zamansız yenilgilerdi aşklarımız, bir tutam günaha sattık ömrümüzü. hani ağlasak kuş olurdu yaşlarımız, zamansız bir dilenciye kaptırdık
hüzünbaz sevişmeler yok artık...
yok artık acımtrak sarhoşluklarımız. nicedir siyahı renkten saymıyorum renkler beni adamdan saymıyor
soytarı olduk maskaraya...
Aynı ağacın iki meyvesiydik seninle...
Hamdık; piştik, olduk, düşmeyi bekliyoruz birbirimize.
Aynı ağacın farklı dallarıydık biz; meyven vardı senin, çıplaktım ben yapraklara...
Uzun kış gecelerinin dayanılmaz hafifliğiydin sen...
Seninle sevişmek, zerrelerime bölünmek gibi bir anlam taşıyordu benim için; eriyordum bakışlarında!
Sigaramı yakıp her gece olduğu gibi seni düşündüm yine.
Sigaramdan çektiğim her nefes, mutluluğumdu hayata dair.
'Aziz Allah,' diyerek karşıladığım sabahların sayısını ben bile unuttum; kimbilir ne kadar hatırlıyorsun beni; ya da hatırlıyor musun?
Senden vazgeçtiğim gün ömrümden düştüm kendimi; yalnızlık bir tufan şimdi içimde. Sadece senin soluduğun havayı solumamak için kaçtım şehrinden; aynı şehirde korktum sensizlikten. 'Biz' etmese de her ne kadar ikimizin toplamı, seviyordum yine de 'biz' demeyi. Ellerin vardı çünkü ellerimde...
En sevdiğim anlardır otobüs yolculukları… izlerken otobüsün camından dışarı, akıp gider hayat gözlerinizin önünden. Bir başka görürsünüz yaşadığınız dünyayı, bir başka düşünürsünüz yaşandığını bildiğiniz hayatları…
Gördüğünüz her evin penceresinden bir başka doğar güneş insanların dünyalarına. Her birinin diğerinden değişik hikayeleri vardır. Ağaçlar görürsünüz dallarına kuşlar bile konmayan; hayatınızdan kesitler gelir akıllarınıza. Tarlada çalışan küçük bir çocuğun el sallamasıdır bazen hayat…
Düşünceler içerisindeki düşüşlerdir bazen anlaklarımızdaki; dalgınlığımızdan olsa gerek, en ufak parçasını bile göremeyiz panaromanın. Anlamsız bir konuşma çabasıdır hemen yanınızda oturan yolcunun çırpınışları; sınırı aşmanın keskin bir çizgiyle yasak olduğunu anlatamazsınız. Bozulmasın diye göz ucu aşk yaşantıları, anlamsız geçiştirirsiniz her bir soruyu… yağan yağmurun altında ıslanan ufak bir köpek yavrusunun çıplaklığında üşürsünüz; anlamışsınızdır içindeki yalnızlığı…
Işıksız yollarda daha bir koyu karanlıktır gözlerinizi kaplayan; bir dev beliriverse karşınızda aniden, korkmazsınız hiç beklemeseniz de… pencere dışı yaşantılara elinize aldığınız uzun soluklu bir kitap ile ara verirsiniz; yaşadıklarınız, bazen yaşamak istediklerinizdir.
Dinlenme tesislerinde verilen otuz dakikalık molalar yetmez ruhlarınızı doyurmaya; içilen çayın kanayan yaralara hükmü yoktur.
Hayatınızın uç noktasadır kimi zaman son durak; bazen varılmak istenmeyen; kaçıştır çünkü adı. Yabancı hayatların gölgesinde başlamak zorunda kalırsınız yeni hayatlara. En güçlü dost adaylarının bile dost olmaya şansları yoktur. Kanayan yaralar izin vermez yeni yakınlaşmalara.
