İnci Germenliler Şiirleri - Şair İnci Ge ...

İnci Germenliler

ANILAR… ANILAR…

LUNAPARK MACERALARI,
DÖNME DOLAPTA PANİK…
BURSA KÜLTÜRPARKTA YAŞANMIŞTIR ...
Mudanya’da lise olmadığı için Bursa’ya taşındığımız 1966-67 li yıllarda, yaz aylarında babam bizi her hafta sonu Kültür Parktaki restoranlara akşam yemeğine götürürdü. Gündüz sıcaktan bunaldığımız için (O zamanlar evlerde klima yoktu) parkın serinliği bizim çok hoşumuza gider, yemeğimizi neşe içinde yerdik.

Devamını Oku
İnci Germenliler

MAHALLEDE CİNAYET

Hayat bizlere hiç beklemediğimiz anlarda öyle olaylar yaşatır ki şaşar kalırız. He zaman güzel ve tatlı değildir yaşanan olaylar. Bazen acı ve dehşet dolu olaylar da yaşanır ve anısı yıllarca belleğimizde saklı kalır. Hiç kimse bir saniye sonra ne yaşanacağını bilemez.
Sıcak bir yaz gününün öğle sonrasıydı. Olaylar zamanın ruhuna uygun akarken mahallemizdeki yaşları on, on beş civarında olan bir gurup kız ve erkek çocukları saklambaç oynuyorlardı. Ben henüz okula gitmiyordum, sanırım altı yaşındaydım. Oynayanlar arasında dokuz yaşında olan ablam da vardı, küçük olduğum için beni oyuna almamışlardı. Ebe seçilip oyun başlayınca hepsi koşmaya ve saklanacak yer aramaya başladılar. Benden peşlerinden koşmaya başladım ve oyun oynanan yerden bir hayli uzaklaştık. Bayırdan aşağıya inip diğer sokağın başına geldik. Niyetleri alt sokaktan dolaşıp ebe onları yukarıda ararken alt sokaktan gelip ebelemekti. Tam yokuş yukarı koşmaya başladığımızda sokağın başından silah sesleri gelmeye başladı. Silah seslerine çok yakındık ama sokakta dönemeç olduğundan ne olduğunu göremiyorduk. İçimizde en büyük olan komşumuzun oğlu Günay ağabey, çocukların hepsinin boş olan bayır arsadan yukarıya koşmalarını istedi. Ben geride kaldım ve bayırdan çıkamayacağımı anlayınca korkudan bir çığlık atıp ağlamaya başladım. Günay ağabey geri dönüp beni kolumdan yakaladı ve yukarıya çekti. Silah sesleri kesilmiyor, kulaklarımızda yankılanıyordu. Sokak barut kokusu ve dumanla dolmuştu. Biz bir dakika önce o sokağa girmiş olsaydık, mutlaka kurşunlar bize de gelebilirdi. Bütün çocuklar oyunu unutup arka sokaklardan evlerine kaçtı. Biz ablamla elele tutuşup evimize doğru koşmaya başladık. Bir baktık ki olay bizim eve elli metre uzaklıkta olmuş. Olay yeri, koşa koşa gelen polis ve jandarmalarla dolmuştu. Bir amca biz yaşananları görmeyelim diye yolumuzu kesti, arka sokaktan dolaşmamızı söyledi. Ablam hemen beni arka sokaktan dolaştırıp evimizin önüne getirdi. Minicik yüreğimin gümbürtüsünü hissediyordum, çok korkmuştuk. Eve gelince kapının arkasında bekleyen annem bizi hemen içeriye aldı, ağlayarak bize sarıldı. Parmağıyla damağımızı kaldırdı (Ne için yapıldığını bilmiyorum) su içirdi: “Çabuk içeriye girin, çok kötü şeyler oldu” dedi. Annem çok kötü durumdaydı, olayın şokunu yaşıyordu. Durmadan ağlıyor, bütün vücudu titriyor, bir yandan başına kolonya döküyordu. (Sanırım tansiyonu çıkmıştı) Annem bizim camdan dışarıya bakmamıza bile izin vermiyordu. Biraz sonra olay bütün Mudanya’da duyulmuş ve babam koşarak eve gelmişti. Annem ağlayarak gördüklerini anlattı. Annemin perişan halini gören babam teselli etmeye çalıştı: “ Hepimize geçmiş olsun hanım. Sizin evin orada cinayet işlenmiş dediklerinde çok korktum. Bunların kan davaları varmış, ölenler daha önce hasımlarını öldürmüşler” deyip annemi lavaboya götürdü, yüzünü yıkadı. Annemi divana yatırdık, babam başından ayrılmıyor, biz de kardeşimizi oyalıyorduk. O yaşa kadar cinayet kelimesini hiç duymamıştım. Mudanya sakin bir kasabaydı o zamanlar, ufak tefek olaylar dışında bir vukuat yaşanmazdı. Yaşadıklarımızdan sonra cinayetin ve ölümün ne olduğunu çok iyi anladım. Babam bu konuyu annemize sormayı, hatta evde konuşmamızı bize yasakladı. Anneme de gördüklerini kimseye anlatma, şahit yazarlar diye tembih etti. Biz de bir