A. Esra Yalazan Şiirleri - Şair A. Esra ...

A. Esra Yalazan

Müzik aldatıcıdır çoğunlukla, vücudu, zihni, hayalleri esnetir, gelecek tasavvurunu genişletir, geçmişi, şimdiyi olabildiğince yumuşatır. Sözlerse bazen fazlasıyla hakiki, lüzumundan fazla bencildir. Hayatı parçalar, düşündürür, sorgular. Müzikle şiir arasındaki karanlık boşluğun üzerine gerilmiş ipte sendelemeden yürüyen uyurgezerleri, dalıp gittikleri büyülü âlemlerden çağırıp ürkütmemek gerekir bence.

Neyse ki tabiatları gereği hiçbir dönemde o acayip adamlardan çok fazla olmadı. Haftalardır hakkında yazılmadık hiçbir şey kalmayan Leonard Cohen, şiirin sesini müziğin renkli diline, ritmine bozmadan tercüme edebilen bir yorumcu ve bu çağın son temsilcilerinden birisi elbet. Doğrusu beni en çok etkileyen özelliği, o mistik, gösterişsiz yeteneğini tevazuuyla buluşturabilen az bulunur bir şair, şarkıcı veya romancı olması değil. Bu yazıyı yazmadan evvel, evet ben de o meraklı, kalabalıkla birlikte onu izledim. Çocukluğundan beri dünyaya gelmenin sıkıntılı acısıyla kendi üzerine kapandığı için vücudu öne doğru bükülen, bildiğimiz hayatın dışına savrulmaktan yüreği her daim aksayan adamın içindeki huzursuz gücü gördüm o gece. Lacivert gök kubbenin altında, elmas gibi parlayan dolunayın ışığında, onun kederle derinleşen boğuk sesini dinlerken, insanın çaresiz varoluşuna eşlik etmek için yanlışlıkla aramıza katılmış ‘yaralı bir hayvan’ olduğunu düşünüyordum doğrusu. Merhametli bir gülümsemesi vardı ama zeytin dalı kadar ince olan bacaklarından birini usulca büküp tek dizinin üstüne yere çöktüğünde yalnız, vahşi bir kartal gibi göründü bana. Koyu renkli kostümü ve ifadesini gizleyen şapkasıyla tünediği sahneden dünyayı gözetleyen keskin bakışlı bir kartal...

İNSAN DERİSİ GİYMİŞ BİR HAYVAN GİBİ...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Önünden gelip geçenlerin umursamadığı suskun ve yalnız bir iğde ağacının cama yansıyan gölge oyunlarına katılıp geçmişin karanlığına düşmeden sakince mırıldanıyorum. ‘Kimmiş o gelen ya giden kimmiş/Bir yabancı mı, yoksa bir ermiş/Değilmiş, bir çağrı bile yokmuş uzaktan… Sonra şiiri hatırlamama sebep olan öteki mısralar dolaşıyor loş odanın içinde; …Yanmış bir ağacın yaprakları mıymış kımıldayan/Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan/Kim koparmış dalından bu yabani incirleri… Ah Edip Bey, “sahi ne kalıyor o yaşananlardan”. ‘Bir kere gelmiş bulunduk’ değil mi, ne çıkar bu kadarını anlasak bu hayattan, diyorum. Serum damlaları yılankavi plastik boruların içinden bahar yağmurlarının uysal damlaları gibi tane tane, sessizce dökülüyor.

