……… Suskunluk değildi şaşkınlığıma benzer duruş ve gözlerime o ifadeyi yakıştıracak bakış arıyor, bulamıyor, şizofren kelimeleri yağdanlıkla yıkıyordum… Uzandığım; tuttuğum, açacağım her kapıya gülüşünü giydirdim, açmaktan, yüzünün ardındakilerle buluşmaktan korkuyor, o yüzden yağlayamıyordum gıcırdayan menteşeleri…
……… Ebem, delisin derdi gülümseyerek, ters yüz ederdim her şeyi çünkü, severdim ters duran şeylerin ardındakileri keşfetmeyi, buluşmayı… Güneşin battığı yamaca sırtımı verip, nedeni saklı iki duble rakı içiyorum her akşam, o anda güneşi doğuran karşı yamaçta ay ışığı yüzünü göstermeye başlıyor, hemen her gün güneş, gökyüzü, ay ışığı ile ters yüz oluyor geceden sabaha sessiz ve çılgın sevişiyorum… Sabah olunca güneş, akşam ay ışığından utanıyor ama yüzsüz utanmaz ve kusursuz hemen her gün çılgınca sevişiyoruz…
…………… Sarıyı çağrıştıran açık kestane renkli büyük bir zarfla resmi mi yolladım aldın mı? Her mektubunda zarftan çıkan resmine bakmadan yazdığın satırları okurum önce soluksuz derdin ve yazdığım kalemden satırlara dökülen kelimeler, gözlerinle buluştuğunda ellerime dokunduğunu hisseder, bırakmak istemediğini okudukça avuçlarımızın kenetlendiğini söylerdin…
…………… Ertesi gün Saatli Hana giderek baba mesleğini devam ettiren son nesil yaşlı Hattata mektubumu samanlı sarı kağıda el yazısı ile yazdırmak için bırakıp, iş çıkışı alarak diğerlerinin yanına sırayı takip ederek turuncu renkli duvarına asacağını söylerdin… Sen söylerdin, ben gizli, çocuksu ve mağrur gurur duyar, Nobel Edebiyat ödülüne bu yıl aday adayı olacağımın sürrealizminde bana ait olmayan mutlulukları ödünç alırdım düşlerimden… Onlarca deste kağıt ve hiç bitmeyen kalemimle küçük ıssız bir adaya düşerdim ödünç alınan düşlerimin ertesinde ve ödenmemişliğinde… Hiç durmadan yazardım, yoksa susuz kalır, aç kalır, soluğum kesilirken, güneş altında tenimde oluşan yanıklarım bireysel sevişmelerimin hafif meşrepliğine engel olur, barikatlar kurardı… Yıllar geçiyordu…
…………… Varsayımlardan realiteme döner ve bugün sana neler yazacağımı düşünürken üzerimdeki kıyafetlerin albenisi renksizleşir, soluklaşırdı… Sen önce mektubuma sarılır, merak ederken bu kez hangi ucunu yaktığımı, ben renklerini çingene gözüyle seçtiğim giysilerimi resim karesine taşır, öksüz kalırdı masanın üzerinde ve ters çevrilmiş resmim… Nice sonra ve lütfen baktığında şakaklarıma düşen kırların biraz çoğaldığını söyler, başka değişiklik göremezken gözlerin, sigaramın dumanına hüzün dolu gözyaşlarım karışır, kendimi dumandan dolayı gözlerim yaşardı diye kandırırdım ve sen bilmezdin, görmezdin, gözlerimin yaşını, neden yaşardığını… Yine de kirpiklerimi korumaya çalışır ve ıslanmışlığında dökülmesin diye yıkardım hemen ve bilirdim ne çok sevdiğini kalın, siyah, sürmeli gibi duruşlarına rimelsiz, maskarasız hayranlığını… Yıllar geçiyordu…
B en ölüm hikâyeleri okurdum
A ttığın bana doğru adımlarda
B en ölürdüm, sen ki;
A cırdın ağları bozulan örümceklere
.........Suyu delerdi küfürlerin, iki adım ötede mevsimsel renkleri yaşamlarına serperdi insanlar, dört mevsim kara kıştı iklimimiz tipiler serpilirken üzerine... Aman vermiyordu güneş, bildik tek yıldız olmuyordu gecelerde, her cisim yabancı, her insan taciz kardı sence... Gözlerimi hayata açtığım günden bugüne yarattığın, yaşattığın şiddetin alfabesinden ansiklopediler yazacak yetkinliğe eriştim onulmaz katkılarınla (baba!) ...
