DOKUNMAK
“Dokunmak” sözcüğünün “Bana dokunuyor”, “Kanıma dokundu”, “Bir dokun bin ah işit”, “Bana dokunmayan yılan” gibi “kötü” anlamda kullanımları başka bir dilde de var mıdır? Bilmiyorum. Hadi diyelim ki bunlar “kötü dokunmaları” sonucu üretilmiş olsun; buna karşı dokunmadın güzelliği üstüne sözleri niye yok? Buradan kalkarak genel olarak “dokunmak” eyleminin taşıdığı içeriğe ilişkin olan söz bir ön yargıya sahi olduğumuzu düşünüyorum. Dokunmak bir anlamda çok masum bir şeyi başka bir anlamdaysa oldukça “tehlikeli” içerik taşıyan bir yasak bölgenin hudut kapısı.
Oysa dokunmak beş duyumuzun en güzel olanaklarından biri. Kadife, goblen, tafta bir kumaşa; abanoz bir kutuya, eski bir 45’lik plağın yüzeyine, bir kitabın sayfalarına, bir çiçeğin taç yapraklarına, bir kadının boynuna, bir cama, bir mindere de dokunmak isteyebilir insan. Her dokunma cinsellik içirmez elbet. Bu bütünüyle hazların ve zevklerin gelişmesiyle, yaşamdan zevk alıp,ona güzelleştirme isteğiyle ilintilidir. Bizde bütün yaşama ve zevk yoksullukları, yalnızca ekonomik yoksullukla açıklandığından gerçek nedenleri anlayamıyoruz.
Ama bana öyle geliyor ki, biz dokunmanın inceliklerine pek vakıf değiliz. Genellikle dokunmayı pek sevmiyoruz da değdirmeyi yaslanmayı, abanmayı, mıncıklanmayı, ovuşturmayı, yüklenmeyi. Ten kültürümüz dokunmanın inceliklerinden çok elleşmenin hışırlıklarına, dayamanın kalınlıklarına daha yatkın. Bu yüzden elbette otomobil sanayiinde ileri gidemiyoruz ama, otobüsçülükte, fortçulukta üstümüze yok.
Dokunmak, “ilişki kültürü” açısından hem bir incelik, hem demokratik bir karşılık bekleme biçimidir. İzin istemedir, sormadır, karşı tarafın seçme hakkını tanımaktadır. Oysa biz el koymayı, ya da dayatmayı, sıkıştırmayı yeğliyoruz. İlişki isteğimiz, demokratik bir sessiz anlaşmadan çok, müdahaleci, cebri bir ısrarı içeriyor. Daha ikili ilişkide bile bu tür baskıcı bir tavrı yeğleyen bir toplum olarak, demokrasi arabasına da her on yılda bir el atıp düzlüğe çıkarma, dar boğazları küçük dipçik ve falaka dokunuşlarıyla geçmeye, geçirmeye çalışıyoruz.
Kahramanı sen olan bir roman
Sayfalarını okşuyorum,başından
Belkide sabrımı sınıyor zaman
Kendi kendimi avutuyorum
Yakıyorken sevdan aldırmadan
Yazıp,çiziyorum sana destan
Denizimsin benim özlemim
Derinmavi içimdeki gözlerin
İçim dışım seni dinler
Senin özlemin sancılarını çekerim
Ne günüm güne benzer
Ne de gecem geceye
Döküldü gitti gece..
Döküldü...
Çiğtaneleri gözlerimde
Serseri bir kuş içerimde
Çırpınıp durdu sensizlikte
Günler gelipte geçtikce
Deniz oldum
Mahir oldum vuruldum
Hasan oldum Hüseyin oldum
Mumcuydum vuruldum
Yusufçuktum susturuldum
Sor sorgula beni
Yüreğinde ara
Var ise ufacık ta sevda
Sor sorgula
Papatyada,gülde savdam sana
Çığlık çığlık martıda ara
Ne kadar da güzeldin
Alımllı bahar tenlim
Sımsıcak bakışların
Beni yaktın kül ettin
Seni beni yok artık
Olur da bir gün düşersem bağrına
Bir yağmur tanesi saydamlığın da
Sev isterdim, yüreğinle,gözünle
Yatır sonra dizlerine,usulca
Uyuyayım seni görürken ruya
Dalga,dalga sevdamsın bağrıma vuran
Derin mavi yaram…
Yosun kokulu sabahım
Sahilimsin, adımladığım
Bırakıp,giderim sen kıyılarında
Düş kurarım gelecek adına
Ateş serpti giden yarim bağrıma
Arkasından çocuk gibi ağladım
Baharın kondum da gonca dalına
Bülbül gibi figan edip,ağladım
Ayrı düştüm candan,mecalden artık
bu kadar güzel şiirlerin okunmaması bir kayıp