlarında Sonbahar hüznü vardı.
Komşu ilden çalışmak için gelmişlerdi. Çadırlarda yaşıyorlardı. Yaşı yetmiş vardı ama hala tarlada çalışır, amelelik yapardı. Yani yoksuldu, o zamanlar yaşlı maşı fakir yardımı yoktu.
Konuştuk onunla hayattan, geçimden, bir ara sordum, eşini nasıl tanıdın, onu sevmiş miydin diye. Nine güldü:
Bu millet sizi ezbere biliyor, siz hâlâ kendinizi tanımadınız mı?
İnsanların yarasını deşip, kanatıp yeni yaralara sebep olmaya çalışırken kime hizmet ettiğiniz artık gün gibi ortada.
Hatay halkı Suriye’nin durumunu biliyor.
Bir zamanlar Amik Gölü varmış. Sazlıklarında kuşlar gezer, sularında balıklar yüzermiş. Sakın masal anlatıyor sanmayın...!
Yüksekten, ovayı seyrediyordum. Alevler yükselen, yanan tarlalara bakınca üzüldüm ve sonra, aklım yanlışlar silsilesinin en başına gitti. Ben görmemiştim tabi, babam söylemişti. Babamın çocukluğu Amik Gölü’nde bir adada geçmiş.
Bu ada, şimdi Baldıran köyü, eskiden Baldıran Höyüğü'ymüş. Amik Gölü’nde çeşit çeşit göçmen kuş varmış. Babam, Amik Gölü’nde adını bilmediği daha sonra da, televizyonda dahi görmediği, kuş çeşitleri olduğunu anlatırdı.
Güneş dağların arkasına gizlenirken, Küçük çoban eve dönme vaktinin geldiğini anlıyor. Koyunlarını önüne katıp evin yolunu tutunca içi cız ediyor Küçük Çobanın. Henüz yedi yaşlarında bir çocuk. Küçük yüreği isteksiz atıyor. Yürüdüğü yollardaki tozlara karışmak, yok olmak mümkün olsa keşke.
Dağlarda koyunlarını otlattığı her gün, o gün akşam olmasın diye dua ediyor. Ne mümkün. Güneş her sabah müjde, her akşam hüzün getiriyor. Yine akşam, yine eve dönme vakti. Ayakları yolları ezberlemiş. Küçük yüreğinin karşı koymasına hiç aldırmadan yürüyor. Yol kenarında, boy verip tohuma durmuş otlara, üzerlerinde gezinen böceklere, sıra sıra dizilmiş karıncalara bile imreniyor.
Keşke, o da onlardan biri olsaydı, eve dönmek zorunda kalmasaydı. Yalnız kendi için üzülmüyor Küçük Çoban, koyunları da aynı durumdalar. Onlarda eve dönmek istemiyorlar. Bunu, koyunlarının tok oldukları halde, yol kenarındaki otları yemek için sık sık durmalarından anlıyor. Belli ki, onlarda eve dönmek istemedikleri için oyalanıyorlar. Ön tarafı yırtık, eski kundurasından bir taş ayakkabısının içine giriyor. Durup ayakkabısını çıkarırken kısık gözlerle yürüyeceği yola bakıyor. Doğrulup ayakkabısını silkelerken derin bir iç geçiriyor. Ayakkabısını giyip istemez adımlarla yürürken, yollar da ona inat kısalıyor.
Nereye geldim? Diye düşünmemiştim.
Sıcak ve rahat kucak taydım ben.
Bebektim o zaman, sır ne bileyim.
Annem beşiğimi sallardı, uyurdum hep ben.
Nereye giderim? Diye sormamıştım.
Bir düşünün, insanlar kavgaya çekilmiş, kışkırtılmış ve çinnet derecesinde öfkelendirilmişler.
Etraflarında onları sakinleştirecek kimse olmadığı gibi, ellerinin altına da, silah koymuşlar. Bu kavga büyük ihtimalle yaralanma ve ya ölümle biter.
Hatta ellerinde silah olmasından cesaret alırlar, sataşmaktan da ileri giderler, haddi aşan öfkeyle, inanılmaz cinayetler işlerler.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!