Aldatmak diye bir şey varsa, önce kendimi aldattım seninle; seni kendimden çok sevdim. Oysa aşkımın baharında değmemiş incirler misali yere serdin sen beni. Hep bildin aslında; ben seni hiç suçlamadım; kırıldığım için sana, önce kendime kızdım...
Acı da olsa içinde seni sevmeyi sevdim ben; çünkü yoktun yanımda. Canlar satılırken aşk pazarında, sen benim canımı aldın. Yollarca bir sürü yüzde aradım seni; belki de kendimi bulmayı ümit ettim. Bulabilseydim eğer kendimi, biliyorum, seni de bulacaktım.
'Yolum' diyemedim kimseye...
Gelir misin birgün bilmem; döner misin günün birinde?
Bil ki cemalinde güller açan yarim; seviyorum seni hâlâ, bekliyorum ölesiye.
Dön ne olur...
Evliliğin boğulmak gibi bir anlamı olduğunu bilmezdim bir zamanlar. Pembe panjurlu evlerin yer aldığı cümlelerde mutlu olurdu karı koca.
Henüz doğmamış çocuklar üzerine açılan muhabbetlerde tatlı, ürkek ama hep güzel didişmeler yaşanırdı konacak isimler üzerine ve hep kazanan ben olurdum düşlerimde...
Düşlerim düşüşlerim oldu!
Nedenini nasılını bilmediğim bir yokoluştu yaşadılarım...
Ben mi değiştim, zaman mı... ya da zamanla birlikte ben mi?
Geleceğin kaybolmak gibi bir anlama bürünebileceğini nereden bilebilirdim ki bir zamanlar...
Akşama yazılacaktı
En güzel şiirim benim
Bir de vuslat olacaktı
O akşam sen gitmeseydin...
Bir akşam değil miydi ki
Ölüm de kayboldu zamanın esrarında; biçim, şekil değiştirdi.
Beni sorarsan hep aynıyım; hayatım, sadece biraz yolunda...
Sitem, şikayet, isyan... Yasaklı hepsi gıyabında. Unutulmayı öğrendim YOKLUĞUMDA; şimdi, geçmişten kimse hatırlamıyor beni.
Kirli yeşil rüzgarlar esiyor memleketimden; payıma aşk kırıntıları düşüyor; galiba biraz mutluyum!
Sanırım; biraz... (?)
Çam kokulu akşamları,
Koyunları suya varan,
Bir de virane evim,
Özlerim hatırladıkça...
Çerkez oyunu mu dersin,
Hani gülünce yüzün,
Güller açardı yollarımda
Sevince hani gönlün,
Bahar oluru bana...
Dakikaydı saatlerim,
Antik tiyatronun yer yer çatlamış beton kakmalarında, tozlu ama tarih kokan havasında tek başıma izliyordum oyunu, tarih tekerrür ediyordu.
Hain bıçağın sivri ucu sırtından bedenine saplandığında ölüm merhaba demişti Hamlet'e. Hareketini kısıtlayan kanlı bıçak yer etmişken sırtında, son çabasıyla geriye dönerek brütüse söylenen iki kelime ise çıkılan sınırsız yolculuk öncesi titretiyordu bedenimi...
Sen de mi Brütüs...
Zaman ve mekan farklıydı.
Kilisenin önüne geldiğimde saat neredeyse onbir olmuştu. Osmanlı tarihinin tek yönlü aynası gibi karşıma dikilen bu muhteşem yapıtın beni etkisi altına alması uzun sürmemişti.
Yüksek avlu duvarları, yüksekliği yaklaşık üç metreye varan demir kapısı ve kapıdan içeriye girildiğinde her iki tarafı mermer sütünlarla bezenmiş ve yine bu sütunların yanında bulunan minik melek heykelciklerinin muhteşem varlığını sergilediği mermer basamaklar bu yapının ustasına olan hayranlığımı şaşılacak derecede arttırıyordu.
Kilisenin asıl girişi olan ikinci kapı ise bir sanatçının elinden çıktığını ilk kez görenlere haykırıyordu sanki mağrur bir şekilde ve kapının üzerindeki taş oymayı okuduğunuzda (ki bunun yakın bir zamanda ileve olduğu belliydi) bu kilisenin bir ermeni kilisesi olduğunu hemen anlıyordunuz.
Günlerden pazar olması nedeniyle kilise açıktı. Kilisenin köşe bucak sayılabilecek yerlerinde, o kilisede görmemiş olsam bile ermeni olduklarını anlayabileceğim ellili yaşlarının üzerinde dört adam oturuyor, hararetli bir şekilde konuşuyorlardı. Garip bir şekilde, sanki bilinmeyen bir gücün etkisiyle kiliseye girme itiyadı duymuştum. Onların arasına karışmak ve ayini izlemek istiyordum ve izleyecektim de...
Köşede oturan ihtiyarların ve yavaş yavaş kiliseye giren cemaatin sergilediği hareketler ayinin başlaması için zaman olduğu izlenimini yaratmıştı bende. Avlu kapısından içeri girenleri rahatlıkla görebileceğim bir yeri, kilise duvarının dibini seçmiştim oturmak için sigaramı cebimden çıkarırken. Mevsim sonbahardı ve hava serindi. Ceketimi bedenimi sımsıkı saracak şekilde çekiştirip çömelirken sigaramı yakmıştım. Elimde ise bir sahaf dükkanından aldığım kitabı tutuyordum.
Son mektubunu yazmışsın
Akıtmışsın gözyaşlarını
Kendinde kaybolmuşsunda
Unutamamışsın beni.
Dertli çağlarmış gözlerin,
Aşk gibi hatırlıyorum seni; oysa bilmediğim ölümmüş adın...
Bir hüzün tarlasından geçtim akşam vakti, yanaklarım ıslandı. Ne olur garipseme acılarımı; yaşadığın aşkı binle çarpıp ben öyle yaşadım.
Yalanmış oysa adın...
Gözlerim açıkken neyse, kapattığım zaman neden görüyorum gözlerini? Bilmediğim makamda şarkıymış aşkın...
Aşkından bana, geceymiş düşen, hayallerim sana kaldı; sen zaten sevmeyi hiç bilmedin. Oysa yakmıştım bütün gemileri sadece sen gitme diye; özgürlüğü kuşun kanatlarında bulacağın aklıma gelmezdi.
Sen kadar kuşlara da küskünüm şimdi...
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!