Anneme bakıyorum, onu eksik bırakan parçasını içinden çıkarıp dünyaya fırlatan kadına. Beni en iyi tanıyan o olmalı. Hüzünlenip içimdeki boşluğa baktığımda, acıyla yüz çizgilerim derinleştiğinde, mutluluğun pırpırlı telaşıyla çıldırdığımda, bu yaşımda hâlâ çocuksu sabırsızlığımı bir silah gibi kendime çevirdiğimde, korkup gizli kovuğuma çekildiğimde, her şeyden ansızın vazgeçiverdiğimde, savaşma gücünü yitirdiğimde beni en iyi o anlar. Bu bir bilgi değil, daha en başında bu sarsıcı kopuşla birbirimizi hissediyoruz. Ama şimdi onu hiç görmeye alışık olmadığım acılı bir ifadeyle ve korkunç ağrılarıyla orada öylece yatıyor. O benim çocuğum olmuş. Elini tutunca ağırlaşan göz kapaklarını kaldırıyor. O gülümsemeyi iyi tanıyorum. Bana kendimi hep biraz suçlu hissettiren ‘yine ne okuyorsun’la karışık ‘ne düşünüyorsun’ bakışı. Sonra o meraklı, kaygılı bakışlar kucağımdaki kitaba çevriliyor.

Kapağında “Bir Evliliğin Öyküsü” yazıyor. Biliyorum, mecali olsa “güzel mi, ne anlatıyor” diye sorardı. Çok yorgun; gözlerini usulca kapatıyor. Rahatlamış, artık hiçbir şeyi fazla kurcalamıyor sanki. Bir gece evvel ameliyata gitmeden evvel konuştuklarımızı hatırlıyorum. “Yaşadığım hiçbir şeyden pişman değilim” diyordu. Yok, öyle klişe bir hasta itirafı değil. Onunla, daha bir yaşındayken öldüğü için hiç tanımadığı, birkaç yıl öncesine kadar suretini bile göremediği annesini konuşuyorduk. Her seferinde sanki somut, açık, net bir cevabı olabilirmiş gibi böylesine derin, siyah bir boşluğa doğmanın neye benzediğini sorarım. O da her defasında “Hiç tanımadığın bir insana karşı ne hissedebilirsin ki, annen bile olsa” der, garip bir olgunlukla. Yine aynısı oluyor. Sorular başımızın etrafında vızırdayıp duran sinirli arılar gibi rahatsız ediyor ama susuyoruz. Ben onun içinden çıktım. Hem ona çok benziyorum hem de hiç benzemiyorum. Tabiatın garip yasalarını hatırlamak beni ürpertiyor. O fazla kurcalamaz. Huzurlu bir ‘mutsuzluğu’, ‘mutlu’ bir huzursuzluğa tercih eder. Her ikisini de tecrübe edecek ve seçimini sükûnetten yana kullanacak kadar zorlu mücadelelerden geçti. İyileştiğinde ona eğip bükmeden sormak istiyorum, “Birbirimizi ne kadar tanıyoruz, anne çocuk olmanın ötesinde gerçekten tanıyor muyuz? ”. Cevabını tahmin etmek zor değil. Sonra yine kucağımda uysal yavru bir kedi gibi yatan kitaba dönüyorum.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Gökyüzü, kuşların gagaladıkları pembemsi ham kirazları hatırlatan soluk rengiyle halelenip usulca maviye dönerken, İstanbul’dan bir dağ köyüne sürülen Gurbet, sabah ezanına kızıp havlıyor. Onun asabi sesi, çiftliğin gerisindeki mor dağlarda çınlayıp bostanın üzerinde parçalandığında horozlar ötmeye, bülbüller de olanca neşesiyle şakımaya başlıyor. Dantelli perdeyi aralayıp dışarıya bakıyorum. Üzerine çiy düşmüş rengârenk, kokulu büyük güllerle, turuncu zambaklarla, bembeyaz filbahrilerle bezenmiş bahçedeki rüya âlemine eşlik eden sabah, ipekten eflatun bir şal gibi salınıyor. Gün tamamen ağarana kadar yorganımın altında kalıp çocuksu hülyalara dalıyorum. Gözlerimi kapatıp hiç görmediğim dağları, ağaçları, bulutları okşadıktan sonra odama dolan serin rüzgârın kavak yapraklarıyla oynaşmasını dinlerken arkadaşımın sözü geliyor aklıma: “Her yeni gün bir lütuftur aslında.”