daha annemizle bu konuyu ne sorduk ne konuştuk çünkü annem yine kötü oluyordu. Meğer rahmetli anneciğim, olayın olduğu anda günlük işlerini bitirmiş, kardeşimi de uyuttuktan sonra üst kattaki deniz manzaralı misafir odasına çıkmış. Camı açıp derin nefesler alarak yorgunluğunu atmaya çalışıyor, bir yandan şeftali yiyormuş.. Bizim evimizin karşısında babaannemin depo olarak kullandığı tek katlı bir evi ve boş bir arsası vardı. Evin önü açık olduğundan, manzaramız çok güzeldi, kuş bakışı Boz Burun ve gelip giden bütün gemiler, motorlar görünürdü. Ana caddeye inen dik merdivenler de hemen bizim evin alt tarafındaydı. Annem dışarıyı seyrederken köylü kıyafetli, kasketli bir adamın koşarak dik merdivenlerden çıktığını görmüş. Adam gelmiş, yolun ağzındaki komşunun duvarının arkasına saklanmış. Annem bu yabancı adam niye buraya saklandı diye düşünürken bir bakmış, sokağın alt tarafından iki Jandarma ve iki tane de elleri kelepçeli mahkûm yokuştan yukarıya çıkmaya başlamışlar. ( Ceza evi, Harman Tepe de olduğundan bütün mahkûmlar mahkeme gidip gelirken bizim önümüzden geçerdi. O zaman cezaevinin aracı yoktu). Mahkemeden çıktıktan sonra pusu kuran adam, birden hasımlarının karşılarına çıkıp çift tabancayla ikisini de kurşun yağmuruna tutmuş. Yaralanan mahkûmlar yere düşünce kurşunu biten adam, bıçağını çıkarıp yerde can çekişen yaralıları bıçaklamaya başlamış. Jandarmalar ilk şaşkınlıkları geçince havaya ateş açıp yardım çağırmışlar ama o arada olanlar olmuş. Annem hiç beklemediği bir anda, çaresizce ve şaşkınlıkla film seyreder gibi gözünün önünde yaşanan olayı görünce gözleri kararmış, şeftali elinden düşmüş. Bizim sokakta olduğumuz aklına gelince iyice paniklemiş ve hemen aşağıya inmiş. Kardeşim silah seslerinden korkup ağlayarak uyanmış. Biz eve gelince yüreğine biraz olsun su serpilmiş. Ertesi gün annem biraz sakinleşmişti bizim yanımıza geldi: “Bugün sokağa çıkmak yok, camdan bakmak yok. Evde oyun oynayacaksınız” dedi ve yemek yapmak için üst kattaki mutfağa gitti. Alt kattaki oturma odasında ablam, kardeşimin salıncağını sallıyor ben de açık pencerenin önünde oturuyordum. Birden sokağın üst kısmından tıkır tıkır nal sesleri gelmeye başladı. (O zamanlar köy yolları ve oraya gidecek araç bile yoktu. Köylüler satacakları ürünleri at, ve merkeplere yükleyip getirirlerdi). Sokaklar Arnavut kaldırımı olduğundan çok ses oluyordu. Ben usulca odadan çıktım ve sokak kapısını aralayıp dışarıya bakmaya başladım. Kapının önünden altı tane atlı geçti. Önde kasketli iki genç adam, ortada siyah feraceli iki genç kadın vardı. Arkadaki atlara da yine kasketli iki genç adam binmişti. Mudanya’ya uzak bir köyden gelmişlerdi. Ben onları görünce hemen dışarıya çıktım ve peşlerinden gittim. O gün o siyah atlar bana ne kadar yüksek gelmişti ve üzerinde oturanlar ne kadar üzgündü. Tam olay yerinde durdular, hepsi atlarından indiler. Yere çömelip sessizce ağlamaya, sıcaktan yerdeki kuruyan kanları elleriyle sevip okşamaya başladılar. Şalvarlı, feraceli, genç kadınlar eğilip kanları öptüler, adeta gözyaşlarıyla yıkadılar. Yaşım küçüktü ama gözlerinden akan her damlanın yüreklerinden koptuğunu anlamıştım. Karşı duvarın kurşunlardan delik deşik olduğunu görünce çok korktum. Ben de sessizce onları izleyip ağlamaya başladım. Sokakta onlardan ve benden başka kimse yoktu. Herkes tekrar çatışma olur diye korkmuştu. Gelenler hiçbir taşkınlık yapmadan yeniden atlarına bindiler. Başları dimdik, gözleri yaşlı ve üzgün bir şekilde yola revan oldular. SONRA NE OLDU HİÇ BİLMİYORUM. NOT: ANNEMİN Hiper tansiyon hastası olduğunu çok sonra öğrendik. Belki bana inanmazsınız ama rahmetli annem çok korkup üzüldüğü zaman büyük tansiyonu 30 olurdu: “BU TANSİYON BANA O CİNAYETTEN YADİGÂR KALDI. O GÜN DE AYNI BÖYLE OLMUŞTUM ”derdi. Ve ömür boyu ne yazık ki bu olayı belleğinden silemedi.