…
Sevgiliye Mektuplar SENİ İZLİYORUM…
……………Seni; Türkçe bakan bir çocuğun umutsuz, Kürtçe bakan çocuğun ezik, yoksul, horlanmış ama umutlarını yitirmemiş, sokak çocuklarının o yaşlı, yorgun, ürkek bakışlarıyla seviyor ve çoçuksü kahkalarımı ekliyorum lacivert harelerime… Seni izliyorum bakışlarımın renkleriyle…
…………… Eflatun benizli sabahlara firari uykusuzluklarımla ulaşırken, sarı sıcak gecelerin boğucu nefesinde sırılsıklam olurken bir kentin yatakları nemden, terlerimle üşüyorum, donuyorum geceden sabaha… Sabahları biraz olsun nefes almaya başladık diyor karşılaştığım, karşılaşan insanlar ve onların sıcaktan, soğuktan, ılıktan, nemden başka konuları yok mu? Diye bildiğim sövgüleri sıkıyorum dişlerimden arasından ve en ağırlarını ama heyhat ezilen, vurulan yok… Ve her söz sanki bana geri dönüyor ve tenimde alevler çoğaltıyor çarparken, bunalıyor, terliyor, isyan ediyorum tenimdeki ateşin, içimdeki buz tutan kalıplarla uyumsuzluğuna…
…………… Sırılsıklam oldum yağmur altında yürürken ve sana ve bize dair söylediğim şarkıları, şiirleri belleğimde yoklayıp yinelerken sesli sesli, yanağımdan akan damlalar içlerime doğru gelişigüzel yol alıyor, süzülüyor, değdiği dokunduğu her yerimde sevda kokan sözcüklerin, bakışların titriyor yine damlalarının huzur veren meltemliğinde…
…………… Eflatun renkli müzikler ekliyorum sözcüklerime, şarkılar daha bir güzel, şiirler daha aşkla okunulası oluyor ve yağmur karışınca sesime gökkuşağından köprü oluşturuyor, üzerinde yürüyorum düşlerimde seni çizdiğim resmin koynumda… Resmini çıkarıp elime alıyorum, büyütüyorum resmini ıslanmışlığımda ve ellerimiz kenetleniyor anında… Seninle yağmurda el ele yürümenin dayanılmaz mutluluğu yansırken gözlerime yanağımdaki damlayı siliyorsun narin ellerinle, ardından yine damlalar çoğalıyor aynı yerde, bu kez öpüyorsun ardından o çok sevdiğim sesi çıkararak… Sen öpüyorsun
yağmur çoğalıyor, sen öpüyorsun dünya duruyor, yağmur çoğaldıkça ikimiz kalıyoruz caddelerde, yol boyunca ve iliklerimize kadar ıslanmışlığımızda ıslıklar çalışıyorsun, sevdiğim şarkılar dudaklarına ıslık oluyor ve çıkarken ıslanıyor yağmurda, yağmur sesli ıslıklar çalışıyorsun şimdi…
…………… Veda edip uzaklaşıyorsun dönüş yolumun yağmursuzluğunda, ıslıkların büyükten küçüğe azalıp yok olmaya hazırlanırken, bakınca asılı kaldığım uzak kırların bahar kokan çimenlerine benzeyen gözlerin küçülüyor ufuk çizgisinde kayboluyor…Çıktığım uzun yürüyüşlerde eşliğin maratona hazırlanan atlet gibi bana antrene olmakta, o yolda gördüğüm her ağaca, tüm çiçeklere, loşluğunda adrenallerini yükselten pasta hanedeki aşıklara şarkılar mırıldanıp, dilimden kağıtlara dökülmeyen sıcak lavaş ekmek kıvamında şiirler biriktiriyorum usumda…. Ki daha sonra paketinden çıkarıp bozulmadan ilk güne özel tazeliğinde, ıtır kokuları yayarken mısralara dökmek için… Attığım her adım, soluduğum her havanın dip notlarını tutuyor, biriktiriyor, saklıyorum ertesi gün papatyalarla kaplı, bakanların aşksızlığına isyan ettiren, her yerinden su fışkıran parkın çimenleri üzerine yayılıyorum… Saymaya başlıyorum adımlarıma, nefeslerime kaç kere kaydettiğimi, kaç geceler yıldız yıldız dizip biriktirip, sakladığım bugün sayacağım sevda sözcüklerimi… Her şey, her not, her sayı birbirine karışıp girift bir hal alırken sayamıyorum, unutuyorum, unutuyorum, unutuyorum… Çünkü Seni Kaç Kere Sevdiğimi Unuttum …