Taraçaya doğru yürürken ocakta fokurdayan taze çayın kokusunu duyuyorum. Ayşe, dışarıdaki şömineyi çoktan yakmış. Kahvaltı sofrasında, Narin’in sütüyle yaptığı tereyağı, taze keçi peyniri, bahçeden topladığı maydanoz ve biberlerle süslediği bol limonlu bir salata, kümesten biraz evvel alıp pişirdiği yumurtalar duruyor. Üstü örtülü sepetten sıcak köy ekmeğinin yumuşak buğusu yükseliyor. Esneyerek sofraya oturuyorum. Annem, beni biraz gülümsetebilmek için “Prensesim günaydın, uyandınız mı” diyor. Bir çocuk gibi şımarıp, sabah mahmurluğuyla homurdanıyorum. İçimden “Şu hale bak, bin yaşına da gelsen, anneler hep anne, sen de hep çocukmuşsun ve hep öyle kalacakmışsın gibi sonsuz bir şefkat duygusuyla davranıyorlar. İnsan hem seviniyor, hem utanıyor. Ne acayip, ezici bir his bu” diyorum.

YUMURTALARI ERKEKLER DE KORUYOR

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Ben babaannemi hiç görmedim. Teninin kokusunu, sesinin tabiatın içinde nasıl yankılandığını bilmiyorum. Sonsuza kadar genç kalacak o genç yüzden yayılan yumuşak ışığın şefkatiyle avunmadım hiç. Bazen onu hayallerimde yeniden yaratıyorum. Zayıf bir dal gibi kırılabilen narin parmaklarıyla saçlarımı örerken iyilikle yıkanmış hikâyeler mırıldanıyor. “Neden o kadar acele ettin” diye fısıldıyorum kulağına. Bir çöl haritası gibi dalgalanan geniş alnının altındaki ince kaşlarını çatıp, “böyle soruların bir tane cevabı olmaz ama bak içinde ihtiyar bir kadın yaşatan o genç yazar ne güzel söylemiş, ‘gitmek diye bir şey yok, sadece çağrılmak var’, etkilendin o cümleden değil mi” diye takılıyor bana. “Sen nereden biliyorsun kalbimizi aydınlatan o cümleleri, oradan içimizi görebiliyor musun” diye huysuzlanıyorum. Söylenmeye başlayınca babamın ondan ödünç aldığımı iddia ettiği leylek bacaklarıyla kanatlanıp uçuveriyor...

Babam onu Ereğli’deki çiftliğe yolcularken “çocuklar gibi ağaçların tepesine tırmandığını biliyorum. Yapma sakın, bırak başkaları toplasın meyveleri” demiş. Arada onu ziyarete gittiğinde ağaçtan kendi elleriyle incir toplayıp babama yediriyormuş. Babam onu “öleceksin, neden bunu yapıyorsun” diye uyarmış. Sonra bir gün askerdeyken çağırmışlar. “Annen incir ağacından düştü” demiş telefondaki o kırık ses. İçinden çıktığı kadına kavuşuncaya kadar onu yeryüzünde yalnız bırakıp gitmemesi için yolda bildiği bütün duaları etmiş. Babam bu hikâyeyi hep aynı basit sözcüklerle anlatır. “Ben gidene kadar bekledi. Elimi tuttu, gözlerini açıp yüzüme baktı, derin bir nefes aldı ve gözlerini kapadı.” Bütün meyveleri kimsesiz çocukları okşar gibi seven babamın neden inciri sevmediğini bilmiyordum. Önce ‘zehirli ağacın’ hikâyesini öğrendim, sonra içinden şehvet akıtan o mor meyveyle barışmasına tanık oldum. Ve sonunda ben de derin bir nefes aldım. “Çok şükür, o kendi tanrısını affetti” dedim. Hayata devam edebilmenin unutmakla ilgili değil bağışlamakla ilgili olduğunu eğilip bükülmeye başlayan sezgilerimle keşfetmiştim çünkü.