Devamını Oku
İnci Germenliler

Mudanya'da yaşadığımız yıllarda kasabanın nüfusu yanılmıyorsam 4-5 bin kadardı. Biz çocukken mahallemize her sabah ekmek arabası gelirdi. Her tarafı kapalı, atlı bir arabaydı. Kapımızın önüne kadar gelir sıcacık ekmekleri pencereden alırdık. İki çeşit ekmek vardı, Has ekmek ve Francala. Has ekmek esmer ve daha ucuz olduğundan fakirler alırdı. Francalaların tadını şimdi hiç bir ekmek çeşidinde bulamıyorum.
O zamanlar Market hele Süper Marketlerin olacağını hayal bile edemezdik. Bizim mahallede evimizin hemen yan tarafında bir tane bakkal vardı. İnanın tam bir sinekli bakkaldı. Her yer toz, pas içindeydi. Camekanların kirinden içi görünmezdi. Bakkalın sahibine herkes Ahmet Ağa derdi, bir de İhsan hanım isminde kız kardeşi vardı. İki yaşlı kardeş birlikte yaşar, pek kimseyle görüşmezlerdi. Akşam olunca dükkanı kapar, evlerine giderlerdi. Çok sessiz, kibar, dürüst ve kimseye zararları olmayan insanlardı. Mübadele yıllarında Girit adasından mübadil olarak gelmişler, çok az Türk'çe konuşurlardı. Mahalleli onları sayar ve severdi. İhsan hanım ara sıra ağabeyine yardıma gelirdi. Beni çok severlerdi, benden gazete getirmemi ister, camları gazeteyle temizlemeye çalışırdı. (O zaman mahallede her gün sadece babam gazete ve mecmua alırdı). Ahmet Ağa vefat edince dükkanı işletmek bir başına kalan, İhsan Hanıma kaldı. İhsan hanım soluk bir siyah çarşaf giyer, yuvarlak tel çerçeveli gözlük takardı. Dükkanda fazla çeşit yoktu, temel ihtiyaçların dışında. Şimdiki gibi çeşit çeşit şekerler, kekler, krakerler, çikolatalar bulunmazdı. Ama mutlaka bisküvi ve gül lokumu bulunurdu. Mahallenin gençleri birbirlerine lokumlu bisküvi pastası ikram ederlerdi. Genç kızlar bir şey bahane edip iki dakika da olsa sevdiklerini görmeye bakkala gelirler, bisküvileri yiyip hemen eve dönerlerdi. Onların aceleyle bisküvilerini yemelerini seyretmek çocuk aklımla çok hoşuma giderdi. İhsan Hanım gençlere gözlüklerinin üzerinden bakıp gülerdi. Kendisi "Zabit" le evleneceğim diye bahane edip evde kalmıştı, gençlere ses çıkarmazdı. (Şimdi nereden aklıma geldiniz İhsan Hanım, Ahmet Ağa. Ruhunuz şad, mekanınız cennet olsun.)
İstanbul'a ilk gittiğimizde sanırım altı yaşlarındaydım. (1954) Babam bizi dayıma götürmüştü. Sabah hiç duymadığım çok güzel bir melodi sesiyle uyandım. O güne kadar hiç böyle bir ses duymamıştım, çok hoşuma gitti. Mutfaktan "Migros geldi çabuk olun, kaçırmayın" diye sesler geliyordu. Migros'un ne olduğunu bilmiyordum, hiç duymamıştım. Merakla pencereye koştum, perdeyi aralayıp dışarıya baktığımda büyük bir çınar ağacının altında kocaman