(Her insan doğarken suçludur biraz... Ve / fakat her fahişe masum bir kelebektir doğarken)
___ Soğuktu ve tanrılar çıldırmış olmalıydı… Karanlıktı ve ürkütücü sesler bombardımanıyla sarsılıyordu sanki şehir… Şimşekler; Devriminin yıldönümünü kutlayan bir ülkenin gün ve geceler boyu patlatılan havai fişeklerine meydan okurcasına ardı sıra patlıyor ve kim bilir hangi yoksul semtlerin evlerini başına yıkıyordu…
___ Evrim geçirdiği varsayılan veveya zannedilen kentin caddeleri; ıssız denizlerde fırtınada hoyratça savrulan kayıkların mülteci limanlar arayışına benziyordu üzerinde seyreden özel ve genel arabaların yol zeminini nafile arayış çabalarında…
………Sarı sıcak bir akşam üstü idi yitik yorgunluklarımı giyindiğim ve uykusuz uyandığım sabahtan devretmek için uykularımı yönüm eve doğruydu, gülümsemeleri bahar kokan çocukların seslerini yarı baygın ve uykulu duyduğumda…
………En çok sigaraya sarardım uykularımı, yatmadan açar içerdim uykularımda firari düşlerime yol göstersin, sisli sabahlara uyanayım diye…Erkenci uykunun balkona yansıyan bahar kokularına karışırken mahmurluk, ne çok çocuk ne çok çocukluk vardı akşam üzeri bahçesinde…Ve en çokta kızlar eğleniyor, ipten atlarken tramplendeki akrobatlara taş çıkartırcasına atik ve gülüyorlar…Hele içlerinde en çok gülümseyen ve yüzüne yapışmış gülümsemesiyle etekleri açılan var ki adeta bulutlara uzanıyor ve dokunuyor en yakındaki buluta, bulut oluyor mavileşiyor, gülümsemesine karışıyor çocuksu mavilikler, yeniden dönüyor küçük dünyasındaki arkadaşlarına….
………Ve son nefesin ardından karanlığa uzanıyorum, yastığıma çocukluğumdaki gibi sarılıyor, o çok yorulduğumda sabah hiç uyanmak istemeyişlerime, çocukluğuma uzanıyordum ama gözlerim, ama bedenim yenik düşmek üzereydi yine ve eskiden anılarda olduğu üzere…
*(benim tomurcuklarım olmadı-doğarken-yaşarken-ölürken hep sonbahardım)
……………Sensiz geçen Ondört yılı topladığımda bir gün bile etmiyor ve burada senden sonra yaşamadığım üç mevsimin adını dahi unutmuşken, çiçeklerin kokmadığı, ağaçların yeşermediği, kurumuş yapraklarını sürekli döktüğü güz mevsimindeyim… Yürüdüğüm her yerde, attığım her adımda duyumsadığım hışırdayan yapraklar, melankolik esintinin paranoyak izlerini taşıdığım şeklinde ifade ediliyor ve bilmiyorlar içimdeki fırtınayı, anlamıyorlar bir mevsimle geçen ömrün bağrında neler ve nasıl taşıdığını, asla da bilmeyecekler, bilemeyecekler…
……………Enfiye çekip damarlarıma kadar hissettiğim geceler biraz daha rahat uyumaktayım ama uyandığım gece yarılarında ucuca eklediğim sigaralar ve ardından gelen kronik bronşitin öksürükleri beni çok mutlu ediyor, çünkü her öksürüğüm ve çekilmesi damarlarımın, ciğerlerimin parçalanışı beni sana bir adım daha yaklaştırıyor ve sana, yanına geliyorum adım adım ve yudum yudum… Bu özlem nasıl vuslata dönüşecekse öyle hızlı ve atılganım Altmış iki yaşımın verdiği dinamizmle ve kendime çok kızıyorum boş bulunupta o sözü sana verdiğim için, kimseye belli etmiyorum aslında kendi kuyumu kazdığımı… O bildik atasözleri ile karşıma çıkmasın lar ve tereciye tere satmasınlar diye… Ne demekti o benden önce ölmeyeceksin, ne demekti o benden sonra çok uzun yaşayacak, anılarımızı torunlarımıza anlatacaksın… O an gözlerindeki hüzünleri yüreğime serpip yeşertirken nasıl oldu da söz verdim sana ben, bugün hala kendime kızgınlığımı sakil ortamlara taşımak ağır geliyor, kaldıramıyorum, nefes alamıyorum…
Erdoğan Baysal’a sevgi ve saygılarımla..
