Akıp giden zaman mı
Çarkın dişlilerinde parçalanan?
Ben miydim çarka takılan?
Ve zaman kör, zaman sağır
Hiç bir olay
Hiç bir varlık
Bir gün;
Seyir halinde iken
Yaya olarak sokakta, cadde de, kaldırım da
Kalpten gidersem yıkılıp yere
Yığılıverirsem…
Bu adam kim diye
Olmayan lacivert damatlığıma
Elinde yapma çiçek
Duvağında gelinliğin
Sandığında etaminlerinin el emeği
Kanaviçelerine göz nuru akıtılmış
Süslü puslu gelin arabası
Geç kalmışlığımdan değil suskunluğum...
Bugün direniyorsam konuşmamaya
Söylenmedik söz kalmadı diye dir benden size
Bir yaşamın tekrarı gibi
Nakaratlar yok dilimde, yüreğimde… Tükettim,
Anlamadınız…
Hani, alt tarafı
Küçük ve basit bir bademcik
Ameliyatı idi, değil mi?
Ah be güzelim
Dev gibi adamların
Bademcikleri küçük mü olur?
………Suya olan aşkındandır bir çiçeğin kuruma nedeni derler ya, sonbaharın sarı yapraklara kavuşma özleminin bittiği ilk günlerdeydi sardunya kokulu sesine ulaşmak, onda kalmak ve hiç gitmemek…
………Ergenliğe adım attığım günlerde fotoğrafçıların ‘’gülümse’’komutuna uyum sağlayamamış gençliğin sırrı oluşurdu içimde ve küfretsem fotoğrafta çıkar mı? Diye düşünürdüm… İlkokul, ortaokul, lise fotoğraflarımda gülümseyişimin yakalanamaması, gülüşü gamzeli siyah-beyaz çocukluk fotoğrafını yıllar sonra görmemdendir sevgili… Her insan fotoğraflara bakar ama ben onların dili olduğuna ve her birinin ses verdiğine inanır, sessizce konuşurum da sır vermem deli demesinler diye deli olan bendeniz bu adama... Bu yüzden hangi fotoğrafına baksam kıskanır ‘’sakın bir söz söyleme, sesini duyan olur’’ diye fısıldarım kendi kulağıma…
………Vokalist kızlardan Arjantinli kadın operacılara kadar benzer ses ararım, içimin trenleri ıssız bir dağın eteğine sessizliğe sürükler, oradaki kuşların ötüşünde ararım sesini, sabahın serinliğinden akşamın zifiri yalnızlığına kadar… Öyle ağır gelir ki kimi zaman hayatın yükü, güvendiğim omuzlarımı taşıyamaz olur ayaklarım, sesini beklerim o an uzaklardan, ilahi bir güç versin, kıblem olsun diye… Çok yönlü bir özgürlüktür, gökkuşağı renkleriyle sarar bazen, yıldız kayarken sesinin ışığıdır sessizliğime yol gösteren… Sesinin geldiği günbatımı sonrası bütün yıldızlar sen olur, geceme yağarsın, teslim bayrağını çekip yeryüzündeki bütün savaş ve barışları reddeder sesinin barışına mumlar yakarım ülkemin bütün sınırlarında… Mum bayramı yaşanır sınırlar boyunca, ta ki sabahın ilk ışıkları ve rüzgârlarına kadar… O rüzgârlar seni bana getirmese de sardunya kokulu ‘’günaydın’’larını ulaştırır her sabah sevgili…
……… Son isteği ezanın mikrofonsuz okunması olan idam mahkûmuna yüreğindeki tüm ezanları susturmak, dinlememektir bir daha annelik… Seçmeli olan din dersine çevresine utancından asi ve küçük oğlunu yazdırmak, ilkyaz gençliğinde ateist olacağını bile bile ve her kıldığı namazda oğlu reddetse de dua etmek, içten içe koşulsuz kabullenmektir annelik…
……… Etimesgut topçu okulunda yedek subay sınavı öncesi ‘’sıkı giyin oğlum soğuktur Ankara’’ diyen anneyi dinlemeyip donarken sabahın seherinde, yıllar sonra perilerin o muhteşem ve gizemli bacalarının diyarında askerlik resimlerini albümde sevgiliye sunmak her resimdeki anıyı sevecenlikle paylaşmaktır annelik… Yeni başlamıştı o dönem renkli resimler ama şimdiki gibi hep ve nedensiz siyah beyaz olanları sevmiştim… Siyah severdin sen, beyazını sevmiştim en çok saçlarımın ben...
................Savruk düşlerimden solgun yaşantıma giren efsanedeki prenses değildin sen. Günler, yıllar süren yüzyıllık savurganlıklar da tekil yalnızlıklar yaşadığım, sofradaki aşım, çorbadaki tuzum, bardaktaki suyum oldun gelişinle ve henüz kutsanmayan gizemimsin tapınaklarımda...