bir kamyon gördüm. Kamyon devamlı kornayı çalıyor, etrafına toplanan bir sürü insan bekleşiyordu. Kamyondan iş önlüklü iki tane adam indi ve kamyonun kapaklarını seri bir şekilde şakır şukur açmaya başladılar. Kapaklar açıldıkça açıldı bir de baktım ortaya rafları, tezgahı olan kocaman bir bakkal dükkanı çıktı. Gözlerime inanamadım, kasabadan gelen küçük bir çocuk için adeta bilmece gibiydi. Nasıl heyecanlandım size anlatamam, o zamanki çocuk aklımla bu bana sihir gibi gelmişti. Herkes alacağını aldıktan sonra adamlar yine kapakları kapattı ve kamyona binip gittiler. Ertesi sabah Migros'un korna sesini beklemeye başladım. Evdekilerin peşine takılıp ben de yakından görmeye gittim. İlk defa poşetlenmiş, kutulara yerleştirilmiş ürünleri orada gördüm. Bizim eve sebze ve meyveler, küfeyle, sepetle, sandıkla torbayla geldiğinden böyle paketlenmiş ürünlere alışkın değildik. Migros'u çok sevmiştim, kornanın sesini duyunca o minicik yüreğim pırpır ediyordu. İstanbul'da kaldığımız müddetçe her gelişinde Migros'tan hem alış veriş yapıyor hem doya doya seyrediyordum.
Dayımın evinde bir şey daha bana çok ilginç gelmişti. Banyonun içinde. alafranga tuvalet ve küvet vardı. Mudanya'daki bizim ve yakınlarımızın, komşularımızın banyoları mermer kurnalıydı. Tuvaletler de alaturkaydı, bu benim dikkatimi çekti ve çok hoşuma gitti. İlk önce klozetin içine düşerim diye dikkatle oturdum ama sonra alıştım.
Dayım bizi bir gece arabasıyla Emirgan'a çay içmeye, bir gece de Gülhane Parkı'nda Luna parka götürüp bugi bugilere bindirdi. Kendimi harikalar diyarında sanıyordum. Bu gördüğüm değişik şeyleri arkadaşlarıma anlatmak için can atıyor bir an önce Mudanya'ya dönmek istiyordum. Bir kaç gün sonra eve döndük ve ertesi gün hemen mahalledeki okul arkadaşımın bahçelerinde buluştuk. Ben İstanbul da gördüklerimi arkadaşıma ve kardeşine heyecan ve zevkle anlatıyorum. Onlar da merakla beni dinliyorlardı. Migros'u anlatınca çok sevindiler, tam klozeti tarif ediyordum ki bahçenin köşesinde ağacın dibinde bir tane büyük bir darbukanın (Dümbelek) durduğunu gördüm. Hemen o tarafa gittik. Toprak darbukanın üzerindeki deri yırtılmış ve kendi çatlaktı. Ben arkadaşıma alafranga tuvaletin nasıl kullanacağını oturuyor gibi yaparak tarif ettim. Kardeşi de bizim peşimizde dikkatle dinliyor. "Ben de yapıcam" deyip darbukaya oturmasıyla çatlak darbuka birden kırıldı ve küçük kız yere oturuverdi. Arkadaşım ve ben katıla katıla gülerek, kardeşini yerden kaldırmaya çalıştık. Kızcağız çok utandı ve ağlayarak hemen evlerine kaçtı. Hey gidi çocukluk, ne güzel anlar yaşadık, ne çabuk yaşlandık.