Hayatın ve inancın kutsallığı

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Bazı anlar vardır. Siz onun mucizevi varlığıyla avunurken, o kayalara çarpıp kırılan dalgalar gibi göğsünüzde uğuldar. Bacaklarınızı sarkıttığınız tahterevallinin üstünde soluduğunuz baharatlı kokularla biraz başınız döner. Hayatın ipi kaçar aniden. Onun gerçekliğine inanabilmek için usulca suretinize sokulursunuz. Erguvani bir sis perdesinin arasından o ânın sihrini görür gibi olursunuz ve bir daha asla aynısına sahip olamayacağınız bilincinden uzaklaşmak için gözlerinizi sıkıca yumarsınız. Kendinize bile fazla gelen o rüyamsı ânı kaybedip hiçliğe karışmaktan korkarsınız belki. Tekrarı mümkün olmayan anların kıymetini onun içinde sarhoşlar gibi yalpalarken değil de sonradan idrak edebilmemize hâlâ şaşırıyorum...

Geçenlerde kucağımda büyük bir şaire adanmış kitapla ihtiyar bir badem ağacının altına uzanıp hülyalara dalmışken o anlardan birisine yakalandım. Eski kitapların pudramsı kokusuyla sigara dumanının birbirine karıştığı bir çatı katındayız. Ilık bir bahar ikindisinde göğün inci pembesi harelerine bakarken, ona vaktiyle badem ağaçlarının dallarına tırmanıp benim için çağla toplayan bir çocuğu terk ettiğimi anlatıp acımasızca kıkırdıyorum. O da “çiçeklendikten sonra ilk sert rüzgârla yanan kederli ağaçlara benzemiştir zavallı çocuk. Aman iyi ki bırakmışsın, yoksa burada olamazdın” deyip, hınzırca gülümsüyor. Bir süre ortadan kayboluyor. Sonra gözlerimi kapatmamı söyleyip avucumun içine tüylü bir meyve bırakırken geleceğe kalacak o ânın adını fısıldıyor; “acı badem korkusu”.


En zarif ağıtlardan birisi...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Zor bir gece... Nereye dönsem yakıp yıkılan şehirler, kendi dalgınlıklarında kaybolmuş yalnızlar, karanlığa tünemiş kuşlar, ıssız ölümler görüyorum. Yüz haritasına doğuştan yerleşmiş mahzun bakışlarıyla hatırladığım bir dostumun sokakta yürürken bir çukura düşüp ölebildiği bu ülkede, insanların birbirlerini kıyasıya öldürmekten vazgeçmediği bir dünyada yazmanın sihrine inancımı kaybetmiş gibiyim.

Pencereyi açıp yıldızsız göğe bakıyorum. Tanrı’nın işaretlerini, hikâyeyi, mucizeyi, kelimelerin arasına sıkışan boşluklarda bulamadığımdan belki öyle duruyorum bir süre. Gırtlağında dağ rüzgârlarının uğultusunu taşıyan bozacının sesi, umudunu kaybetmiş aksak bir ayakkabı tıkırtısı, yokuştan aşağıya yuvarlanan kimsesiz bir şişe oluyorum birden. Sonra olduğum yere çöküp akmayan zamanın duygularla birlikte kelimeleri tutuşturmasını bekliyorum. Hiçbir şey olmuyor. Hayat loş bir çile odası sessizliğinde. Temenni, arzu, mana, özlem, gelecek, geçmiş yok. Sadece unutulmuş bir yaranın tanıdık sızısı...