Füme rengi ankastre ve salonun duvarlarını süsleyen tablolarda kafamda en çok yer edeni Da Vinci'nin Son AkşamYemeği adlı yapıtıydı. Bir de renk ve uyum kombinasyonunu yakalamak amacıyla Abidin Dino'nun iki tablosunu asmıştım duvara. İmitasyon olmaları beni çok fazla rahatsız etmiyordu. Dört ayrı çağa ait olan bu resimler arasında kendimi oldukça genç hissediyor, bunun mutluluğunu ise şehvet derecesine varan duygularımda çok yoğun yaşıyordum. Gecelik misafirlerim olan fahişeleri ve hafta sonlarını benimle paylaşan sevgilimi saymazsak yalnız yaşıyordum evimde.
Toplumun, etik değerler diye adlandırdığı ahlak kuralları beni çok fazla ilgilendiriyor olmasa da ahlaksız sayılamayacak kadar mütevazi yaşıyordum hayatı.. Tıpkı Tolstoy'un Diriliş romanındaki karakteri Nehlyudov gibi...
'Nehlyudov'da da iki kişilik vardı. Biri tüm insanlık ve kendisi için mutluluk isteyen temiz bir ruh, diğeri kendi tatmini peşinde koşan hayvani tarafı...' diye bahsedilen Nehlyudov'un ruhunda, sevgilisi Katyuşa'ya duyduğu aşkı ben de onunla birlikte duyuyor, platonik olarak bu aşkı ben de yaşıyordum. Zaman ve mekan kavramına bağlı kalmak hoşuma gitmiyordu. İnsani değerler taşıyan tarafımı gözle görülemeyen bir kalenin karanlık zindanlarına hapsetmiş, hayvani tarafımla hayatı yaşıyordum. Soyut kavramlar, ki buna din de dahildi, askıya almıştım. Kadınları sevmek konusundaki özgürlüğümü ise sabahlara karşı biten sevişmelerde, cinsellik kisvesi adı altında sınırlandırıyordum. Aşk anlam kaybına uğramıştı.
Odamın penceresinden karanlığı izliyorum geceler boyu... Karşı binanın çatısı kiremit kırmızısı yansıyor adama; bitmeyen senfoninin kırık notalarını duyuyorum; güneş terk edeli çok olmuş bu şehri...
Kaldırsam biraz başımı, leylak moru gökyüzü karşımda...
Gözleri kapalı sevdiğimin, düşündüğümden O'nu habersiz. Bir ben miyim gecenin yalnızlığında uykusuz, bir benmiyim sevişen geçmişiyle?
Bir otelin küçük bir odasına sığdırıyorum tüm anılarımı, aşk bana küsmüş;
ben aşka sevdalı, ben aşka yaralı...
Ey pınara varan ceylan
Huzura ermedi gönlüm,
Bakarsın da dertli bana
Ağlar mısın için için...
Süzersin de gözlerini
Sarar beni yalnızlığım
Temmuzun bir akşamında
Sarar beni yalnızlığım
En olmadık zamanımda...
İşkence olur geceler
Okuduğum bütün kitaplar, seyrettiğim bütün filmler seni anlatıyor bugünlerde; herşey biraz sen kokuyor. Bir dostun yüzünde, sevmeyi öğreniyorum yeniden, sonra sen oluyorum, ben ölüyorum.
Senin adın, senin tadın...
Buruk bir tat var bugünlerde ağzımda; yoksa sen, kırmızı dağ eriği misin?
Kendimden çıktığım bütün yolculuklar sana varıyor umarsız; görmesende, her gece biraz seyrediyorum ben seni; uyurken soyunuyorsun tüm dertlerinden; nekadar huzurlu yüzün.
Bir çığ gibi büyürken içimde sen, çelişiyordu kafamfa doğrularla yanlışlarım. İçimde yeşeren filizi suskunluğumla öldürdüm ben; sırlarım sessizliğimde gizli şimdi. Anlatamadığım bir masalın kahramanısın sen; ben, Kaf Dağının ardındaki sır; yollarca geride kalan geçmişim; yitik geleceğim...
Sende kaybettim ben en güzel yarınlarımı.
Kimvurduya giden aşkımı, gömdüm kalbimin en derin yerine; sen benden, ben senden bihaber...
Her geçen gün biraz daha büyüdü içime ektiğin acıveren çiçeği;
Sen benim değil, aşkın kıymetini bilemedin...
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!