Devamını Oku
İnci Germenliler

Bir şehr-i efsane ki
Yosun kokulu gerdanında
Üç dizi inci kolyesiyle salınır
İki kıta arasında gelin gibi kırıtır
Görenler görmeyenlere
Ballandıra ballandıra anlatır

Devamını Oku
İnci Germenliler


MEDYA ORDUSU

Nasıl da biliyorlar
Reyting uğruna
Yeri yerinden oynatmayı

Devamını Oku
İnci Germenliler

MUDANYA’DAN MAHZUN BİR KRALİÇE GEÇTİ, BANA GÜLÜMSEYEREK.
1956 yılıydı o gün babam, beni Mudanya iskelesindeki iş yerine götürmüştü. İlkokul ikinci sınıftaydım, sekiz yaşlarındaydım. İran Kralı ve Kraliçesi’nin, deniz yoluyla Mudanya’ya geleceği ve kara yoluyla Bursa’ya geçecekleri haberini, radyodan ajansları dinleyenler bütün kasabaya duyurmuştu.
Okulların sadece büyük sınıfları karşılama törenine götüreceğini, öğretmenimden duyunca çok üzülmüştüm. Ablam, beşinci sınıfta olduğundan kraliçeyi görecek, ben göremeyecektim. Ağlamaya başladım, babam üzüldüğümü görünce anneme seslendi:
“İnci’yi hemen giydir, kraliçeyi o da görsün hanım” deyince annem:
“Ağlama kızım, şimdi baban seni de törene götürecek. Kardeşlerine bakacak kimse olsa bende kraliçeyi görmek isterdim” dediğinde sevincimden ne yapacağımı bilemedim.
Annem, en yeni elbisemi giydirmiş ve saçımı tarayıp her zaman olduğu gibi kolalı kurdelemi başıma takmıştı. Babam elimden tutmuş birlikte iskeleye gitmiştik.