......... Sözünü, sevdasının suskunluğundan ötürü saklayan adamın on üç saatlik kültür yolculuğuydu, şairlerin dizelerini yazarların bilgeliğini seviştirdiği kültür kente kaçış, soluklanma birkaç günlük ‘’gâvur’’ olma isteğiydi…
......... Enginarların olanca bolluğunda işporta tezgâhlarına düştüğü kentin insanları birbirlerine bakmıyor ama birbirlerini onca yıldır tanıyorlardı sanki… Bir ben yabancıyım herkese, bir sen en uzaksın bana, oysa öyle yakınsın ki baktığım her enginar tanesinin ucu açılan yerlerinden gözlerini arıyor, buluyorum ama sen kaçırıyordun benden ve herkesten uzağa…
………Sus oldum, bağışla, ‘’benden önce ölemezsin, önce ben gideceğim’’ derdin ya umutsuz, çaresiz, tükenmişliğimi sergilerken yirmi dört saat, yineliyorum sevgili, nakarat sözcükleri sevmezdik ama senden önce yok olacağım… Kendi hayatlarını yaşayamayan insanların hayatsızlıklarından yaşamadığım hayatsızlığa doğru erkenci yolculuktayım şimdi, öyle sefil, serseri ve çaresiz…
………Elasında güneşler doğururdu gözlerin ve GÜNEŞ HER GÜN DOĞUDAN DOĞAR’ı bilimsel değil ama aşkla reddederdi yüreğim… Güneş sen olur, neredeysen doğu-batı-kuzey-güney kaybolur, bakışınla yönlerimi bulur, o bakışla yaşar, görmediğim anlarda ise kör kuyunun bilinmez derinliklerinden çıkmaya çabalar, heyhat batardım, kuyu üzerime yıkılır, nefesini özler, kurtulmak için tenini özler ölürdüm… Ölmek sana kavuşmaksa feda olsun, ikimizde korkmazdık ölmekten sadece kavuşamadan ölmekti korkumuz, bu yüzden sen gece olduğunda gökyüzüne tuval serer, ben uzak bir kentin semalarından resmimizi çizerdim, tan vakti aynı sigarayı bölüşürken kilometrelerce öteden resmimiz gökyüzünden silinmez, bizden başka kimse göremezdi…
………Vedasız giderdin, susar, terk eder, gittiğin yerlerde kaybolur, sesimi hiç bilmediğim kentin sokaklarına sessizce bırakır, acımazdın ayaklar altında sürünüp kan revan içinde kalmama… Bir gün dönüp bakmazdın terk ettiğin adamın gözlerinden dökülen kana, o kanda senin adın, o kanda senin kanın, kadınlığının sıvılarından oluşan kutsal bir sevda rengi vardı… Ayrıldığım adamla arkadaş kalacak kadar entelektüel değilim demişti Kadırgalı şarkıcı, oysa gönül nikâhı, yürek nikâhı, ölümsüz nikâh kıymıştık martı kanatlı sevdamıza ve şahitleri, kahramanları biz olan… Bir merhaba esirgendiğinde arkadaş kalmak nasıl olanaklıydı?
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!