İşte böyle bir anda, kitabını arayan “kayıp roman kahramanı” huzursuzluğuyla düşünürken hatırladım o yazarı. Edebiyatın mucizesini bilgiç cümlelerden ziyade şeffaf duruşuyla anlatırdı. Yazının ne işe yaradığından bahsederken, bana kelimelerden ürkememek gerektiğini, onlara zehirli otları sıkıca avuçlar gibi başkalarını çok da umursamadan cesaretle sarılmanın “yazarını” daha güçlü ve sahici kıldığını eğlenceli hikâyelerle anlatmıştı. İddiasıyla, kibriyle, direnci ve her şeye rağmen taşıdığı korkularıyla gerçek olan o konuşmaların hayatımdaki karşılığını daha sonra ancak kendi tecrübelerimle kavrayabildim. Yazı sihrinin geçerken dokundurmayla değil doğrudan söyleyerek kalbe nüfuz edebildiğini, insana ait titreşimlerin harf dediğimiz işaretlerle çoğaldığını, mananın kelimelerle kök saldığını anlayıp ürktüğümde bir ağaç kıpırtısızlığıyla durup yazıdan, yazarlardan uzaklaştım bazen. Kolay ifade edilemeyen inceliklerin, bağırmaya ihtiyaç duymayan soyluluğun, kimilerinin sıklıkla tuzağına düştüğü nobranlığın, tesellinin yazıdaki hakiki yansımalarını görebilmek için geriye ne kadar kaldığını bilemediğim bir ömür tükettim.

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Basit bir hayatım olsun istemiştim. Bahçesindeki limon, mandalina, portakal ağaçlarının çiçeklerinden yayılan acımsı kokulara eşlik eden sağlam, taş bir evde çıplak ayaklarımla dolaşırken uzaklarda tüten denizin buğusunu seyredecektim. Haliyle kalabalıklara mesafeli, tabiatla uyumlu, sırlarının kuytusunda gizlenen sade bir hayat ihtimali beni sakinleştiriyordu. İstediğimde insanın saplantılı tutkularından, özlemlerinden, nedensiz öfkesinden, ürkütücü hırsından kaçabilme özgürlüğü sunan, ruhumu sınırlı zamanın hapishanesinden kurtaran ‘sessiz’ bir geleceğin hayaliyle avunuyordum. Toplumun anlamsız kurallarından uzakta, istediğim zaman uyanmak, acıktığımda yemek, sadece istediğim kitapları okumak, hayal kurmak, ertesi gün sözcüklere dönüşecek gece düşüncelerine eşlik eden gökyüzünü seyredebilmek için ihtiyacım olan koşullara sahip olabileceğimi sanıyordum. Fena halde yanılmışım. Bu ülkenin insanı bezdiren tuhaf bir sistemi var. Böyle yazılar yazarak o istediğim hayata hiç kavuşamayacağımı idrak etmiş bulunuyorum. Öyle bir hayatın bedelini ödemek için yirmi yıl çalışmış olmak da yetmiyor. Yönetmenin veya yönetilmenin sıkıntılı zorluğuna katlanmak, ‘sipariş’ yazılar yazmak, hatta çirkin siyasi kavgalara karışmak, hatta bazen epeyce ‘hafif’ olmak da gerekiyor maalesef. Nedense o zaman sahte bir biçimde ‘görünür’ oluyorsunuz ama aksi gibi ben o ‘gücün’ beni görmek istediği gibi olmak fikrinden pek hoşlanmıyorum. Üstelik bu sisteme isyan edebilecek kadar özgür değilim. Ne olacak şimdi?

Birilerini sığ bir yaklaşımla ‘paketleyen’ yazarları neden her gün ısrarla okuduğumu soruyorum kendime. Bana ne bu insanlardan? Ben siyasetin hayattan kopuk olduğunu hiç düşünmedim ve elbette o tercihlerin hayatta durduğumuz yeri, kim olduğumuzu gösterdiğine ve bu tavrın önemine inanırım. Ama belli bir gücü elde etmek, tuhaf bir biçimde değişime direnmek uğruna insanın olduğundan daha farklı davranmasını, yazmasını da biraz acıklı buluyorum doğrusu. İnsanlar artık ‘basit’ olabilmenin kıymetini unutmuş gibi davranıyor. Her gün köşelerinde birilerini ‘bir şeyci’ olmakla itham edenler, neden net bir tavırla iyi ve doğru olanı savunup, kötü ve yanlış olanı vicdanla, kalple, adalet bilinciyle eleştiremiyor? Neden bu kadar zor?