................Eflatun rengi ve kırılgan ve hüzün ve uçurum çiçeği serinliğinde yazarken dizelerimi, hazırlanırken yoksul semt pazarlarında satılan eski giysilerin sokak çocuklarındaki eskiz duruşunun dayanılmaz sancılı tariflenmesine… Dizelerin çarptı yüzüme.. Gök gürültülü sağanakların ardı sıra rengarenk gökkuşağının ebruya dökülen yansımasıydın yüzümde...
............... Virtüözsüz konserlerden solo yaşamlara açılıyordum... Henüz pencere önündeki sarmaşıkların, ıtırlı saksı çiçeklerinin, ortancaların tükenmediği emekçi bir mahallenin sabahlardaki izdüşümlerinden. Ve her sabah kimliksiz, cinsiyetsiz yollardan gidiyordum, geri dönüşü olan, güneşi hep karşımda yansıyan...
……… Soğuk gecelerde yıldızlara uzanır, ısınırım ve her yıldız sen olursun, gökyüzü ateş topu olur sıcaklığının yayıldığı atmosferde… Ben üzerimdeki her şeyi çıkarır ve deniz kızı özgürlüğü yaşarım, güneş tenimde, başaklar içimde boy verirken…
……… En yakınımdaki yıldız koynuma girer, yeşil akan nehir, okyanusun mavi sularına benzeşir ve her yıldız kıskanırken koynumdakini, ben kulaçlar atarken, her yıldızın mavisini yeşile, yeşilini maviye çeviriyorken her yıldız sen oluyorsun, geceden sabaha dek milyonlarca yıldız yakalıyorum… Yıldızlar biriktiriyorum şimdi uçsuz bucaksız…
……… Vedasına hazırlanmakta olan gecenin geç kalan tüm yıldızlarını, yaprağını çoktan dökmüş, dallarından başka serveti olmayan, baharı bekleyip yeşilliklerini fark edemeyen insanlara sunmaya hazırlanan o devasa ağacın altında topluyorum… Yıldızların bayramı olurmu? Olurmuş, şimdi her biri, kendini sonbahar hüznünü yaşayan ağacın dallarına kızıl, mavi, yeşil, sarı ve her biri bir renk panayırına bürünerek salsa kıvamında, oynak ve ağır kalçalarını oynatan oryantal kıvamda yapıştırırken yıldız yapraklı ağaç üremekte ve geceden sabaha yalancı baharlara inat, yıldız yapraklı ağaçtan ıtırlar yayılmakta…
……… Sarı sıcak, zemheri, boranlarda serinleten, ısıtan, ışıtan, alnı dağ ateşli, kaşları vadi, yanakları, gamzeleri bahar kokan, gözbebeğinin nehirlerinde kaybolduğum sevgili, özledim, insanlar gücünü tanrıdan alırmış, ben; buzdağı gibi berrak, Toroslar kadar aydınlık, volkan gibi sıcak yüzünden alıyorum bu gücü, işte o yüzden özledim, çok özledim…
……… Ela gözlerin öyle yakın, avuç içlerim gibi sıcak ki çocukluğumda komşu bahçelerden aşırdığım tadı buruk Zerdaliyi yerken yaşadığım mutluluğun yansıması o bakışların… Şimdi ve tüm zamanların en güzel bakışıydı o havuz serinliğinde derin, delici, deli, durgun bakışın… O anda beni aşk doğurdun, bana aşk yaşattın, bana aşk öğrettin, sonsuz aşk oldun bana ve sonsuza kadar aşkta bıraktın, aşksızlığımıza her gün ağlayan güzel atlar diyarında…
……… Vurdumduymaz olmadı hiç, tebessümünde, kızgın, hüzünkar, dalgın, neşeli hallerinde hep varsıl bakışlar üretirdin, bense çoktan kaybolurdum varsıllığının yoksul, yoksun, sokak aralarında ve hep gözlerine çıkardı çıkmaz sokaklarım… Claire Forlani, ‘Gölge Oyunu’nda atlara öyle tutkundu ki onlara dokunuşu ile bindiğinde ki mutlu ve hüzün süzülen bakışı, hep uzaklardaydı ama bir gün at sürerken yanındaki demiryolundan geçen trenin camında şair adayı sevgilisini görüp göz göze geldikleri an hem dünya, hem at, hem tren durmuş, uzakları yakın ederek at sırtında yol almışlardı… Tersine idi sanki senaryo, at üzerinde değildim sen uzaklara bakarken, korna çalmamla otobüsü durdurup, sağ yanıma kurmuştun bakışlarının saltanatını güzel atlar diyarına kilometreler kala ve uzaktaki yakınlığımızdan, yanımızdaki yalnızlığımıza sarıldık yüzüm, özlediğim, tapındığım yüzüme dönük…
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!