Devamını Oku
İnci Germenliler

Sizlere yıllar önce çok sevdiğim, yaşlı bir teyzeden dinlediğim ilginç bir öykü anlatacağım.
Çok eskiden (Arabaların olmadığı, eski Türkçe ve Arapça konuşup yazıldığı yıllarda) bir devlet memuru, görev icabı at sırtında uzak bir kasabaya gitmiş.
Oradaki işlerini bitirdikten sonra kendi memleketine dönmek için atın üzerinde yola koyulmuş. Saatler süren yorucu bir yolculuktan sonra uzakta bir çeşme görmüş. Atını sulamak, dinlendirmek amacıyla atından inmiş. Hem kendi hem de atı sularını içtikten sonra adam dinlenmek için atını ağaca bağlamış. Kendi de ağacın gölgesine oturmuş. Etrafı seyrederken ileride duran bir bez parçası görmüş. Yavaşça gidip bez paçasını eline almış. Ağzı bağlı siyah bir bez torbaymış ve içinde sert bir şey varmış. Adam açıp açmamakta bir müddet tereddüt etmiş; "Herhalde biri unutmuş" diye düşünerek beklemeye başlamış. Torbanın içinde acaba ne var diye çok merak etmiş. Bakmış ki gelen, giden yok, torbayı açmaya başlamış. Bir de ne görsün....Torbanın içinden bir insan kuru kafası ona sırıtıyormuş Birden çok ürkmüş ve korkusundan kuru kafayı elinden yere düşürmüş. Daha sonra acıyıp; "Bari bir yere gömeyim şu garibi" diye düşünmüş. "Bismillahirrahmanirrahim" deyip yavaşça yerden almış, tekrar yüzünü incelemeye başlamış. Dikkatle bakınca kuru kafanın alnında arapça yazılar olduğunu görmüş. Çeşmede güzelce yıkayıp temizlemiş ve okumaya başlamış. Kuru kafanın alın kemiğinde;
"NE İDİM NE OLDUM, DAHA DA NE OLACAĞIM" yazıyormuş. Adamcağız çok şaşırmış kendi kendine ;
"Olacağın kadar olmuşsun daha ne olacaksın?" diye düşünmüş. Başlamış toprağı kazmaya, tam gömeceği sırada aklına bir fikir gelip gömmekten vazgeçmiş: "En iyisi ben bunu götürüp büyük hocalara göstereyim, bakalım onlar ne diyecek " demiş. Kuru kafayı torbasına sokup heybesine yerleştirmiş . Atına binip evinin yolunu tutmuş. Eve gelince hanımı kapıda karşılamış;
"Hoş geldin Bey" deyip elinden torbayı almak istemiş, adam torbayı çekip: " İçinde gizli evraklar var " diyerek karısı korkmasın diye odasına gidip torbayı dolaba kilitlemiş. Her gün odasına gidip kapıyı kilitleyip kuru kafayı inceliyormuş. Aradan günler geçmiş, her gün aynı şeyi yapmaktan kendini alamıyormuş. Karısı bu durumdan şüphelenmeye başlamış. Bir gün adam kapıyı kapatmayı unutmuş, karısı yalın ayak gelip kapı aralığından kocasını gözetlemeye başlamış. Bir de bakmış ki kocası kuru kafayı seyrediyor, okşuyor, evirip çeviriyormuş. Kadın önce; " Bu adam delirdi herhalde " diye düşünmüş.

Devamını Oku
İnci Germenliler

NE OLMAK İSTERDİN?

Ne olmak mı isterdim sevdiceğim
Neler olmak istemezdim ki;
Asırlık ulu bir çınarın
Yemyeşil yaprağı örneğin

Devamını Oku
İnci Germenliler

ANILAR...ANILAR...
YALOVADA YAŞANMIŞTIR

NİŞAN KURABİYELERİ (ARMUT KURABİYELER)

Mudanya'nın yerli halkının kendine özgü adetleri ve gelenekleri vardır. Bunların başında gelenler bayramlarda yapılan PASKALYA Çörekleri ve Nişan merasimi için yapılan NİŞAN Kurabiyesidir.

Devamını Oku
İnci Germenliler

ÖĞRETMEN

Sönmeyen güçlü bir ışıktır öğretmen
Bazen mum olur
Kendi erirken genç beyinleri aydınlatan
Yeri gelir kutsal bir pınar olur

Devamını Oku