‘TUTKU BANA EGEMEN OLAMAZ’

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Mahcup kış güneşinin, çatlak parkeler üzerine yansıyan solgun ışığını takip ederek ona doğru ilerlerken, çatırtıları daha iyi duyabilmek için yavaşlıyorum. Çıplak, ak ayaklarıma takılıyor bakışlarım. Pek küçük ve zavallı görünüyorlar. Onların boyuma göre orantısız bir biçimde minik olmalarıyla alay eden bir arkadaşımı hatırlayıp gülümsüyorum. Sabahın baş döndüren mahmurluğuyla salınarak yanına geldiğimde sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi kısa, keskin, tiz bir çığlık atınca uyanıyorum. Uçları sarı çiçek desenleriyle menevişlenen koyu yeşil yapraklarını yerden toplamak için eğilince başımı narin dallarından birine çarpıyorum. Epeydir koparmaya kıyamadığım için ağırlaşan meyvelerin bazıları dolgun yaz yağmuru taneleri gibi tıpır tıpır ahşabın üzerine yağıyor. Onları toplarken vanilya kokan beyaz gelin çiçeklerinin, yeşil bebek mandalinaların, büyük turuncu meyvelerle aynı ince dalın üzerinde olduğunu görünce, Mina’nın bir ağaç olduğunu unutup ona sıkıca sarılmak istiyorum. Hayatının bütün mevsimlerini aynı anda yaşamaya mahkûm ederek huzurunu bozduğum kızım, sürprizli dirilişiyle beni utandırıyor.

“Nasıl oldu bu sana diye” soruyorum ona. Bizi hayatın bildiğimiz ritmine alıştıran çıplak gerçeklere ne oldu? Hani evrende her canlının tabiatın döngüsüne eşlik eden bir ‘iç saati’ vardı. Dar yokuşun bittiği yerde üst üste yığılmış çirkin apartmanların üstünden ağaran aydınlığa bakarken susup denizi dinliyoruz bir süre. Havanın serinliğiyle ürperen deniz, gümüş tozuna batırılmış bir kumaş parçası gibi parlıyor. Mina’nın tül yaprakları balkon kapısından sızan incecik bir rüzgârla titriyor. Ayaklarımın üşüdüğünü fark edip, yürürken ayağımdan çıkan mavi ev çoraplarımı giymek ve kendime yasemin çayı yapmak için mutfağa doğru gidiyorum. O sırada içimden ona anlatmak istediğim hikâyeler geçiyor. Hayatlarımız eksilmesin diye fısıldanan eski hikâyeler. Okurken insanlar kendilerini görebilsin diye uydurulan basit hikâyeler...

BİR TÜR İNSANLIK HASTALIĞI

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Onun keskin bir kokusu var. Çok uzaklardan bile duyabileceğiniz baskın, karanfilli bir koku. Koyu, hırıltılı sesini işittiğinizde ürperiyorsunuz, o sesi birikmiş hayat tecrübelerinizle tanıyorsunuz çünkü. Yüzü yırtık bir tülün arkasında gizleniyor, tam göremiyorsunuz, bir yanı hep karanlıkta sanki. Elinizi uzattığınızda hemen dokunabilecekmişsiniz kadar yakın duruyor ama aradaki görünmez dikenli teller size hep mesafeli duracağını hatırlatıyor. Kendi doğrularına inanarak yaşama arzusunun kara bencilliğiyle halelenmiş etrafı. Her daim haklı görünmenin sarsılmaz güveniyle kibirli bir ifadenin arkasında sinsice gülümsüyor dünyaya. En büyük korkusu yabancı güçler tarafından ele geçirilmek. Bundan fena halde korkuyor, dolayısıyla hayatın hakikatinden kaçmak için şımarık bir çocuk gibi mazeretler icat edip mızırdanıyor. Bazen de zekânın düşmanı gibi davranıp etrafa sataşırken aptallaşıyor, en acıklı hali o işte...

Tarif etmeye çalıştığım özel bir karakter değil, hepimizin içinde doğuştan var olan ve bizi biz yapan benlik dediğimiz karmaşık sistem. Gündelik dildeki yaygın kullanımıyla ego; hani şu irademizi, duygularımızı, bilincimizi, vicdanımızı, tutkularımızı, dürtülerimizi harekete geçiren acayip, görünmez, soyut yaratık. Bizi kendimizden ve başkalarından korumak için bazen gerçeği tahrif eden bu ‘hayalet’, muhtelif sebeplerle bazılarımızın içinde lüzumundan fazla büyüyor ve sonunda sahibini zehirliyor.


Çaresizliğin sesi...

Devamını Oku
A. Esra Yalazan

Onu saklandığı karanlığın içinde belli belirsiz seçebiliyorum. Altın yaldızlı sandalyesine çökmüş pamuksu kar tanelerini seyrediyor. Geceyle hemhal olmayı seven bütün yazarlar gibi hüzünlü, puslu gözleriyle eşyalarıyla konuşmaya dalmış. İleride dünyanın en önemli eserlerinden biri sayılacak Kayıp Zamanın İzinde nehir romanları yazarken, üzerinden çıkarmadığı içi samur kürklü paltosunun hayatının önemli bir parçası olduğunun farkında değil. O âna kadar asırlık bir harabe kadar derinleşen iç dünyasında yığılmış ne varsa, güçlü yazı içgüdüsünün yardımıyla unutuluştan kurtarmaya çalışıyor. İnsanlara tuhaf gelen düşsel maceralarını, anlaşılmayan utangaçlığını, anlık mutluluklarını, gizli hazlarını yaşarken değil yazarken daha çok sevdiğini belli eden buruk ifadesiyle bakıyor bana.

Biraz sonra ölümü kendisiyle yakın ilişki kurmak isteyen “aşırı düşkün kiracı” olarak tarif eden yazar, o sandalyeden kalkıp yazın bile çıkarmak istemediği paltosuyla yatağına uzanacak. Ölüme meydan okuyan eserlerini bitiremeyeceğinden korkarak dizlerini usulca karnına çekecek. Muhtemel bir astım krizinin gelmemesi için kaloriferleri kapatmış. Yüksek pencerelerinden keskin buz saçakları sarkıyor. Aralarından süzülen ayın parlak ışığı mavi satenden yatak örtüsünü aydınlatıyor. “Bu gece son sözcüğünü yazdım, artık ölebilirim” diyeceği o günün hayalini kuruyor belki de.

Proust oracıkta o kırılgan, şeffaf, cılız bedeniyle sisli hülyalarda dolaşırken, meraklı bakışlarım yavaşça armut ağacından yapılmış hantal masasına kayıyor. Üzerinde rastgele atılmış kırçıllı, kirli eldivenleri, açık kalmış not defteri ve tozlu kitaplar duruyor. Altından minik bir kravat iğnesi ve redingotunun tek düğmesine iliştirdiği beyaz gül, o yığının içinde yazarın mahcup zarafetini hatırlatırcasına tebessüm ediyor. Domuz derisinden bastonu yatağın pirinç başına yaslanmış. Gide’e yazılıp gönderilmemiş bir not, şaşkın bir yaprak gibi kendi etrafında dönerek tozlu halının üzerine düşüyor. Durağan nesnelerin yorgun hareketini işitiyorum. Eşyalar onun söyleyemediklerini anlatıyor sanki.

Devamını Oku